31 Mayıs 2015 Pazar

MÜSLÜMANLIK VE SOSYALİSTLİK - İNGİLTERE WOKING CAMİİ VAAZI

Sebilürreşad mecmuasının 13 ve 20 Kasım 1924 tarihli 625 ve 626. sayılarında "İslam ve Sosyalistlik" başlığıyla yayınlanan yazıyı sunuyorum. İngiltere'de Woking Şah Cihan Camii olarak bilinen caminin imamı Ahmed Nezir tarafından verilen bir konferansın metni olduğu bilgisi veriliyor. Hocanın kimliğine dair bir metin bulamadım ama Youtube'da o yıllara ait bir videoda 


cemaat ve imam efendi görülüyor. Belki de orada namaz kıldıran hoca Ahmed Nezir'dir. Diğer yıllara ait bazi videoların linklerini de veriyorum. Namaz kılan cemaat arasında sadece halkı Müslüman  İngiliz sömürge ülkelerinden gelenlerden başka, aslen İngiliz olduğunu sandığım kişiler de görülüyor. Kadınlar ve erkeklerin ayrı ayrı yerlerde durmalarına rağmen kadınlara arka saflarda yer ayrılmaması ve yan yana saf tutmaları ilginç. Bazı kadınların başlarını örtme şekilleri de değişik. Bir kadın tamamen başı açık namaz kılarken, geleneksel kıyafetlerini çıkarıp batı modasına uygun kıyafetle namaz kılanların başörtüleri de varla yok arasında bir üslupta. 



Rusya'da sosyalist rejim kurumsallaşmaya çalışırken 1924 yılında İngiltere'de bir camide verilen konferansın Türkiye'deki İslamcı Sebilürreşad dergisinde "Müslümanlık ve Sosyalistlik" başlığıyla yayınlanan metni bana hayli ilgi çekici geldi. 

METİN:

[Müslümanlık ve Sosyalistlik]

Woking cami-i şerifinde “Müslümanlık ve Sosyalistlik” hakkında cami-i mezkûr imamı hoca “Ahmed Nezir” tarafından irad olunan bu konferans bir risale halinde tab ve neşr edilmiş olduğundan bu konferansı terceme ediyoruz. İki makalede neşr edeceğimiz bu konferansın birinci kısmı ber-vech-i atidir:

Pek vasi bir meseleyi kısa bir zaman içinde mevzu’-ı bahs etmek mecburiyetindeyim. Binaenaleyh bir neticeden bir neticeye atılacağından silsile-i muhakememi dikkatle takip etmenizi rica edeceğim. Garpta telakki edileceği şekilde sosyalistlikten ve bunun mazarratından bahsettikten sonra Müslümanlığın ilk devrine rücu’ ederek aleyhissalatü vesselam efendimizin getirdiği sosyalistliğin, garp mütefekkirleri tarafından ihtira olunan sosyalistliğe faikıyetini ispat edeceğim.

Fakr u zaruret her asırda insanlığa musallat olmuş bir afettir. Eski zamanlarda şairler sulh ve müsalemete feyz u bereketle mala mal bir devr-i muşa’şa’ı terennüm ederlerdi. Bu altın devrini felaket ve musibet devri takip etmiş, heyet-i ictimaiye mal u menâl sahibi ve mal u menâlden mahrum sınıflara inkısam eylemiştir. Eflatun ve Aristo gibi feylesoflar bir takım nazariyat-ı siyasiye vücuda getirmekle bu meseleyi halle çalıştılar. Fakat nazariyat, insanın hodgamlığı karşısında aciz kaldı. Yunanistan, demokrasi devrinde olduğu gibi krallık ve aristokrasi devrinde de servetin seyyanen tevzii esasları üzere müsalemet-i içtimaiyeyi temin edemedi. Roma’nın hâkimiyeti esnasında aynı mesele kendini gösterdi. Mal ve mülk sahipleriyle bunlardan mahrum olanlar arasında vuku bulan cidal, tarih-i beşerin en müellem fasıllarını teşkil eder. Mürur-ı zaman ile ağniya ile fukara arasındaki uçurum genişledi. Mamafih Nebî  İşâ’a’ın sözlerinde bir nefha-i teselli buluyoruz. Onu müteakip Hazret-i İsa geldi.  İsa’nın tealimi fukaraya ümit bahşedecek bir mahiyette idi. Fakat kilisenin tereddisiyle zenginler ile fakirler arasındaki uçurum korkunç bir vüsat peyda etti. Kilise, ameleye, oldukları gibi yaşamalarının irade-i ilahiye icabı olduğunu asırlarca telkin eyledi. Sınıf-ı ruhban fukarayı ni’met-i irfandan mahrum yaşattı. Karanlık dünyanın şurasında, burasında birkaç kıvılcım yaparak yayılarak işti’al edince kilise, bunu kan selleriyle söndürmek için ordular teçhiz etti. Dominik gibi e’ızze, bir elde salip bir elde kılıç bulunduğu halde bu orduların en feci mezalimi irtikab etmeleri için teşvikatta bulundular. Teceddüt devrine kadar Roma Kilisesi, kuvvete istibdaden yaşadı. Fikrî hareketlerden duyduğu korku Hıristiyanlığı soldurdu ve Hıristiyanlık bir meslek, bir ticaret oldu. Ruhban sınıfının tarafgirane hatt-ı hareketi neticesinde içtimai na-hoşnûdî taammüm ettiyse de muntazam bir hareket vücuda getiremedi. Ancak on sekizinci asırdadır ki halkın adem-i hoşnûdîsi Fransa hükümetinin su’-i idaresi yüzünden fakr u faka ile muzaaf bir şiddet iktisap ettiğinden haile-engiz bir suretle kendini ifade etti. Beklenilen saat hulul etmişti. Jan Jak Ruso yeni bir mücahedenin alemdârı olarak zuhur etti. Bu mücahedenin düsturu “Hukuk-ı Beşer” di. Ruso, fakr u zaruretin bir eser-i tabiat olmadığını ilan etti. Bunların beşerin hodgamlığından ve zulmünden ileri geldiğini söyledi. Ruso emlak-i şahsiye nizamına muarızdı. İrade-i ferdiyenin irade-i içtimaiyeye münkad olmasına taraftardı. Napolyon’un istibdadıyla neticelenen müdahale-i ecnebiye vuku’ bulmasa belki Ruso ihraz-ı zafer ederdi. Devlet sosyalistliği bu suretle adem-i muvaffakiyete duçar olunca sınai sosyalistlik için cidalin vuku’ı lazımdı. Fransa’da San Simon, İngiltere’de Robert Owen gibi adamlar çalışmağa başladılar. Owen bir patron olmak itibariyle müstesna bir adamdı. Onun eseri takip edilmiş olsa tarih sahifelerinden sa’y u sermaye meselesi tay edilirdi.

Şimdi tarihin diğer sahifesini çevirerek beynelmilel maddiyatçı Karl Marx’a gelelim. Mumaileyh en büyük eseri olan “Sermaye”de gayr-i şahsi kuvvete itikadını ifade etmektedir. Karl Marx sınai cereyanın derebeylikten neş’et ettiğini, amelenin kendilerine sahip olmadıklarına mebni, ya fabrikaya merbutiyet yahut açlıktan ölmeyi kabul etmek mecburiyetinde olduklarını beyan etti. Sermaye hâkim, amele ona mahkûmdur. Binaenaleyh Marx servetin sebebi sa’y olduğundan sa’yin istismarını tavsiye etmektedir. Mumaileyhe göre sınai tekâmül, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapmaktadır. 

Marx’ın nazarında sa’y u servet izafi birer şeydir. Halbuki iktisadiyat nokta-i nazarından sa’y başlı başına bir şey değildir. Arz ve talep meselesi çok mühimdir. Marx, bu noktayı ehemmiyetten düşürmek için sa’y ile vücut bulan şeyin müfid olmadıkça bir kıymeti haiz olmayacağını izah ediyor. Fakat bunlar nasıl tefrik olunabilir? Bir şeyin müfid olup olmaması meselesi yine arz ve talep meselesini meydana çıkarır.

Zaman-ı hâzıra gelecek ve Rusya’nın vaziyet-i içtimaiyesine atf-ı nazar edecek olursak hayata en çok layık olanın yaşa[ya]cağı fikrinin ileri sürüldüğünü görürüz. Amele yahut bunlara ister asker, ister çiftçi deyiniz, fikir amelesinin duçar olduğu zararlara ehemmiyet vermeksizin servet-i milliyeden en büyük hisseyi temine âzimdir. Binaenaleyh zaman sonra fikir amelesi azîm bir mikyasta tenakus edecek yahut büsbütün ortadan kalkacaktır.

Bizi en çok alakadar eden mesele sosyalistliğin dine karşı vaziyetidir. Bu hususta sosyalistler arasında ittifak-ı ârâ yoktur. Bunların birçoğu sınıf-ı ruhbaniye muarızlarıdır. Marx, dinin ilgasını tavsiye ediyor. Mumaileyhin fikrini bir ekseriyet kabul etmektedir. Şu var ki garp sosyalistleri bu meseleyi mevzu-ı bahis ediyorken yalnız Hıristiyanlığı derpiş ediyorlar. Şüphesiz Hıristiyanlığın mefkûreleriyle sosyalistliğin mefkûreleri bir değildir. (Blacford, Baks, Şafil, Brotton) ve daha birçokları Hıristiyanlıktan müteneffirdirler. Bunlar Hıristiyanlığın sosyalistliğe muhasım olduğunu söylemişlerdir.

Garp Sosyalizmi’nin metalibini hulasa edecek olursak onun hürriyet, müsavat, uhuvvet istediğini; ferdiyetin devlet murakabesine geçmesini; her ferdin idare-i memlekette doğrudan doğruya bir re’y sahibi olmasını, tabir-i diğerle (bürokrasi)nin ilgasını; bir kimsenin diğer bir kimse hesabına geçinmemesini; sınıf, renk ve akide ihtilafının zevalini, lordluğun, irsi hükümdarlığın, şahsi mülklerin ilgasını talep ettiğini görürüz. Müslümanlık son esastan maada, esasat-ı sairenin kâffesini kabul eder. Yani şahsi mülkün ilgasını kabul etmez.

İslamın ilk devrini mevzu’-ı bahis etmeden mukaddem garp sosyalizminin nekaisine dair birkaç söz söylemek isterim. Demokrasinin bazen ferdiyetçilik neticesi, sosyalistliğin, demokrasinin bir inkişafı olduğunu biliyoruz. Fakat şiddetli ferdiyetçilik hodperestliğe gider. Mesele başlangıçta böyle ise, hodperestlik heyet-i içtimaiye için tahripkâr olduğundan onun üzerine hiçbir heyet-i içtimaiye kurulamaz. Halkın fikri tehzip edilmezse demokrasi yahut sosyalistlik tam kemaline ereceği zamanda tahripkâr ifratlara varır. Ve bi’n-netice bugün Rusya’da müşahede ettiğimiz intizamsızlık ve anarşi hâsıl olur. İnsanların nefislerine perestiş etmeleri mukteza-yı fıtratlarıdır. Fakat buna karşı yegâne çare, dindir. Din ile sosyalistlik bizim fikrimizce gayr-ı kabil-i tefrikdir. Din, efradı murakabe etmez, efradın harekât ve âmâline rehberlik etmezse sosyalistlik sunûf muharebelerini tevlid eder, felaketi mucib olur. Maddeperestlik, hodgamlığı ve hodperestliği talim ediyor. Bu cihanın maverasında bir şeye itikat etmeyenler için fedakarlığın bir manası yoktur. Sosyalistlik, bir ferdin kendi nefsi için değil, başkaları için yaşadığını talim ettiği zaman kemal bulur. Büyük bir sâik olmazsa hiçbir mevcud-ı beşerî fedakârlık ihtiyar etmek istemez.

Asrî sosyalistliğin irtikâp ettiği diğer bir hata sosyalistlerin teşebbüslerine aşağıdan değil, yukarıdan başlamalarıdır. Bunlar ferdi büsbütün ihmal ederek devleti sosyalist yapmağa çalışıyorlar. Fakat yalnız sermaye ve arazinin devlete intikali devletin idaresini sosyalistleştirmeğe kâfi değildir. Mesela bütün Hindistan’ın arazisi devletin değil midir? Bütün telefonlar, postalar, kanallar ve birçok demiryolları devletin değil mi? Fakat ne devletin arazi sahibi olması, ne de milletin bütün sanayii elde etmesi bir sosyalist devletin vücud bulmasına kifayet etmiyor.  Hakiki sosyalistliğin muhtaç olduğu şey arazi ve sermayenin millileştirilmesi değil, bundan başka bizzat devletin sosyalist olmasıdır. Liyakat-ı lazimeyi ihraz etmemiş bir devlete sosyalistliği tatbik etmek harâbîyi müeddi olur. Çünkü insanları daha ziyade bir serbestiye nail edeceğine daha şedîd tazyikata maruz eder. Onların hüner ve dehasını inhitat-âver tesirata duçar eyler. Sosyalist bir idarede halk terbiye, ahlak ve irfan itibariyle en yüksek seviyede bulunmalıdır. Şahsi mülkün ilgasına gelince onun ilgasıyla eşhasın cevvaliyeti de zail olur. Bi’n-netice memleketin ticareti, hükümetin bütün hareketi tevakkuf eder.

Şimdi on üç asır evvelki zamana rücu’ ile Asr-ı Saadet’teki ahvale atf-ı nazar edelim. Evvela Risaletpenah Efendimizin, yalnız esâsât-ı iştirakiyeyi telakkiye değil, onları tatbika müsaid bir seviyeye yükseltmek için halkın fikrini tehzip ile meşgul olduğunu görürüz. Bu iştirakiliğin güzelliği şahsi faaliyete, ferdi istihsalata, müdahale etmemekle beraber ferdin diğer bir ferde tasallut etmesini yahut başka bir ferdin hesabına zengin olmasını imkânsızlaştırmasındadır. Hazret-i Muhammed hayat-ı iştirakiyeyi tesis için kuvvete müracaat etmemiştir, bir sınıf muharebesi açmamıştır. Bütün dikkat ve ihtimamı ferdin seciyyesini i’laya, bu suretle cemiyeti günahlarından tathire masruftur. İslam iştirakiliğinin esası dindir. Müslümanların milliyeti dinleriydi. Beşerin uydurduğu, renk, ırk, mezhep hududu yoktu. Bunların hayat ve memat hedefi birdi. Hepsi de Vâhid-i Kâdir’in murakabesine tabi’diler.  Hepsi de birer vasi gibi çalışıyordu.

Hazret-i Muhammed’in her ferdi aynı yüksek mefhumlarla işba’a muvaffak olması bir mucizedir. Kendisi en ameli şekilde yalnız iştirakilîğin değil, en müfrit iştirakîliğin bile mükemmel bir surette tatbik olunabileceğini göstermiştir. Bu usul ikinci halife Hazret-i Ömer Efendimizin devrinde en yüksek inkişafa mazhar olmuştur. Müşarünileyh peygamberimizin kurduğu esaslar üzerinde muazzam bir devlet-i iştirakiyye yükseltmişti. Bu devirde bütün halk hukuken müsavi idi. Her ferd daha fakir ve daha zayıf vatandaşını himaye ve ona muavenet mesuliyetini tahammül ediyordu. Ücretsiz tahsil kabul edilmişti. Hükümet medreselerinde talebe her muzaherete nail oluyordu. İhtiyarlar ve aceze el-hâsıl, rızkını kazanmak için çalışamayanların hepsine bakılıyordu. Çocuklara muavenet ediliyor, asker ailelerine tahsisat bağlanıyordu. Vezaif-i askeriyesini ifa edenler için de sahib-i yesar olanlar harp zamanlarında bile kendi masarifini bizzat tediye ediyorlardı. Devlet hazinesi tarafından bir kimseye yüksek maaş verilemiyordu. Ancak bütün vakitlerini hizmet-i devlete hasr eden rüesaya maaş ita olunuyordu. Devletin bütün şuunu müşâvere-i âmme ile takarrür ettiriliyordu. Devletin rüesası icma-ı milliyi ihlal edecek bir kudreti haiz değillerdi. Salahiyet-i teşrî’iye bir kabine, bir parlamentonun yedinde değildi. Hakk-ı teşri’ bütün mahlûkatına müsavat dairesinde muamele eden Cenab-ı Hakk’ındı. Kavanin-i İlahiye’nin tefsiri, efrada değil, bütün ümmete bırakılmıştı. Kavanin-i İslamiye bazen Ömer gibi büyük bir halifeden ziyade bir ihtiyar kadın tarafından hüsn-i tefsir edilebilirdi. 

[Sebilürreşad, 15 Rebiulahir 1343-13 Teşrinisani 1340, CİLD 25, SAYI 625, SAYFA 5-7]


İKİNCİ BÖLÜM



Arazi devletin malı idi. Hazret-i Ömer bütün dünyaya bir irat nizamı ihdâ etmiştir. Ahkâm-ı veraset ise büyük arazi sahiplerinin yahut milyonlardan müteşekkil bir hattın devamını imkânsız bırakmıştır. İrtihal eden her Müslümanın mirası birçok kısımlara ayrılıyor ve bi’n-netice neslen bade neslin arazi ve emlak mütemadiyen inkısam ediyordu. Bir insanın malının sülüsünden fazlasını hibe edemediği halde hususat-ı hayriyeye ve devlete iane itası mübahtı. Hedef servetin mütesaviyen tevzi’ edilmesiydi. Din-i İslam ağniyayı beytülmale yahut müstahakk-ı fukaraya senevi varidatının la-akall yüzde iki buçuğunu i’taya şer’an mecbur etmiştir. Bu suretle fukara ağniyanın hesabına kesb-i servet ediyordu. Peygamberimize bu hususta sual sorulduğu zaman bu suretle cevap vermişti. “Zekât ağniyanın malından fukarayı zenginleştirmek için farz olunmuştur” Müslümanlıkta sosyalistlik o kadar yükselmiştir ki bir insan tarlasını bir müddet zer’ etmeyecek olursa komşuları tarlasını umumi bir mülk addederek onu zer’ edebilirler. Bütün efrad-ı beşeriyenin kardeş olduğu ve hepsinin yekdiğerine yardım etmeleri icap ettiği esası üzere Müslümanlık her nevi faizi haram kılmıştır. Bu suretle ticaret, sanat, sa’y ve iktisad teşvik olunmuş, bankalarda para biriktirmek gibi harekâta mahal bırakılmamıştır. Bundan başka bir ferdin para ikraz ederek kapitalist olmasına mahal bırakmamakla kapitalizme bir darbe indirilmiştir. Müslümanlık, kumarı, bütün talih oyunlarını da men’ etmiştir. Maksat başkalarının yahut talihleri pek müsait olmayanların hesabına bir takım insanların kesb-i servet etmesine imkân bırakmamaktır. İhtikâr her neviyle Müslümanlık tarafından takbih edilmiştir. Artık sosyalistliğin başlıca üç veçhesini, hürriyet, uhuvvet ve müsavatı tetkik edebiliriz. Her Müslüman en mükemmel hürriyetten müstefittir. Müslümanlar ancak Allah’tan korkarlar. Müslümanlar her namazda, zat-ı ecell ve a’lâdan başka bir kimseye ibadet etmediklerini ve zat-ı kibriyadan başka bir kimseden istimdad etmediklerini tekrar ederler. Uhuvvet ve müsavata gelince uhuvvet-i İslamiye ebed-hayat bir abidedir. Müslümanlar daima bir ailenin azası olarak yaşayacaklardır. Müslümanların yekdiğerine karşı hissiyatı hakiki kardeşlerin birbirlerine karşı duydukları hislerdir. Kuran-ı Kerim, Müslümanlara karşı her Müslümanın kalbine muhabbet ve şefkat ilka ettiğini haber verir.

Rütbeler, sıfatlar, Müslümanların nazarında manasız şeylerdir. Peygamberimiz «innema ene beşerun mislüküm – ben ancak sizin gibi beşerim» demekle bütün Müslümanlar için en mükemmel bir numune-i imtisal olmuştur. [Bu hadis aynı zamanda Fussilet Suresi 6. Ayetidir ( ç.n.) ]

Dini cemiyetlerde bile bu demokrasi esasatı cârîdir Müslümanlar beş vakit namazı yahut Cuma namazını yahut salat-ı ıydeyni edâ ediyorken bu hakikati tecelli ettirirler. Bizim selamlarımız bile sosyalistlik esâsâtına mübtenidir.

Müslümanlığın sa’ye karşı vaziyetini bilmek çok lazımdır. Bunu beyan etmek için size aleyhissalatü vesselam efendimizin birkaç hadis-i şerifini okuyacağım:

1-Sabah akşam Allah’a ibadet ediniz. Gününüzü işlerinizle imrar ediniz.
2-Ne kendisi, ne de başkaları için çalışmayan Cenab-ı Hak’dan mükafata nail olmaz.
3-Muktedir ve layık olduğu halde çalışmayana Cenab-ı Hak merhamet etmez
4-Yarab! Beni acz ve ataletten vikaye et!
5-Namusuyla çalışıp maişetini kazanan Allah’ın sevgili kuludur.
6-Kendi sa’yile maişetini kazanıp dilenmeyenlere Cenab-ı Hak merhamet eder.
7-Alnının teri kurumadan çalışanın ücretini tediye ediniz.

Mahmud Şah ile Evrengzib gibi Hindistan padişahları kendi maişetlerini kazanmak için bir takım işlerle meşgul olurlardı. İslam sosyalistliğinin sebeb-i muvaffakiyeti evvela halkı, badehu devleti sosyalistleştirilmiş olmasındadır. Müslümanlık, ferdiyet üzerinde kat’i bir zafer ihraz etmiştir. Hazret-i Ali’den rivayet olunuyor ki müşarünileyh bir harp esnasında düşmanlarından birinin boynunu uçurmak üzere iken bu düşman peygamberimizin damadına karşı his ettiği şahsi garezi dolayısıyla yüzüne tükürmüştü. Hazret-i Ali derhal kılıcını kınına geçirmiş ve bir intikam-ı şahsîyi tatmin etmeğe tenezzül etmeyeceğini söylemiştir.

Yukarıda söylediğimiz gibi ümmet-i İslamiye’nin her ferdi bir vasî, bir râ’î addolunmakta idi. Her fert bir salahiyet ve nüfuzu haiz ve bunun hüsn-i istimal veya su’i istimalinden Cenab-ı Hakk’a karşı mesul idi. Peygamberimiz buyuruyor ki «Bir gün huzur-ı İlahiye çıkarak bütün a’mâlinizin hesabını vereceksiniz. Sizin her biriniz bir çobandır ve her biriniz hesap verecektir. Her imam bir râ’îdir ve hesap verecektir. Hepiniz râ’îsiniz ve hepiniz hesap vereceksiniz.»

El-hâsıl en müfrit esâsât-ı iştirakiye en büyük muvaffakiyetle tatbik olunmuştu. Ahd-i Saadet’te ve Hazret-i Faruk’un devrinde Müslümanlar cinayetlerin irtikâbını men’ için polise muhtaç değillerdi. Çünkü Kuran’ı Kerim, insanlar fikirlerini gizleseler veya izhar etseler de Cenab-ı Hakk’ın onları mesul edeceğini beyan buyurmaktadır. Müslümanlar sirkat etmezlerdi. Çünkü her yerde hâzır ve nâzır olan Cenab-ı Hakk’ın gazabından korkarlardı. Müslümanlar doğruyu söyler, yetimleri korur, biçarelere yardım eder, rıza-yı Bari’yi ihraz yolunda başkaları için fedakârlıkta bulunurlardı. Bu suretle Müslümanlar bir mefkûre ile meşbû’ bir mevcudiyet teşkil ediyorlardı. Milletin başında şahsi arzularını tatmin hırsından âzâde, Allahtan korkar insanlar vardı. Müslümanları irşad ve murakabe eden kuvvet, bu iman idi. İşler bu yolda yürüdükçe hodgamlık münhezim olmuş, sosyalistlik en hakiki manasıyla muzaffer olmuştu.

Bütün bu izahatımızdan garp sosyalistliğinin yanlış esâsâta ibtina ettiği görülüyor. Binaenaleyh ondan ancak buhran, ancak heyet-i içtimaiyenin tarumar olması gibi neticelerin tevellüt etmesi pek tabiidir. Bugünkü şekliyle sosyalistlik yüksek bir saikadan istifade etmezse hiçbir vakit hedefine erişemez. Mükemmel bir sosyalistlik insanların müsavatını istihdaf ediyorsa ve bizden başkaları için yaşamayı talep ediyorsa devleti sosyalist yapıp ferdin fikrine bu esasları yerleştirmeyi düşünmemek abestir. Bu dünyanın maverasında bir şey ummayan bir insanın nefsini feda etmesi kendisine teklif olunamayacağından bunun yegâne çaresi dine bağlanmaktır. Fikirlerde esâsât-ı iştirakiyeyi yerleştirmek fikrin ruhanileştirilmesine vabestedir. Diyanet bu hedef için çalışmaktadır. Diyanet sayesinde kavanin-i ilahiyeye itaat mümkün olur. İnsanlıkta sıfat-ı ilahiye tecelli eder. Diyanet bu sıfatı kaplayan hırs örtülerini izaleye yardım edeceği gibi bizi ahlak-ı ilahiye ile tehallük etmek şahika-i kemaline isal eder.

Müslümanlığı bu nokta-i nazardan muhakeme ederek fikr-i beşeri ne kadar tekâmül ettirdiği, Müslümanların ruhaniyetini inkişaf ettirmek hususunda ne kadar muvaffak olduğunu tetkik edelim. Müslümanlığın esâsât-ı iştirakiyeyi tamamiyle tatbik edecek derecede ferdin fikrini tanzim ve i’la ettiğini yukarıda göstermiştik. Bundan başka Müslümanlık, beşeriyeti şahika-i kemale isal eden, ruhaniyetin sıfat-ı ilahiye ile ittisafda olduğunu bila-tereddüt söyleyen yegâne dindir. Kuran-ı Kerim «fıtrat-ı ilahiyeyi iktisab» etmekliğimizi tavsiye buyurur. Peygamberimiz «ahlak-ı ilahiye ile tehallük» etmemizi emreder. Kuran-ı Kerim sıfat-ı ilahiyeyi bu üç kelimede cem’ etmektedir. Malik, Rahman, Rahim. Bunların manalarını uzun uzadıya izaha hacet yoktur. Şunu söylemek kifayet eder ki ni’am-ı ilahiye üç serlevha altında kabil-i tasniftir. Birincisi, kesb-i istihkak ettiğimiz, ikincisi, müstahak olduğumuzdan fazla ve kemal-i mebzuliyetle nail olduğumuz, üçüncüsü, hiçbir sa’y mukabilinde olmayarak bize ihsan olunan ni’am-i ilahiyedir. Bunların hepsi Malik, Rahim ve Rahman olan Zat-ı A’lâ’nın ihsanıdır.

Şimdide beşeriyeti sosyalistlik nokta-i nazarından derpiş edecek olursak onun üç ve yalnız üç dereceye münkasem olduğunu görürüz. Birincisi, ihtiyacatına kifayet edecek derecede kazananlar, ikincisi ihtiyacatına kifayet edecek derecede kazanamayanlar, üçüncüsü maişetini kazanamayan yahut kazanmaktan aciz kalanlar. Asrî sosyalistler bu sınıflardan birine dâhil olmayacak bir sınıf gösteremezler fakat bugün sosyalist tesmiye ettiğimiz zevat vaziyetin ıslahına yarayacak bir şeyi yapamamıştır. Bu vaziyeti din-i mübin-i İslam’dan başka bir din ıslaha kadir değildir. Acaba Müslümanlık bunu nasıl ifa ediyor?

Müslümanlık bize ahlak-ı ilahiye ile tehallük etmeyi öğretiyor. Malik olan Allah’a ibadet etmek istiyorsak herkesin hakkını vermeliyiz. Rahim olan Allah’ın kulları olduğumuzu kabul ediyorsak insanlara haklarından ziyadesini vermeliyiz. Rahmaniyet tecellisine mazhar olmak istiyorsak garaz ve ıvaz beklemeksizin hayrhah ve şefik olmalıyız.

Müslümanlık bu esâsâtı daha ileriye götürmüştür. Cenab-ı Hakk «Adl ve ihsanı, akrabaya a’tayı emr ediyor, fahşayı, münker yani nehy ediyor» Bu suretle herkese hakkını vermeyi, herkesle muamele ediyorken âlîcenâbâne hareket etmeyi, hayrhah olmayı, akraba ve taallukatımıza yaptığımız iyiliğin mukabilini beklemediğimiz gibi o şekilde iyilik yapmayı emrediyor. Bu evamir, Malik, Rahman, Rahim sıfat-ı ilahiyesiyle mütevazidir.

[Sebilürreşad, 22 Rebiulahir 1343-20 Teşrinisani 1340, CİLD 25, SAYI 626, SAYFA 22-24]






















24 Mayıs 2015 Pazar

BENİM DEVLETLÜ SULTANIM AKÎBÂTIN HAYR OLSUN

Meşhur divan şairi Şeyhî, Germiyanoğlu Yakub Bey’in hekimi ve meclisindeki en önemli söz sahiplerinden biriydi. Fırsat buldukça Germiyanoğlu’na atfen yazdığı şiirlerle onu göklere çıkarır, tabii ki bunu da yüksek seviyeli edebi bir dil ile yapardı. Germiyanoğlu’na bir gün cahil sarıklının biri  (belki de medreseyi arka kapıdan bitiren molla müsveddesi) şiir sunmuş ve o da bunu çok beğenmiş. Öyle beğenmiş ki şairini ödüllere boğmuş. Överken söylediği “bizim Şeyhî aceb aceb sözler söyler bilmem beni medh mi eder yohsa zem eder”gibi sözlerle de yanı başındaki Şeyhî’yi bir kalemde harcamış. Zavallı Şeyhî bu duruma çok bozulmuş zira oldukça basit olan bu şiirde sarıklı cahil “âkıbetin” demesini bile bilmediğinden “akîbatın” diye yazmış Aynı şekilde kendisine ne dendiğini yine anlamayan Germiyanoğlu, bal ile kaymağa, yeşil çayırlara tav olmuş. O devir için lugat hatası affedilecek bir hata değildi. Üstelik “hayr”a “çayır”ı kafiye yapan bu şairin öne çıkması Gelibolulu Ali’yi de sinirlendirmiş ve bu hikayeyi Künhü’l-Ahbar isimli tarihine almış. Osmanlı Arşivi'nde bulunan cönk benzeri bir defterde de kısa hikayesiyle birlikte kaydedilmiş. Bu nüshayı sizlere sunuyorum.

METİN:

Şeyhî merhum asrının serâmedi ve zamanının emirü’l-kelam-ı müeyyedi. Germiyanoğlu namındaki padişah, bir destârî bu beyti sundukda ol padişah tahsin eyleyüp “medh bu gûne olur bizim Şeyhî aceb aceb sözler söyler bilmem beni medh mi eder yohsa zem eder”

şiir-i müstahsen budur

Beyt:

Benim devletlü sultanım akîbâtın hayr olsun
Yediğin bal ile kaymak yürüdüğün çayır olsun»





1930'LU YILLARIN TÜRKİYE'SİNDEN BİR KESİT

1930'lu yıllardan aktarılan gazete kupürleri nedense çoğunlukla o yıllardaki güzellik yarışmalarına ait haberlere dair oluyor. Kupürlerin yan sütunlarında neler olduğunu taramazsanız göremezsiniz. Benim gözüme çarpan en önemli hususlardan birisi o yıllarda yoğun bir konferans, panel faaliyeti olduğudur. İstanbul'da, Ankara'da yeni cumhuriyetin ideolojisini halka yansıtmaya yönelik konferans faaliyetleri yanında oluşturulacak strateji ve belirlenecek hedefleri tespit için de çalışmalar yürütülüyordu. Bunlara üst düzey akademik ve entelektüel camiadan katılımlar oluyor ve aydınların kıran kırana tartışmaları da kamuoyuna aksettiriliyordu. İşte bu faaliyetler günlük gazetelerin ilk sayfasından hem de fotoğraflı olarak haberleştiriliyordu. O yılların gazetelerini tararsanız bu yazdıklarımın çok sayıda somut örneğini görebilirsiniz. Sadece güzellik yarışmalarına odaklanırsanız memleketin fikri düzeyinin nasıl geliştirildiğini anlayamayan beyniniz bacak boyu seviyesinde takılır kalır. 

(Kupürler 16 Ocak 1933 tarihli Cumhuriyet gazetesinden)







HATTAT DEMİRCİKULU YUSUF EFENDİ


Hattat Karahisârî mektebinin son temsilcisi Hattat Demircikulu Yusuf Efendi, yazılarını yazdığı Tophane Kılıç Ali Paşa Camii’nin tam karşısındaki Karabaş Dergâhı haziresinde medfundur. Karahisârî’nin öğrencilerinden Derviş Mehmed’in talebesidir. 2008 yılında çektiğim mezar taşı o zamanlar rahatlıkla görülüp kitabesi okunuyordu. Şimdilerde etrafını yabani otlar bürümüş vaziyette sadece külahını görebiliyorsunuz. İnternet ortamında da kitabeyi göremeyince nezdimdeki fotoğrafını paylaşmak istedim.
KİTABENİN METNİ
Teveffa el-Merhûm Hattat Yusuf
eş-Şehîr be-Demirci Kulu Tilmiz-i Derviş
Mehmed min-Telâmîz-i Ahmed el-Karahisârî
Sene 1020 [1611]


MİRAC KANDİLİ TEBRİKİ


Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi’nin Sultan İkinci Abdülhamid’e yazmış olduğu Mirac tebriknamesi.
METİN:
Hâk-i pâ-yı meʼâlî-ihtivâ-yı Cenâb-ı Hilâfet-penâhîlerine maʼrûz-ı abd-i memlûkleridir
Mübeşşir-i mü’minîn olan mi’râc-ı bâhirü’l-ibtihâc-ı Cenâb-ı Risâlet-penâhî leyle-i celîlesinin hakk-ı Hümâyûn-ı mekârim-makrûn-ı Hazret-i Padişâhîlerinde sabâhü’l-hayr-ı yümn ü mes’adet ve incilâ-gâh-ı envâr-ı ilhâmât-ı Sübhâniye olan kalb-i Hümâyûn-ı Mülûkânelerinin bu gibi nice leyâlî ve eyyâm-ı mübâreke idrakiyle mazhar-ı meserret olması de’avât-ı icâbet-âyâtını tizkâr ve tilâvetle îfâ-yı vecîbe-i mukaddese-i memlûkiyyet ve teveccühât-ı cihân-derecât-ı Cenâb-ı Zıll-ı İlâhîlerinin hakk-ı bendegânemde bekâ ve devâmı teferru’âtına bu vesîle-i cemîle ile de mübâderet kılındığı rehin-i ilm-i kâ’inât-ârâ-yı Şâhâneleri buyuruldukda her halde emr u fermân hazret-i veliyyü’l-emri ve’l-ihsân Efendimizindir. 27 Receb 1317 [1 Aralık 1899]
Abd-i Memlûkleri
Yusuf İzzeddin


KAYIP RUH


Adam her yerim ağrıyor, dökülüyor, nereye dokunsam sızım sızım sızlıyor, parmağımla kafama dokunuyorum ağrıyor, göğsüme dokunuyorum sızlıyor şikâyetiyle gittiği doktorda tüm tetkiklere girmiş… Tahliller, muayeneler sonucunda ağrılarına bir teşhis konulamamış. Doktorun son anda aklına elinin röntgenini çekmek gelmiş. Bakmışlar ki adamın sadece parmağı kırıkmış, farkında olmadığı için ağrının kaynağını vücudunun farklı yerlerinde zannediyormuş.
Bu belki de bize uyarlanabilecek bir fıkra olabilir. Aslında biz de ruhumuzu kaybetmişiz, sıkıntılarımızın kaynağını teşhis edemiyor, yanlış yollarda teşhis uğruna geziniyoruz. Toplumun her sıkıntılı durumunda dağılmamızı önleyen, pek o kadar derli toplu olamasak da yine de “toplum” vasfını kazandıran bir ruhumuz vardı. Binlerce yılın imbiğinden geçmiş, saf bir ruh...
Her şeyi maddeyle izah edemiyorum. Bence maddeye karşı galebe çaldığımız veya yenilmediğimiz her duruşun, tavrın ardında o ruh gizliydi. Bu sihirli kelime her zihniyetin, toplum tabakalarından her kesiminin içinde yer bulmuştu.Köylü ruhu, işçi ruhu, esnaf ruhu, öğrenci ruhu ilk elde sıralayabildiklerim. Futbolda bile mağlubiyetler “takım ruhunun kaybolması” ile izah edilirken formsuzluk akla en son gelen sebepti. Yangın, sel, deprem gibi afetlerde hemen “toplumsal dayanışma ruhu” harekete geçirilirdi. En materyalist tavır bile “devrimci ruh”a sahip olmakla övünürdü. Milliyetçilik ruhu zaten bir ekoldü. Bunlara rağmen en maneviyatçı, ruhçu olması gereken “İslamcıların” ruh eklentisiyle pek temas etmeden yürüdükleri yolda sıraladıkları fikri umdeler, dünyanın en maddi devletinin tesisini vaad ediyordu.
Nereden kaynaklandı, neler sebep oldu bilemiyorum ama bir ara hengâmede kaybettik ruhumuzu. Belki de aramaya kalktık ama o aradığımız yer karanlıktı, bulamadık. Yan taraf aydınlıktı, bulamayacağımızı bile bile orada aramayı yeğledik. Böylelikle izini bile yakalayamadık. En iyisi kaybettiğimiz yere bir ışık tutarak tekrar bir arama faaliyetine girişmenin planlarını yapmak. Kısa vadeli en pratik çözüm bu olabilir…

TERSANE AMELESİ KIYAMI


Sultan Abdülhamid’in son zamanlarında Tersane işçileri de gösteri ve yürüyüş yapmışlar. Belgede "kıyam" kelimesi ile karşılandığına göre gayet büyük boyutlu bir eylem olmalı. Gezi Direnişinde Başbakanlık Ofisi’nin bulunduğu Beşiktaş’a yönelik gözü kara eylemler yapılmıştı. İlginçtir Tersane işçileri de hedeflerine Sultan’ın Yıldız Sarayı'nı koymuş olmalılar ki bin kişiden fazla bir kalabalıkla Beşiktaş’a doğru yürüyüşe geçmişler. Yürüyüş öğrenildiği anda Abdülhamid’in baş hafiyelerinden Fotoğrafçı Bahriyeli Miralay Ali Sami’ye telgrafla haber veriliyor. Hafiye de bunu anında saraya ulaştırmış olmalı ki cevaben Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa imzasıyla Beşiktaş’a gelmelerinin engellenmesi yönünde talimat verildiği padişaha bildiriliyor.
METİN
SURET
Ser-Fotoğrafi-i Hazret-i Şehriyari Miralay Ali Sami Bey'e
Şimdi bini mütecaviz Tersane amelesi bi’l-kıyam Beşi[k]taş’a doğru hareket ettikleri maruzdur
Kulları Kemal
Mabeyn Başkatibinin Padişaha Arzı:
Azimetlerine meydan verilmemesi ve ??? arz ve iş’ar kılınması telgrafla Bahriye Nezareti’ne ve azimetlerinin men’i Beşiktaş Zabıtası’na ve İkinci Fırka-i Hümayun Kumandanlığına tebliğ olunduğu maruzdur.
9 Ca. 1325 [20 Haziran 1907]
Abd-i Memlukleri
Tahsin



20 Mayıs 2015 Çarşamba

ZİYY-İ İSLAM'DA BULUNAN ALAFRANGA ÇELEBİLER


Şimdilerde milli hisleri olmayan bir güruh her operasyonda “vay borsa düştü, yok dolar fırladı” teraneleriyle şahsi çıkarlarının her zaman için millet ve devletin çıkarlarından önce geldiğini vurguluyorlar.
Memleketin başına kötünün kötüsü ne gelirse gelsin, yeter ki rakamlar aleyhlerine gelişmesin. Bunların ataları da Osmanlı devrinde aynı imiş. Demek ki her devrin adamları bunlar.
Islahat Fermanı günümüzdeki sıkıntıların ana kaynaklarından biridir. Zararlı etkileri bir nebze İkinci Abdülhamid döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında tashih edilse de etkisinden hala kurtulamadık. 1856’ tarihli  Islahat Fermanı, Arz Odası’nda okunup ilan edileceği sırada gelişen olayları Ahmed Cevdet Paşa “Tezakir” adlı eserinde anlatıyor. Paşanın yazdığına göre “Ziyy-i İslam’da bulunan” yani şeklen Müslüman olan bir grup alafranga çelebi, fermandan gayet memnun olarak “mülklerinin değer kazanmasından ve medeniyetin yayılacağından” bahsediyorlar.
Bakış açısı böylesine maddi olan adamların nesli giderek artış göstermeseydi keşke.


SER-SİKKEGEN [SİKKEZEN] ABDÜLFETTAH EFENDİ

Kapak fotoğrafımızda yer alan hüsn-i hat Ser-Sikkegen (Sikkezen) Abdülfettah Efendi’nin “Hikmet kalem ile kaimdir” manasına gelen kelam-ı kibarın levhasıdır. Ketebe kaydı “Nemmekahu Abdülfettah Gufirelehu sene 1264” ibarelidir. 1847 tarihli bu eser o sene açılan Osmanlı Arşivi’nin ilk binası Bab-ı Ali Hazine-i Evrakı için hazırlanmıştır ve yıllardır asılı bulunduğu yerden Kağıthane’deki yeni Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ne taşınmıştır. Orijinal levha olarak muhafaza edilmektedir.
Aslen Sakız adalı bir Rum çocuğu iken Hüsrev Mehmed Paşa’nın yetiştirmesi olarak İslam Dini’ne girmiş, en iyi hattatlardan dersler görerek Osmanlı Hat Sanatı’nı üst düzeyde temsil etmiştir. Zamanla Darphane’de basılan para ve madalyalar ile kağıt paraların kalıplarını hâkk eden hakkâkların başına getirildi. Bundan dolayı “Ser-sikkezen” lakabıyla tanındı. Divanyolu'nda Sultan İkinci Mahmud Türbesi'nde sağ kapıdan girişte soldaki kabrinde medfundur.
Lakabı etrafında üretilen güzel bir fıkra da mevcuttur.
Bir gün davetli olduğu bir paşanın konağında zenci uşaklardan biri Abdülfettah Efendi’yi içeriye takdim etmek için isim ve görevini sorar. “Ser-Sikkezen Abdülfettah” cevabını alınca da uşak “Benimle dalga mı geçiyorsun” der gibi yüzüne bakar.Uşak ne yapsın, görevini yapıp duyurmak da lazım. Kendince bir çare bulur ve içeriye doğru yüksek perdeden seslenir. “Sünnetçibaşı Abdülfettah Efendi”.

HİNDİLER TEKKESİ

İstanbul Aksaray’da Horhor denilen semtin bugünkü sakinleri her ne kadar buraya Hindular Tekkesi deseler de Hindîler Tekkesi olarak söylenmelidir. “Nisbet Yâ’sı” denilen “Y” harfi bir ismin sonuna geldiğinde o kelimeyi mefhumuna mensup eder. Burada da “Hint ülkesine mensup” mânâsına Hindî denilmiştir. Türkî, Azerî, Kırımî ve benzeri kelimeler gibi. Hani halk böyle adlandırıyor diyelim, neyse de burayı restore edeceğine inanan kurum ve şahıslardan da bu hatanın sadır olmasını nereye bağlayacağız. Yoksa onlar gerçekten bu mekânı İstanbul’un eski Hindu "gurularının" sakin olduğu bir yer olarak mı biliyorlar?






TEVRAT VE ESTER KİTABI



Tevrat'ın Ester kitabı günümüze ışık tutan olayları anlatan ibretli bir hikayedir. Yahudi kızı Ester'in kimliğini gizli tutarak amcası Mordehay tarafından yerleştirildiği Pers sarayında nasıl kraliçe olduğunu anlatır. Yahudilere tepki koymak isteyeyen milliyetçi Perslerin de Yahudiler tarafından nasıl katledildiğini "Kutsal" metin halinde dile getirir. Yahudilerin en büyükbayramı olan PURİM'in kökeni burada zikredilir.

Etrafımda gerçekleştirdiğim kısa bir soruşturmada kimsenin bu "sure"yi okumadığını hayretle farkettim. Sonra düşündüm de biz Müslümanlar Kuran'ı dahi okumuyoruz nerede kaldı Kitab-ı Ahd-i Atik... Bu sebeple kutsal metinlerine hala sadık tek toplum olan Yahudiler için önemli bir akidenin günümüze taşınabilirliği ihtimaline binaen bu bölümü okumanızı hararetle tavsiye ediyorum.

Ester kitabının bir bağlantısını veremiyorum, aranırsa WWW ortamında bulunuyor. Burada özellikle dikkatinizi çekmek istediğim husus "Başlangıçta halkını ve soyunu açıklamayan Ester'in takipçisi Yahudilerin ne kadarı hâlâ bu Tevrat "ayetine" uyarak soyunu ve halkını açıklamıyor". Bu coğrafyada iki bin yıldır yaşayan yahudiler hiç mi çoğalmadılar da halen bir avuç nüfusa sahipler.

Est.2: 10 Ester halkını da, soyunu da açıklamadı. Çünkü Mordekay bunları açıklamasını yasaklamıştı.




AYINGACILAR


Tütün kaçakçısına ayıngacı denilir. Düyun-ı Umumiye milletin elindeki tütüne el koyup, içeceği tütünü bile belgeyle teslim edince gayriihtiyarı kaçakçılık başlamıştır. Kaçakçılıkla mücadele adına hapiste bulunan eski mahkumlardan bir kısmı serbest bırakılarak zaptiye kuvvetlerine katılmışlardır. Acımasız mücadele yöntemleri sonunda bu vatanın evlatlarından otuz bin civarında masum öldürülmüş büyük bir miktarı da yaralanmıştır. Bu kaçakçıların çoğu zorla haydutluğa itilmiş gariban köylülerdir. Düyun-ı Umumiye hem milletin parasını emeğini sömürmüş, hem de masum köylülerin arasına kan davası ve nefret tohumlarını ekmiştir.
Tuzu kuruların kafaları kendine gelince söyledikleri Çökertme bile ayıngacı türküsüdür. Manevi derinliğini ve acılarını düşünmeden sadece eğlenmek amacıyla bu türküler söylenmemelidir.
[Aşağıdaki “Ayıngalar dağ başında” türkü sözleri, İsmet Göksel’in Hüsnü Pehlivan’dan derlediği bir türküdür. Evrensel'in sitesinden alınmıştır.]
Karacaşehir’de tütün kaçakçılığı yapılmaktadır. Dönem, Cumhuriyet öncesidir. Adını bilmediğimiz ve öksüz olan bir çocuk, geçimini sağlamak için zorunlu olarak tütün kaçakçılığı yapmaktadır. Ata yüklediği ayıngaları (kaçak yaprak tütün) götürürken, kolluk kuvvetlerine yakalanır ve Eskişehir’e getirilir. Köprübaşı’nda da asılır. Bunun üzerine yakılan bir türküdür.

Türkünün sözleri şöyledir:
Ayıngalar dağ başında
Ölüsü köprü başında
Anası ağlar başında
Beyler, haberiniz yok mu?
Ayıngayı sardım ata
Geçtim Karaşer’den öte
Hiç kılıma gelmez hata
Beyler, haberiniz yok mu?

KAYI DAMGALI KANUNİ DEVRİ TOPU

Dolmabahçe Sarayı'nın ön avlusunda saat kulesinin arka kısmında kalan 492 yıllık dev bir toptan bahsedeceğim. Hakkında yapılmış araştırma belki vardır ama kısa süreli taramalarımda bulamadım. Kanuni'nin hükümdarlığının ilk yıllarına ait. 1520-21'e tarihleniyor. En şaşırtıcı nokta İkinci Murad hatta Fatih devirlerinden sonra pek rastlanmayan KAYI boyu damgasını barındırması. Bulunduğu yerde en azından bir plaket olsa da bu kadar tarihi bir eser ele güne tanıtılabilse.



Amel-i Ahmed bin Abdullah Ser-Topçuyan






18 Mayıs 2015 Pazartesi

YILDIZ MAHKEMESİ DUHULİYE BİLETİ



Midhat Paşa'nın 27 Haziran 1881 günü Yıldız Parkı Malta Karakolhanesi'nde icra edilen mahkemesine giriş bileti. İngiltere sefiri Lord Dafrin namına hazırlanmış. 





Bu dava o zamanların Silivri mahkemesi olarak nitelenebilir aslında. Bugün de ABD Sefirine böyle bir duhuliye bileti hazırlamak lazım.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

DEMİRYOLU GEÇSİN DE İSTERSE SIRTIMDAN GEÇSİN


Topkapı Sarayı bahçesinden demiryolu hattı geçirmek için Sultan Aziz'den izin istediklerinde "demiryolu geçsin de isterse sırtımdan geçsin" demesi pek matah bir şeymiş gibi övülüp duruyor. Sanki başka yer yokmuş gibi bu milletin en mühim hatıra eserlerinden birinin tahribatına yol açan padişahı göklere çıkarıyorlar. Bir kere bu tarihte zat-ı şahane Topkapı Sarayı'nda yaşamıyordu. Borç harç yapılan Dolmabahçe Sarayı ile bir dizi küçük saray ve kasırlarda ikamet ediyordu. Asırlarca Osmanlı'nın şanını yaşatmış Topkapı Sarayı, sanki eski şaşaalı devirleri hatırlatmasın diye terk edilmişti. Belki de "Asıl Osmanlı" ruhundan uzaklaşmak, "Yeni Osmanlı" ruhunu inşa etmek için bu saraydan kaçmak lazımdı. Oysa Fatih'den itibaren kaç padişah orayı mekan tutmuş, hatıraları bu devletin kalbi mesabesindeki saraya nakşolunmuştu. Bu hatıralarla yaşamak ezik şahsiyetli "yeni" Osmanlı ruhunu eziyetlere gark etmiş olmalıdır. Ellerinden gelse sarayın tamamını yıkıp 19. yüzyılın diğer kasır, köşk ve sarayları gibi bir şekle sokmak istedikleri anlaşılıyor. Günümüzde Konyalı Restaurant olarak işletilen Mecidiye Kasrı Topkapı Sarayı'ndaki tek uyumsuz binadır. Ne çevreye, ne tarihe saygısı olan arsız, ruhsuz bir şemadır. Orayı değiştirmenin başlangıcı bu bina olacaktı. Baktılar beceremeyecekler, yine Türk ruhunu aksettiren, bakımsız ama güzel bir sahilsarayı olan Beşiktaş Sahilsarayı'nı ortadan kaldırıp Dolmabahçe'yi inşa ederek oraya yerleştiler. Ardından demiryolu bahanesi ile güzergahındaki asırlık güzelim köşkleri, muhteşem bahçeleri birer birer ortadan kaldırıp demiryolu sayesinde asrileştiler. Topkapı Sarayı'na adını veren köşk ile bir dönemi kapatan Gülhane Hatt-ı Hümayunu'nun okunduğu tarihi Gülhane Bahçesi ve köşkü bile buradaydı. Sonradan bugünkü çakma parka Gülhane adını vererek milleti kandırdılar. Demiryolu güzergahı geçerken yıkılan bir sıra tarihi köşkten bazılarını Yüksek Mimar Orhan Çakmakçıoğlu'nun çizimleriyle sunuyorum.






11 Mayıs 2015 Pazartesi

DEMİRCİ MEHMED EFE’NİN AYAN MECLİSİNE ULTİMATOMU


Demirci Mehmed Efe Yunanlıların İzmir’e çıktığı ve oradan Batı Anadolu’ya yayıldığı bir zaman diliminde Kuva-yı Milliye kumandanı olarak Yunan işgaline karşı koymuştur. Çok geçmeden Büyük Millet Meclisi’nin emirlerine karşı gelerek isyancı durumuna düşse de o ilk zamanlardaki direnişi ile büyük kahramanlık gösterdiği tartışılamaz. Bu dönemine ait İstanbul’da Meclis-i Ayan’a çektiği telgrafta da bunun izleri görülmektedir. Okuma yazma bilmeyen cahil bir adam olduğu söylenen Efe’nin ağzından yazılan bu telgraf metninin sahibi acaba kimdir? Galib Hoca müstear adıyla o havalide çete faaliyetlerine katılan Celal Bayar'a ait olma ihtimali söz konusudur.  Muhtevası ve belagatı itibariyle dikkat çekici bu metinde Ayan Meclisi’ne yönelik “Muktedir iseniz Yunan zulmünü önleyiniz, değil iseniz meselenin hallini bana bırakınız” anlamındaki hitabı özellikle dikkat çekicidir.
TELGRAF METNİ:
MECLİS-İ AYAN RİYASET-İ CELİLESİNE
TARİH:2 Mart 1336 [2 Mart 1920]
MAHRECİ: Nazilli
Ödemiş’in Adagide nahiyesinin Çamlıca karyesiyle kura-yı sairesinde Yunan kuva-yı işgaliyesinin taht-ı esaretinde yaşamak bedbahtlığında bulunan Müslümanların geceleri hanelerinin kapıları baltalarla kırıldığı, erkekleri karakola götürülmek bahanesiyle karyeler haricinde koyun boğazlar gibi bir suret-i feciada şehid edildiği ve muhadderat-ı İslamiyenin ırzlarına taarruz olunduğu ahîran Ödemiş cephesinde mücahidînimiz tarafından esir edilen Yunan Nizamiye İkinci Fırka nakliye efradından Nasu oğlu Yorgi Segororos’un[?] bi’r-rıza verdiği ifadeden anlaşılmıştır. Biz sulh konferansının hakkımızda her halde âdilane olacağını zannettiğimiz karar-ı kat’isine intizaren Kuva-yı Milliye’miz menâtıkında iş ve güçleriyle meşgul Rum unsuruna medeni milletlere yakışacak surette gayet güzel muameleler yapmakta can ve mal ve namuslarını daima taht-ı emniyette bulundurmakta olduğumuz halde Yunan barbarlarının biçare Müslümanlara karşı bî-rahimane tatbik etmekte olduğu imha siyaseti artık sabrımızı tükenecek bir şekil iktisab eylemiştir. Şimdiye kadar mezalim ve fecayi-i Yunaniyeden haberdar oldukça Dersaadet’deki Devlet-i Muazzama mümessillerine, İzmir’deki Yunan kıtaat-ı askeriye kumandanına keşide ettiğim protesto telgrafnamelerinin hiçbir semere-i fiiliyesi görülmemiştir. Bu defaki telgrafımın da aynı akıbete uğraması muhtemeldir. Binaenaleyh feryad-ı istimdadı ayyuka çıkan ve gün be gün maruz kaldığı taarruzat ve tecavüzat-ı gaddarane ve zalimane dolayısıyla bir hayat-ı cehennemi imrar etmekte bulunan masum dindaşlarım namına zât-ı devletlerine hitab ediyorum. Muktedir iseniz men’-i esbabının temini, değilseniz icabı buraca te’min olunmak üzere keyfiyetin taraf-ı aciziye tebliğine inayet buyurulmasını istirham eylerim efendim.
19 Şubat 1336 [19 Şubat 1920]
Nazilli, Aydın ve Menteşe ve Havalisi Umum Kuva-yı Milliye Kumandanı
Demirci Mehmed Efe



İSKENDER KEBABI





Ülkemizin lezzet haritasının en önemli köşe taşlarından Bursa İskender Kebabı, 1926'da ünü Türkiye'yi kapsamış bir marka olmuş. Bu şöhretin evveliyatı kesinlikle sözkonusu olmalıdır. "Meşhur Kebapçı İskender zade Nurettin Efendi" altyazılı fotoğraf bu iddiamın delili.

EMEVİ-HAŞİMİ REKABETİ


Müslümanlar için kapanmaz bir yara haline gelen Şii-Sünni rekabetinin aslı astarı işte bu kadar basit. İlkel Arap kabileciliğinin, asabiyetin (kan bağı) somut bir örneği. Üstelik buradaki hadise İslamiyetin zuhurundan yıllar evvel gerçekleşiyor. Muaviye, anası Hind, babası Ebu Süfyan hep birlikte Haşimilerin bu olayda Emeviler üzerindeki galebesinin intikamını almaya and içmiş insanlar. Ellerine geçen ilk fırsatta da aynen buradaki gibi hakemle intikamlarını alıp huzura erdiler ama bütün bir İslam toplumunun yüzlerce yıldır kanayan yarasını kapanmamak üzere açtılar. Bırakın bu işleri, Şii-Sünni bilmem ne... Meselenin künhüne vakıf Tevhid Ehli Müslümanlardan olmak kafidir.
KUPÜR: Zekai KONRAPA'nın yazısından alınmıştır.



EGE DENİZİ Mİ ADALAR DENİZİ Mİ


Gazi Mustafa Kemal Paşa “Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir” emrini verdiğinde ordumuz Sakarya’dan güneye kıvrılıp Akdeniz’e yol alırken neden vazgeçmiş de İzmir’e yönelmiş diye düşünebiliriz. Düşünürüz ama cevabını bulamayız. Çünkü böyle bir olay vuku bulmadı. İstiklal Harbi’ni yürüten ordumuz, Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın emrine tabi’ olarak Akdeniz’e yöneldi ve İzmir’i Yunan işgalinden kurtardı. Tabii ki bu İzmir, Antalya veya civarındaki bir yerleşim değildi. Türkler yüzyıllarca Adalar Denizi veya Bahr-i Sefid-Akdeniz adını verdikleri bu denize büyük bir cehalet örneği göstererek 1941’den sonra Ege Denizi, o denizin hinterlandına Ege Bölgesi demeye başladılar. Tabii ki kendi kafalarına göre yapmadılar. Üstelik bilimsel kaygılarla düzenlendiği iddia edilen Birinci Coğrafya Kongresi’nde bu halt işlendi. Orada Adalar Denizi isminin terk edilerek bundan sonra Ege Denizi olarak adlandırılması karar altına alınıyor. Bu değişiklik hangi ihtiyaçtan kaynaklandı, malum değil. Yüzyılların hatırasına sahip çıkmayan, İstiklal Mücadelesi tarihini inkâr eden bir anlayışı o devrin insanları nasıl kabullendiler, şaşılası bir durum. Mademki her yerin ismi aslına irca ediliyor, ben de şu ne idüğü belirsiz Ege Denizi adının terk edilip, bizden olan isminin geri verilmesini, Adalar Denizi olarak anılmasını talep ediyorum. Belki bu isimle birlikte yakınlarda sessiz sedasız Yunanlılara terk ettiğimiz adalarımız da aklımıza gelir.
Aşağıdaki harita Hatay'ın anavatana katılmasından önceki zamana ait. Türkiye Cumhuriyeti haritasında o vakitler Ege Denizi yerine Adalar Denizi ismi kullanılıyor. 1941'den sonra maalesef bizden olan, bizim olan ismi terk ediyoruz.


MELHAME-İ CEVRİ


Günümüzde unutulmuş olan “Melhame” türü eserler bir devrin en çok istinsah edilen ve basılan eserleri arasındadır. “Melhame-i Cevrî” adıyla bilineni ise en meşhurlarındandır. Meteorolojik olayların gelişimini inceleyerek o yılda yaşanması muhtemel tabii ve sosyal hadiseleri, nazım halinde izaha kalkışan bir nevi “fal” kitabıdır.
Bu akşam çok yağmur yağdı. Fırtınalı, şimşekler, yıldırımlar arasında bir akşam geçirdik. Aklıma geldi, Cevri Efendi bu duruma ne izah getirmiş, Mayıs ayında yıldırım düşerse ne olur? 104. sayfayı buldum. Ahkam-ı Yıldırım başlığı altında aynen şu satırlar yazılıydı:
Zahir olursa berk-ı hâtif eğer
Böyledir hikmet-i kaza vü kader
Ola şerr u fesad ve cenk ü cidâl
Dem ola seyl ü mâ gibi seyyâl
Halk arasında zâhir ola fesâd
Edeler birbiriyle lecc u inâd
Aşikâre çıkar harâmîler
Yayıla yeryüzüne leşker-i şerr
Tâcirin malı oluna gâret
Ansızun halka erişe âfet
Hastalık çok ola bu yıl dahi hem
Derd-i teb nâsı eyleye pür-gâm


HÜNSA-İ MÜŞKİL


Türk Medeni Hukuku'nda yakın zamanlara kadar ihmal edildiği için kamuoyu kültüründen dışlanmış bir kavram vardır. "Hünsa-i Müşkil" diye bilinen bu kavramın kapsamına çift cinsiyetliler girer. Doğuştan çift cinsiyetli olanların toplumsal vaziyetleri üzerine medeni bir şekilde eğilinmediği için karanlık ve karmaşıktır. Oysa İslam Hukuku'nda "hünsa" üzerine epeyce bir kalem oynatılmıştır. Değerlendirmelerin yapıldığı yüzyıllar öncesinin ahlâkî ve hukukî seviyesinin bu konuda günümüzden daha insani olduğuna ait deliller vardır. Çift cinsiyetlileri günümüzde ayıplı hissettiren ve utanılacak durumlara sokan anlayışlarımızın aksine o devirlerde toplum içinde rahatlıkla yaşatabilecek teşhislerde bulunulmuş ve tanımlamalar da gayet isabetli olmuştur. Hünsaların tanımı yapılırken erkeklik ve dişilik aletinden de idrarını yapabilmesi belirleyici olmuştur. Bu tanım üzerinden verilen hükümleri meraklılarının incelemesine bırakıyorum.
Bu girişi yapmaktaki esas niyetim bundan sonra Türk siyasi hayatının en önemli unsuru olan siyasi partilerin tamamının benim için "Hünsa-i Müşkil" kategorisinde bulunduğunu kamuoyuna deklare etmektir. Bu partilerin çift cinsiyet üzerinden aletleri vardır ve her ikisinden de idrar yapabilmektedirler. İnsanoğlu için sıradan ve gayet tabii olan bu husus siyasi partileri hünsa yerine i.ne pozisyonuna sokmaktadır. Günümüzün gelişen "siyaset teknolojisinde" iyi bir ameliyatla baskın cinsiyeti tercih edeceklerine, hünsalıklarına devam etmeyi yeğlemektedirler. Hünsalarla iş tutulmaz vesselam.

NECMEDDİN OKYAY

Hezarfen Necmeddin Okyay'ın 1920 senesinden kalan mührüdür. 

Medresetü'l-Hattatin'de hocalık ve Üsküdar Gülnuş Emetullah Valide Sultan Camii'nde imamlık vazifesinde bulunduğu sıralarda kendi yazdığı bir arzuhalin altında bulunan mühürde "Mehmed Necmeddin bin Mehmed Nebih" ismi kazılı. Uğur Derman hoca DİA'ya yazdığı maddede Necmeddin Efendi'nin baba ismini Abdünnebi olarak veriyor. Bu mührün sıhhatinden şüphemiz olmadığına göre baba ismini Mehmed Nebih olarak tashih etmek lazım. Zaten Necmeddin Efendi'nin bir oğlunun isminin Nebih olması da bu mührün doğruluğuna bir işarettir.


MECLİS-İ MEBUSAN'IN SON ZABIT CERİDESİ


Fotoğrafta görülen gazete Türkiye Tarihi'nin önemli bir sayfasının kapanışının timsalidir. 18 Mart 1920 tarihi itibariyle son celsesini toplamış ve bugün itibariyle fiilen kapanmış olan Meclis-i Mebusan'ın Zabıt Ceridesi'dir. Buradan Anadolu'ya geçen ve yeniden seçilen delegelerle 23 Nisan 1920'de Ankara'da Büyük Millet Meclisi (ilk andaki isim böyledir, Türkiye sonradan eklenmiştir) kurulacaktır. İstanbul'da kalan gündemden müzakerelere devam etmek kaydıyla toplanan meclisimiz Kurtuluş Savaşı'nı bilfiil idare etmiştir.
İlginç bir durum tespit ettim. Bu gazetede mevcut Rıza Nur ve arkadaşlarının Protesto metni günümüzde TBMM tutanakları arasında aynı buradaki şekliyle bulunmamaktadır. Cumhuriyet Tarihçisi dostlar arasında bu durumun sebebini bilenlerin izahına muhtacız. 





İNNALLAHE MAASSABİRİN


İran asıllı Çuvalcı Emrullah'ı Osmanlı adliyesi haksız yere hapse atmış ve çeşitli eziyetlerde bulunmuş. Hakkını arayıp sorumluların cezalandırılması talebiyle yazdığı dilekçeleri malum olacağı üzere çeşitli kanallarda örtbas edilip sonuçlandırılmamış. Emrullah Ağa bakmış olmuyor, son dilekçesine aşağıdaki gibi başlamış. İlginçtir bu dilekçe Sadrazam tarafından dikkate alınıp Adliye Nezareti ile muhabere edilmiş. Şimdi olsa akıbet nasıl olurdu bilemiyorum ama mahkemeye hakaretten yallah zindana pek uzak bir ihtimal değil galiba.
METİN:
Mesned-i Celil-i Sadaret-i Uzmaya
Ne bitmez tükenmez tahkikattır. On aydan beri hâlâ devam ediyor.
İnnallahe maassabirin. [Bakara 153, Allah Sabredenlerle Beraberdir]


4 Mayıs 2015 Pazartesi

MİSAK PALAMUTOĞLU



Misak Palamutoğlu. Babıali'nin en eski kitapçılarındanmış. Zaman Kitabevi sahibi. Vaktiyle Londra'ya yerleşmiş oğlu Jan Palamutoğlu'na sipariş ettiği kalp ilacını getiremeden oğlu vefat ederek evlat acısını yaşlı yüreğinde hissetmiş. Bunun üzerine kalp ilacını tedarik edip biriyle İstanbul’a göndermesini bu sıralarda Paris’te bulunan Taha Toros beye yazıyor.  Hem de ne yazma. Sene 1961, bizim Misak Efendi güzel bir Türkçe ile eski yazıyla bu mektubu yazıyor. Dostluk böyle bir şey olmalı. Bizim anlayamadığımız bu ulvi hisleri yaşatmış Osmanlı nesline selam olsun. Kendilerine hürmeten mektuplarını yeni yazıya aktarmayorum. Okumak isteyen Misak Efendi gibi öğrensin efendim…