11 Temmuz 2020 Cumartesi

KENDİNİ YANGINZEDE GÖSTEREN SİİRTLİLER


Tabii afetler, yangın, iskan, sosyal devlet, kent sosyolojisi çalışanlara bir faydam olsun. İstanbul'da 1 Haziran 1918'deki Fatih-Cibali yangınında tahminen 7500 ev yanmıştı. Yangın komisyonu afetzedelerin iskan ve iaşesi ile uğraşırken, Siirt'ten gelen 600 nüfusu aşan bir kitle de yangınzede oldukları iddiasıyla ortalıkta dolanmaya başlamış. Yangın komisyonu reisi İstanbul 1. Kolordu komutanı [imzasını Hasan Tahsin gibi okudum ama emin değilim] Sadaret'e yazdığı yazıyla bu kabilden Siirtlilerin memleketlerine gönderilmesini talep ediyor. Kaçı gönderildi, kaçı İstanbul'da kaldı, yoksa hepsi de buraya mı yerleşti, belgesini bulamadım. Günümüzde Siirtlilerin en çok yaşadığı Atpazarı-Zeyrek havzası bu yangının yok ettiği yerlerdendi. Belki de hepsi oralara yerleşti. İstanbul tarihi ve sosyolojisi açısından önemli bir belge.

Belge Metni:

NUMARA 51
Huzur-ı Sami-i Cenab-ı Sadaretpenahiye
11-6-34 [11 Haziran 1918]

Maruz-ı çaker-i kemineleridir ki
Fatih harîk-i kebirinde hane ve eşya-yı beytiyyesi muhterik olanların emr-i iskân ve iaşeleri ile iştigal olunduğu sırada Siirt ahalisinden altı yüzü mütecaviz nüfusun harikzedegân meyanına karışarak kendilerini umumi mahallerde iskân ve iaşe ettirmekte olduklarına dair verilen malumat üzerine icra ettirilen tahkikatta bunların masaib-i harik ile müteessir olmadıkları halde mücerred saika-i hırs ve tama’la kendilerini harikzede göstererek umumi mahallere yerleştikleri ve üç yüz yirmi yedi senesi Aksaray harikında da aynı tarikı ihtiyar etmiş oldukları anlaşılmıştır. Harikdan musab olan afetdidegânın iskân ve iaşeleri ile uğraşıldığı bir zamanda çapulculuktan başka sıfatları olmayan bir alay Siirtlinin harikzedegan arasına sokulmaları emr-i iskân ve iaşe hususundaki mesai-i masrufeyi haleldâr etmekle beraber İstanbul’da bir güna alaka-i maddiyeleri de bulunmadığından esasen mazbutü’l-ahlak olmayan merkumların masarif-i seferiyyesi iane akçesinden temin edilmek üzere memleketlerine sevk ve izamı hususunun Polis Müdiriyet-i Umumiyesi’ne emr u tebliği zımnında keyfiyetin suy-i ali-i fahimanelerine arz u izbarı Harik Komisyonu kararı iktizasından olmağla ifa-yı icabı merhun-ı müsaade-i celile-i Asafâneleridir. Ol babda emr u fermân hazret-i veliyyül emrindir.

Birinci Kolordu Kumandanı Fatih
Harik-ı Kebiri Komisyonu Reisi
[İMZA]

21 Mayıs 2020 Perşembe

SALGIN HASTALIKLARDA HAFIZ TUTULSUN TALEBİNE MEHMED AKİF'İN CEVABI

Osmanlı Devleti’nde şiddetli bir kolera salgınının hüküm sürdüğü günlerde Mehmed Akif’in başında bulunduğu Sırat-ı Müstakim mecmuasına bir mektup gelir:

“Bir zamanlar böyle bir salgın olduğunda para ile hafızlar tutulup memleket memleket gezdirilirdi, bugün koleradan epeyce ölüm olduğu halde hiç öyle bir teşebbüste bulunmak kimsenin aklına gelmiyor. Sıratımüstakim hükûmete bu eski fakat dindârâne usûlü canlandırmasını tavsiye etse büyük bir hayır işlemiş olacak” diye temennilerde bulunan bu mektuba verdiği cevapta Mehmed Akif diyor ki:

“Evet, böyle bir eski usûl vardı, lâkin hiçbir vakit dindârâne değil idi! Eski hükümet (II. Abdülhamit devri) konumunu sağlamlaştırmak için milletin maruz kaldığı felâketlerden bile yararlanmak isterdi, yoksa bulaşıcı hastalıklara karşı sağlık kurallarına uymaktan başka bir tedbir olamayacağını pekala bilirdi. Yıldız’da yüksek sesle okunan Buhârîler hastalığı savuşturmak için değil, saf halkın dinî hislerini okşayarak dalkavukluk bekleyen bir padişaha güven tazeletmek için idi. Yoksa bir taraftan tâ Rusya sınırındaki koleranın gölgesinden ürkerek sarayında en sıkı koruyucu sağlık önlemleri alan; diğer taraftan hamam külhanlarında dinî kitapları cayır cayır yaktıran adamın Buhârîlere, salavât ve selâmlara zerre kadar önem vermeyeceğini azıcık düşünenler pek kolay kestirebilirdi.»

17 Kasım 1910 tarihli yazıyı biraz sadeleştirerek, Bağcılar Belediyesi’nin projesiyle yeni yazıyla yayınlanan nüshadan aldım. Yazının tamamını da ekte verdim. Yeni yayın Osmanlı Arşivi’nden arkadaşlarımız tarafından hazırlandı. Bu vesile ile projeye büyük katkısı olan İskender Türe arkadaşıma rahmetler diliyorum.




CEMAATLE NAMAZI TERK EDENLERİN TEDİBİ

Osmanlıdan bizlere kalan belgelerin geneli devletin soğuk yüzünü aksettirir. Osmanlı toplumunun bugün için hayal etmekte zorlandığımız kozmopolit, capcanlı, cıvıl cıvıl hayatını günümüze yansıtan belgeler genele göre çok azdır.

Şeriye sicilleri toplum hayatını bir nebze günümüze taşıyabilse de mahkemenin, hukuk dilinin duygusuz üslubunu okumak pek keyifli değildir.

Toplum hayatını anlamak, lisanın lezzetine vara vara okumak için benim favori belgelerim mahkeme istintakları ile havadis ve vukuat jurnalleridir.

İstintakları daha önce bir iki defa tanıtmıştım. Havadis jurnallerini de Cengiz Kırlı hoca “Sultan ve Kamuoyu” adıyla kitaplaştırmıştı. İş Bankası’ndan çıkan bu eserin mevcudu kalmış mıdır bilemiyorum ama meraklısına tavsiye ederim.

1840-44 arasında yoğunlaşan ama sonraki yıllarda da devam eden jurnal usulü, ruhen II. Abdülhamid’in meraklı olduğu jurnallerden farklıdır. Osmanlılar milletin nabzını nasıl yoklarlarmış, o zamanın sosyal medyası neymiş, jurnallerin incelenmesiyle nispeten anlaşılır.

Topkapı Sarayı Arşivi’nden Osmanlı Arşivi’ne devredilen belge ve defterler arasında tam Ramazanlık bir vukuat jurnaline rastladım. Tarihsiz bir defter ama Abdülmecid devrine ait olmalı. Beş vakit namazı cemaatle kılmayıp, cemaati terk eden Berber Ahmed, Manav İsa, Keseci Mustafa mahalle imamı tarafından Seraskerlik Kapısına gönderilmiş. Padişah efendimiz bu kadar camiyi, mescidi inşa ve tamir ettirdiği halde cemaate devam etmeyenlerin nasihatle, kötekle her neyle olursa terbiye edilmeleri için gereken yapılarak salıverilmişler. Tedip cezasının içine ufak tefek dayak da girer, bağırıp çağırmak da. Artık hangisini uygun gördülerse…

METİN

Mâh-ı mezkûrun (üstteki jurnal Rebiülahir ayına ait) on dördüncü pazartesi günü olan vukuatın jurnalidir:

Berber esnafından Ahmed ve Manav İsa ve Keseci Mustafa evkat-ı hamsede cemaate adem-i devamlarından naşi mahallesi imamı kulları Bab-ı Seraskeri’ye göndermiş olduğundan saye-i ma’delet-vaye-i tâc-dârîde bunca cevami-i şerife ve mesacid-i münife tamir ve inşa olunmakta olup da bu makule cemaate adem-i devamları olanların teʻdibâtı lazimeden bulunmuş olmağla ol vechile icab ve iktizası icra kılınarak salıverilmiş olduğu.



KAHROLSUN İŞGAL



19 Mayıs kutlu olsun. Mağlup Osmanlının son günlerinde İstanbul gibi Anadolu’nun da tümden işgal edilip Sevr’in yürürlüğe girmesine ramak kaldığını günümüzde unuttuk neredeyse. “Kahrolsun İşgal” İstiklal Harbi’mizin başlangıcındaki en etkili sloganlarımızdandır ve ilginçtir İstanbul Hükümetini de rahatsız etmiştir. İşgal ordularının İstanbul’dan sonra adım adım Anadolu’yu da işgali projelerine direnen Türkler o günlerde bu sloganı dile getirmekten çekinselerdi, sessiz kalıp boyun eğselerdi, ne İstiklal Harbi ne de bağımsız bir devletimiz olabilirdi.

Osmanlı Arşivi’nde bulunan aşağıdaki belge bir ibret belgesidir. İngilizlerin Merzifon ve Samsun’daki birliklerini tahliye etmesi üzerine sevinç gösterileri, fener alayları düzenlenen Sivas’ta fenerlere “Kahrolsun İşgal” sloganları yazılınca İstanbul’dan Sivas’a Dâhiliye Nazırı Damat Mehmet Şerif (Çavdaroğlu) tarafından gönderilmiştir. Halkın sevinç gösterilerini tabii bulmakla beraber işgal kuvvetleri hakkında böyle slogan atılmasının siyaseten memleket için bir kötülüğe yol açabileceğinden dolayı, ılımlı hareket edilerek gerekenlere nasihat edilmesinin emredildiği bu telgrafa Mustafa Kemal Paşa sert tepki göstermişti. Atatürk “Nutuk’ta” Şerif Paşa’nın milli hareketi baltalayıcı hamlelerine uzun uzadıya yer vermiştir.

BELGE

BABIALİ
DAHİLİYE NEZARETİ
Kalem-i Mahsus
Sivas Vilayeti’ne Şifre/Müsta’celdir

İrade-i Milliye istihbaratı imzasıyla gelen telgrafnamede İngiliz kıtaʻât-ı işgaliyesinin Merzifon’u ve müteakiben Samsun’u tahliye etmesi münasebetiyle Üçüncü Kolordu’nun daire-i nüfuzu altındaki menâtıkta milli nümayişler icra edilerek Sivas’ta fener alayları tertip olunduğu ve fenerlerde kahrolsun işgal cümlesi de muharrer bulunduğu işʻâr kılınmıştır. Merzifon ve Samsun’un tahliyesinde meserret-i âmme husûlü pek tabiidir. Ancak kuvâ-yı işgaliye hakkında böyle tabirat istimali halen ve siyaseten memleket içün dâʽî-i mazarrat olabileceğine binaen begayet hakîmâne ve müteenniyâne hareketle devlet ve memleket aleyhinde bir netice-i muzırra ihdasına meydan bırakılmaması esbabının istihsaline ve icap edenlere bu yolda nesâyih icrasına himmet buyrulmasını bilhassa zât-ı vilayetpenâhîlerinden intizar ederim. Fî 11 Teşrin-i Evvel sene 335 [11 Ekim 1919]

Nazır
Mehmed Şerif




11 Mayıs 2020 Pazartesi

HAKK'A SIĞINDIK

Birinci Dünya Savaşı sonundan itibaren tüm dünyayı kasıp kavuran ve 100 milyona yakın can aldığı rivayet olunan İspanyol Nezlesi’nin ülkemizde de etkili olduğu 1919 yılında basılan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Hakk’a Sığındık” adlı romanı ortamın basit bir tasviriyle başlar. Yüz yıl aradan sonra bu tasvirdeki zihniyetin günümüzde de çok değişmediğini, vıdıvıdıcı kocakarıların ortalıkta cirit attığını görmek hiç şaşırtıcı değil. Hani o günlerdeki kocakarılar cahildi, eğitimsizdi ama sanırım eğitim de bize fayda etmiyor. Nitelik değiştiren cehaletin ruhlarımızı istilası sürüyor.
METİN
«Hangi evde maraz zuhur ederse orada düğün varmış gibi bütün komşu kadınlar hemen ziyarete, iyadete, kendi tabirlerince hatır sormağa koşuyorlar ve “A! Dostluk bu günde belli olur” nakaratıyla hastanın hizmetinde bulunuyorlar, bardağından içiyorlar, artığını yiyorlar, koynuna girecek gibi yatağına sokuluyorlar.
-Aman böyle yapmayınız, tehlikelidir.
Diyecek kadar basiretkâr olanlara:
-Hanım, Allah sekizde verdiğini beşte almaz. Kırk yıl kıran olmuş, eceli gelen ölmüş… Zavallıcık, evinde oturup durur iken hastalık ona nereden geldi? Hastalık, sağlık Allah’tan… Rabbimin takdiri ne ise o olur. Hekimler ne bilirmiş? Kelin medârı olsa kendi başına olur. Onlar ölmeyecek mi? Bu sene İspanyol’dan az hekim mi öldü? Ecele çare olmaz. O cahillere uyup da öyle söylemeyiniz. Rabbimin gücüne gider. Ona şirk koşmuş gibi olur…
Diyorlardı.
Seksen hekimin vesâyâsını [nasihatlerini] bir kocakarının bu tandırname sözleri bi-hüküm [hükümsüz] bırakıyordu.»


Görüntünün olası içeriği: yazı

DER-BEYÂN-I ALÂMÂT-İ ZEVÂL-İ DEVLET

Ola devlet zevâle çünkü karîb
Cünbüş eyler kişi acîb u rîb

Tabʻı muhteli hayli nâzük olur
Fehm u idrâki bî-tedârük olur

Etmeğe başlar irtikâb kişi
Akıl tecvîz kılmaduğu işi

Olup iblîs mekrine mağrûr
Nâ-pesend işi dil-pesend sanur

Avlayup gâfil anı düşmen-i dehr
Câm-ı ayşın ider piyâle-i zehr

Reh-i tuğyâna yelmeğe başlar
Öz ziyânına gelmeğe başlar

Kuduz it gibi irdiğini dalar
Azılı misli gördüğünü çeler

Âhir irip velâkin ana bir er
Ensesinden donuz gibi depeler


(16. yy. sonuna ait olması gereken bu şiirin anlaşılamayabilecek birkaç kelimesi için Kubbealtı sözlüğüne müracaat edilirse mesele kalmaz).

Fotoğraf açıklaması yok.

NEMİZ KALDI BİZİM MÜLK-İ ARAB'DA

Mısır'ın fethinden sonra uzun süre İstanbul'dan uzak kalan vüzera ve ricâlin canları sıkılır. Mısır'dan bir an evvel dönmek için Yavuz'u ikna etmek isterler ama cesaret edemezler. Kemal Paşazade'ye rica ederler. Onun da gözünde buram buram İstanbul tütmüş olmalı ki bir yeniçerinin ağzından duydum diyerek kendi uydurduğu şu şiiri Yavuz'a aktarır.

Nemiz kaldı bizim mülk-i Arab'da?
Nice biz dururuz Şam u Haleb’de?
Cihan halkı kamu ayş u tarabda,
Gel ahî gidelim Rûm illerine!


Yavuz geri dönüş emrini verir ama ertesi günü Kemal Paşazade'ye o şiiri sen mi uydurdun diye de sorar. O da lafı dolandırıp kıvırmaz, ben uydurdum der ve Yavuz'dan 500 duka altın bahşişi kapar.

(Hammer Tarihi'nden)

Görüntünün olası içeriği: yazı

PARA BITINCE KADININDAN BORÇ ALAN PADİŞAH: ÜÇÜNCÜ MUSTAFA

İhtiyat akçemiz tükendiyse, dar günlerimizde kullanabileceğimiz kıyıda köşede paramız kalmadıysa ecdadımızın yolunu takip etmeyi öneriyorum. Rical-i devletimiz sabır ve dua ile kendi karısından, oğlundan, kızından borç alsın, hazineyi takviye etsin. Ecdadın izinde Neo-Osmanlılık bunu gerektirir. Örnek isterseniz belgesiyle mevcuttur.

Sultan III. Mustafa etrafındaki tedbir ehli devlet adamlarının uyarılarını dikkate almadan, “Boğdan’dan gelen alyanak cinsi elmayı Kızılelma zannedip”, “sandalye üzerinde Hamzaname okuyanların” gazına gelerek açtığı 1768 Rusya Seferi’nde hazineyi tamtakır bırakınca oğlunun ve kızlarının parasını borç almaya mecbur kalmıştı. Aslında har vurup harcamayan tutumlu bir padişahken girdiği uğursuz savaşta tüketilen hazineleri doldurmak şöyle dursun, masrafları karşılamanın başka yolunu bulamamıştı. Oğlu Şehzade Selim'in doğumundan sonra hediye gelip Başkadın Mihrişah Sultan'ın nezdinde bulunan paraları, savaş harcamalarında kullanmak üzere borç alıp aşağıdaki senedi verdi. Ne yazık ki borcunu ödeyemeden, savaşın bittiğini göremeden bu dünyaya veda etti.

BELGE

Kese 237 Kusur 55 kuruş
Yalnız iki yüz otuz yedi kise ile elli beş kuruşdur

Bâʻis-i tahrîr-i hurûf budur ki
Gayret-i dîn u Devlet-i Aliyye ve sıyânet-i Saltanat-ı Seniyye-i Osmâniyye içün işbu bin yüz seksen yedi senesine dek gerek harem-i hümâyûnumda ve gerek Has Oda ve Enderûn hazînelerinde gerek Topkapu ve Darbhâne’de mevcûd ve iddihâ[r] eylediğim akçeleri bi’l-cümle masârif-i seferiyye içün harc u sarf olunup gayri akçe kalmadığından nâşî bi’z-zarûre oğlumun ve kerîmelerimin akçelerine muhtâc olmağın oğlum Sultan Selim’in velâdeti vaktinde vezîrden ve ricâl-i devletden gelüp vâlidesi yedinde hıfz olunan akçe olmak üzere iki yüz otuz yedi kise ile elli beş kuruş tamâmen aldım ve masârif-i seferiyye içün gazâya sarf eyledim. Benim alâka ve medhalim yokdur. Meblağ-i merkûmun nısfı yüz on sekiz buçuk kise ile yirmi yedi buçuk kuruş eder. İnşaallahü teʻâlâ ber-minvâl-i muharrer bin yüz seksen yedi senesinde Darbhâne-i Âmire’ye nakl u sarf olunan mebâliğ-i mezbûr baʻde’l-musâlaha vakfımın der-kisesinden tamâmen edâ ve teslim olundukda işbu deyn temessükü şakkoluna.

[Sultan III. Mustafa’nın mührü]




[Bu belge İsmail Hakkı Uzunçarşılı tarafından "Sultan III. Mustafa'nın Hüzün Verici Borç Senedi" adıyla Belleten Dergisi’nin 88. Sayısında yayımlanmıştır.]


NE OLURSA OLSUN MAKAM BENİM OLSUN


Osmanlı Devleti’nin klasik devrinde merkez ve taşradaki ilmiye-seyfiye-kalemiye sınıflarından üst rütbeli devlet adamlarının olağan görev değişiklikleri Ramazan bayramından sonraki ilk gün yani Şevval ayının 4. günü gerçekleştirilirdi. Hicri 1216 yılının Şevval tevcihâtı sırasında (7 Şubat 1802 ) Sadrazam Yusuf Ziya Paşa, Mısır’ı işgal eden Napolyon’u def etmek için ordu ile birlikte gittiği Kahire’den İstanbul’a dönüş hazırlıkları yapıyordu. İstanbul’da onun yerine bakan Sadaret Kaymakamı Abdullah Paşa bir gün önce ağır bir hastalık geçirmesine rağmen törende bulunmak için hasta hasta Topkapı Sarayı’na gelmişti. Tam padişahın huzuruna çıkacağı sırada Arz Odası’na girmek üzere yürüdüğü dehlizde yüzüstü düşüp yüzü gözü kana bulanmış halde ölüverdi. O sırada yaşananları gözüyle görmüş Vakanüvis Vasıf Efendi’nin sözlerini nakleden tarihçi Ahmed Cevdet Paşa makam mevki için bekleşen Osmanlı ricalinin ibretlik hallerini anlatır. Bu ricalin çoğu karşı karşıya kaldıkları böylesine acı bir olayda bile az ötedeki ölümden ibret almayıp “falan kişi mansıp kapacak mı, falan davet olunmuş mu, acaba durumumuz ne olacak, makam az isteyen çok” diyerek söyleşip, etrafa bakışıp dururlarmış.

Fotoğraf açıklaması yok.

PAPAZA OKUYUP ÜFLEYEN HOCA

Basiretçi Ali Efendi'nin "Şehir Mektupları"nda naklettiği güzel bir hikaye vardır. Galata'da hastalanan bir Ermeni papazı kendini nefesi kuvvetli bir hocaya okuyup üfletmiş. Bunu haber alan Ermeni gazetesi Oragir, papazın patrikhane tarafından cezalandırılmasını isteyince Ali Efendi Oragir gazetesini taassupla suçluyor. Nefesi kuvvetli hoca kimdi acaba? Devrinde nasıl bir ün yapmış olmalı ki papaza bile üflemiş. Gazetenin kupürünü ve Nuri Sağlam'ın Kitabevi'nde neşrettiği Şehir Mektupları'ndan ilgili bölümü sunarım.

Görüntünün olası içeriği: yazı

KALENDERHANE CAMİİ'NİN MİNARESİ

Genç tarihçi arkadaşlar için bir olaydan hareketle kaynak tenkidine bir örnek vermek istiyorum. İstanbul’un Vezneciler semtinde kiliseden bozma Kalenderhane Camii vardır. Bu caminin minaresi yıldırım düşmesiyle yıkılmıştır.

Sahalarında zirve olan dört ismin, Ekrem Hakkı Ayverdi, Semavi Eyice, Doğan Kuban ve Nejat Göğünç’ün Kalenderhane Camii’ne dair yazdıkları yazılarda bu olay farklı şekillerde anlatılır. E.H.Ayverdi 1953 tarihli “Fatih Devri Mimarisi” adlı eserinde “bir hususiyeti olmayan minaresi 1928’de saika isabetiyle uçmuşdur” derken müştemilatındaki medrese ve mektebin 1930’da yıktırıldığını yazıyor. Aynı yazar 1973 tarihli “Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri” adlı eserinde “minarenin 1929 senesinde yıldırım isabetiyle yıkıldığını gözlerimizle gördü idik” diyor. N. Göğünç, İÜ. Tarih Dergisi’nin 34. Sayısındaki makalesinde minarenin yıkılması hususunda Ekrem Hakkı Ayverdi’yi kaynak gösterirken iki ayrı eserinde iki farklı tarih kullanmasındaki çelişkiyi de belirtiyor ama esas tarihi es geçiyor. S. Eyice DİA’daki maddede Göğünç’ün makalesini de kaynak göstermesine rağmen yıldırım düşmesinden hiç bahsetmeyerek “minarenin 1930’da yıktırıldığını” yazıyor. Tarih Vakfı İstanbul Ansiklopedisi’ndeki “Kalenderhane” maddesinin yazarı Doğan Kuban da “1930 yılında bir fırtınada minaresinin yıkıldığını” söyleyip geçiyor.

Sahalarında zirve olan bu dört ismin daha dünkü bir olayı böylesine farklı şekil ve tarihlerle anlatması dikkatimizi çekmek zorundadır. Kişilerin gözleriyle gördükleri bir olay da olsa tarihlerini yanlış hatırlamaları olasıdır. Bazıları da S. Eyice’de olduğu gibi ideolojik tarafgirlikle yanıltıcı bilgi verebilirler.

Yakın tarihe ait benzer vakaları bir de gazete ve mecmualardan taramakta fayda vardır. Kalenderhane Camii’nin minaresine yıldırım düşmesinin gazeteler için bir haber değeri mutlaka olacaktır. Zaten öyle de olmuştur ve benim tespit ettiğim Son Posta gazetesi bu haberi ayrıntılı bir şekilde vermiştir. Doğru tarih de bu gazetenin haber verdiği tarihtir. 7 Haziran 1931 tarihli gazetenin “Dün İstanbul’a Bir Yıldırım Düştü” manşetiyle verdiği habere göre Kalenderhane Camii’nin minaresi 6 Haziran 1931 günü yıldırım düşmesi sonucu yıkılmıştır. İstanbul’un en eski eserlerinden birinin yakın tarihte başına gelen önemli bir olayın en doğru tarihini yukarıda saydığım dört kaynaktan öğrenemiyoruz ama gazete haberi bize doğru bilgiyi sağlayabiliyor.


Fotoğraf açıklaması yok.

Görüntünün olası içeriği: şunu diyen bir yazı '62 CAMİİ: Sultan Mehmed (Christ Acataliptos) manastırından tahvil edi- len bu cami Bozdoğan kemerine Hazret-i Fâtih manastırı, vakfiyedeki tâbirle, fukara ve mesâ- kîn için vakfeylemiş bu sebeble Kalenderhane ismini almışdır. bir de medrese ve mekteb eklen- mişdir. Bu son kısımlar 1930 senesinde yıktırılmış, bir hususiyeti olmıyan minaresi 1928 de sâike isabe- tile uçmuşdur. İçinde bazı taş kaplamalar vardır. Na- maza açıktır.'

Görüntünün olası içeriği: yazı

Görüntünün olası içeriği: yazı

EDİRNE HASTALIĞI

Raif Hasan’ın İspanyol Nezlesi kitabını okurken önsözünde rastladığım bir tabir dikkatimi çekti. İspanyol Nezlesi örneğinden hareketle bir hastalığa coğrafi bölge/millet adı verilmesinin ilk olmadığını, Osmanlı devrinde de böyle bir adlandırmanın olduğunu söylüyordu.

Hekimbaşı Hoca Salih Efendi’nin (Salih bin Nasrullah el-Halebî) “Gayetü’l-Beyan fî Tedbir-i Bedeni’l-İnsan” adlı kitabından naklen, İspanyol Nezlesi’ne benzer bir hastalığın başlangıçta Edirne’den çıkıp Osmanlı ülkesine yayıldığı için Edirne Hastalığı adıyla anıldığı bilgisini daha önce hiç duymamıştım.

Hemen o kitabı aradım ve Taksim Atatürk Kitaplığı Muallim Cevdet yazmaları arasında 116, 140 ve 1249 numaralarda üç ayrı nüshasını buldum. Ardından kitabın Köprülü Kütüphanesi’ndeki müellif nüshasına dayanarak Zekiye Gül Elbir tarafından Fırat Üniversitesi’nde yapılmış doktora tezine ulaştım. Muallim Cevdet yazmalarındaki üç nüshada da Edirne Hastalığı bahsinin geçtiği yer müstensihler tarafından atlanmıştı ama doktora tezinin kaynağı müellif nüshasında bu bahis mevcuttu.

1656’da Çanakkale Boğazı’nda Venedik donanmasına karşı girişilen savaşlarda çok sayıda düşman askeri öldürüldüğü ve bunların çürüyen cesetlerinin kokusunun lodos rüzgârıyla Edirne ve İstanbul’a ulaştığı, nezle, öksürük ve hummanın ortaya çıktığı, o yıl o hastalığa yakalanmayan kalmadığı, ayrıca kırk dokuz gün süren lodostan sonraki poyrazın da diğer bir sebep olduğu yazılıydı.

Bu bilgiler gayet ilginç olmakla birlikte hastalığın kaynağını arama uğraşı daha ilginç. Biliyoruz ki o savaşta Venediklilere karşı Osmanlılar çok zor durumlara düşmüştü ve donanma mücadelesi halinde geçen o savaşlarda yazarın sözünü ettiği kadar düşman askerinin öldürülmüş olması mümkün değil. Muhtemelen ikinci sebep olarak gösterdiği iki ay süren lodos havanın kalitesini epeyce bozmuştu ve hastalıklara davetiye çıkarmıştı. Tıp tarihimiz açısından bu ilginç tabir ve olayı araştırmak isteyenlerin dikkatine sunulur.


Görüntünün olası içeriği: yazı

Fotoğraf açıklaması yok.

Fotoğraf açıklaması yok.


Fotoğraf açıklaması yok.

AKÇE İLE OLAN DUA BÖYLE OLUR

Üçüncü Selim 1789’da tahta çıktığında 1787’de başlayan Osmanlı-Rus ve Osmanlı-Avusturya savaşları devam ediyordu. Üçüncü Selim’in tahttaki ilk yıllarına ait olması gereken bu hatt-ı hümayunda, itikadı kuvvetli, salih oldukları söylenen bazı kişilerin savaşın Osmanlıların galibiyeti ile sonuçlanması için camilerde dua etmekle görevlendirildikleri belirtiliyor. 

İlk olarak on üç kişinin şartlarına uyarak Şeyh Şazeli’nin Ahzab-ı Şerife'sini okuması için Fatih Camii hatibi Reyhanzade Efendi görevlendirilmiş. Sonrasında yirmi beş kişinin haftada yirmi beşer bin Ayete’l-Kürsî okuması için hacegandan Kasapbaşızade İbrahim Efendi memur edilmiş. Okuyuculara altı aylığına toplam iki bin dört yüz kuruş ücret tayin edilmiş.

Bunlar altı ay boyunca okumaları gerekeni okumuş, paraları almışlar ama ne savaş bitmiş, ne de zafer kazanılmış. Sadrazam da bir altı ay daha okuyup ücret alsınlar diye telhis kaleme alıp Üçüncü Selim’e sunmuş. Padişahın biraz kafası bozulmuş tabii ki hemen telhisin üzerine bozuk bir imlayla da olsa protestosunu döşenmiş. Okuyanların samimiyetle okumadıklarını, belki de işin erbabına rastlanamadığı için okumanın bir semeresi olmadığını yazıyor. Tabii böyle nazik bir zamanda ulemanın nefretini üzerine çekmemek için de altı ay daha okunup parasının Darbhane’den verilmesini emrederken lafı sokmayı da ihmal etmiyor:

 “Akçe ile olan dua böyle olur”

METİN:

“Bilmem hulus ile mi kıraat olunuyor [olunmuyor?] yoksa erbabına mı tesadüf olunmayor ki bir semeresi müşahid [müşahade?] olunamayor. Hoş imdi yine altı mah kıraat olunsun ve akçesi Darbhane’den virilsün. Akçe ile olan dua böyle olur”

(Yeni Mecmua’nın 23. sayısında bu belgeyi değerlendirip fotoğrafını neşreden Ahmed Refik [Altınay] belgede camilerde Fetih Suresi okunmasından bahsedilmediği halde öyle yorumlamıştır. Ondan iktibasen günümüze kadar yazılan birçok kitap ve makalede Fetih Suresi okunması konu edilmektedir. Belki de belge takımında böyle bir talep vardı ama Hatt-ı Hümayun’un Hazine-i Evrak’ta bulunduğu belirtilmesine rağmen katalog özetlerinden belgenin aslına ulaşamadığım için kesin bir hükümde bulunamıyorum. Hatt-ı Hümayun'un numarasını tespit eden varsa paylaşmasından memnun olurum.)



PATLICAN YANGINLARI

SALT ARŞİV’de bulunan, İstanbul Vilayeti İtfaiye Müdürü İhsan Değer’in F.F. Tülbentçi’ye yazdığı bir mektubun ekinde, İstanbul’da 1925 ile 1946 arasında vuku bulan büyük yangınların listesi verilmiş.
O zamanların ahşap evlerden ibaret İstanbul’unda en ufak bir kıvılcımdan yüzlerce evin yanması kaçınılmaz bir kader gibi algılanıyordu. Buna rağmen yanan evlerin yerine yine ısrarla ahşaptan mahalleler inşa ediliyor bir süre sonra onlar da yanıyordu. Patlıcan mevsimi eski İstanbulluların korkulu rüyasıydı. Patlıcan közlerken, yağda kızartırken en küçük bir dikkatsizlikle koskoca mahalleler küle dönüyordu.
Sadece Osmanlı devrinde değil, bu ahşap mimariyi devralan Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde de patlıcan yangınları oldukça hasara yol açmıştı. 34 evin yandığı 4 Ağustos 1934 Maltepe ve 31 evin yandığı10 Temmuz 1943 Küçükpazar yangınlarının patlıcandan çıkışı gazetelerde ayrıntılı bir şekilde tasvir edilmiş. Bir de 27 Haziran 1934’te Beşiktaş-Muradiye’de Ferhunde Hanım’ın ahşap evinde ortaya çıkan yılanı benzinle yakmaya kalkışırken koskoca mahalleyi imha etmesinin hikâyesi var ki diyecek söz bulamadım doğrusu.
Abdurrahman Kılıç patlıcan yangınlarını bir makalede ele almış. Şimdilerde biraz restore edildikten sonra yüzü gözü açılıp hoş bir şeye benzeyen ahşap evleri görünce iç geçirip, ayılıp bayılıyoruz ama zamanında kazın ayağı hiç de öyle değildi. Gazete kupürleriyle birlikte okumanız için derlediğim malzemeyi sunuyorum.






OSMANLININ SON ASRINDA DİN-DEVLET İLİŞKİSİNE ÖRNEK BİR OLAY

1846-1854 yıllarının şeyhülislamı olan Arif Hikmet Bey Efendi, köklü bir Osmanlı ailesine mensup ilmiyle, ameliyle tanınmış, entelektüel Osmanlılardan biridir. Eserleri için bu zatın biyografisine bakılabilir. Medine'de Hz. Muhammed'in türbesine bitişik bir arsayı Hz. Osman'ın torunlarından çok yüksek bir bedelle satın alarak inşa ettirdiği kütüphaneye 7000 civarında yazma eser vakfetmiştir. 1917'de Fahreddin Paşa, Medine'den "Emanat-ı Mübareke'yi" getirirken tren vagonlarına bu kıymetli yazmaları da yükletmişti ama Şam'da geri gönderilmesi kararı alınınca hepsi Medine'ye iade edildi ve orada kaldı.

Arif Hikmet Bey Efendi din-devlet işlerini kendine göre formüle edip eyleme geçmiş biriydi. Tanzimat reformlarının birbiri ardına dizildiği yıllarda sadrazamlar yeniliklere dair vükeladan görüş aldıklarında şeyhülislama da "Siz ne buyuruyorsunuz" diye sorarlarmış. Şeyhülislam da "Efendim, bize sormayınız, sorarsanız, bizim bir ölçümüz vardır. Ancak o ölçüye göre size cevap verebiliriz. Olur ki bu işinize gelmez. O vakit müşkül mevkide kalırsınız" cevabını verirmiş.

Aslında Osmanlılar İslam'ın Sünni-Hanefi yorumunun ısrarlı takipçisi olsalar da yüzyıllar içinde çoğu zaman din-devlet ilişkilerini kendilerine göre yorumladılar ve maslahat ne ise ona uydular. Arif Hikmet Bey Efendi'nin hikayesini bilemeseydik de Osmanlı uygulamalarına bakarak daha o zamanlarda dinin devletten ayrılmaya başladığını görebiliriz. Asırlık süreçlerin sonunda devletin dönüştüğü laik Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlının tam aksine kendisinin müşkül mevkide kalacağını bile bile birçok hususta Diyanet Reisini öne sürmeye başladı ki arifâne olmayan işlerin hikmetinden sual olunmaz. Bu sürecin sonunu da bizden sonraki nesiller anekdotlarıyla yazacaklardır.

ZULÜMDEN DÜNYA HARAB OLDU, REAYADA TAKAT KALMADI

Üçüncü Selim, amcası I. Abdülhamid’in ölümü üzerine 7 Nisan 1789’da tahta çıktığında devlet Avusturya ve Rusya ile savaş halindeydi. Ülkenin başına geçer geçmez büyük katılımlı bir danışma (meşveret) meclisi toplayıp gerek merkezdeki, gerekse taşradan gelen rical-i devletin fikirlerini özgürce beyan etmelerini istedi. Sonrasında da defalarca meşveret meclisleri toplanmasını emredecek ve Nizam-ı Cedid’e giden yolda devlet erkânının görüşleriyle hareket edecektir.

İlk meşveret meclislerinden birinde okunan hatt-ı hümayunun sureti Osmanlı Arşivi’nde Ali Emiri Fonu’nda bulunmaktadır. İlk önce Cevdet Tarihi’nin 4. cildinin 288. sayfasında ufak tefek farklılıklarla yayımlanmış, sonrasında Enver Ziya Karal aynı metni “Selim III’ün Hattı Hümayunları-Nizam-ı Cedid” adlı eserinin 112-113. sayfasında yine ufak tefek farklarla yayımlamıştır.

Cevdet Paşa’nın görüp kaydettiği metin III. Selim’in elinden çıkma metin midir bilemiyorum ama bugün mevcut olan metin bir surettir, aslı mevcut değildir. O yüzden Cevdet’in aktarımında tahrife uğrayıp uğramadığından emin değilim.

Genellikle musahiplerin, sır kâtiplerinin devlet işlerinde henüz acemi padişahlara yol gösterdiğini, yazmaları gereken hatt-ı hümayunların müsveddelerini kaleme alıp onlar üzerinden padişahların kendi el yazılarıyla temize çekildiğini ve emirlerin o şekilde yürürlüğe girdiğini biliyoruz. Ancak Üçüncü Selim’in buradaki hatt-ı hümayununda üslup gayet bozuk, cümleler yarım, ifadeler muğlâktır.

Anlaşılan, kitabetinin henüz tam gelişmediği bir zamanda ilk emirlerini yazma işini kimseye bırakmak istemedi ve kendi yetersiz üslubuyla kaleme aldı. Cevdet Paşa da metindeki üslup bozukluklarını düzelterek kaydetmiş olmalıdır. Ne var ki, padişahın “Ya Rab bu kullarım bana bildirmediler deyüp ben halâs olurum” cümlesindeki “kullarım” kelimesini “kulların” şekline çevirmesi Cevdet Paşa’nın işgüzarlığıdır. Allah’ın kullarına padişahın da “kullarım” diye hem de Allah’a karşı hitap etmesi içine sinmediğinden ufak bir el hareketiyle bunu gizleyen paşa, ömrü boyunca padişahların kulu olmaktan gurur duyduğunu da saklamayacaktır.

Hatt-ı hümayunun üslubundaki bozukluklar bir tarafa, sade Türkçeyle yazıldığından anlaşılması gayet kolaydır. Aslında “Osmanlıca ağdalı saray lisanıdır” genellemesi bir yanılgıdır. Saray kadınlarının, padişahların yazdıkları gayet rahat anlaşılır sade Türkçe metinlerdir ve “sarayda Osmanlıca, kırsalda Türkçe konuşulurdu” formülleri cehaletin sırıtan yüzüdür.

Hatt-ı hümayun okunduğunda görülecektir ki zalim yöneticiler elinde halkın nasıl bir eziyete maruz kaldığı bizzat padişahın dilinden tasvir edilmekte ve devletin içinden çürüyen kof bir çınar haline geldiği apaçık anlatılmaktadır.



BELGE METNİ

Meclis-i Meşveret’te kıraat olunan hatt-ı hümayun-ı adalet-makrûnun suretidir.
Fî 8 Ş. Sene 203 [4 Mayıs 1789]

Kaymakam Paşa
Kesret-i mezâlimden âlem harâb oldu. Reayada takat kalmamıştır. Kadılar ve naipler ve voyvodalar ve ayanlar ve cizyedarların etmedikleri zulüm yok. Hep emanet ehline sipariş olunmadığından neşʽet etmiştir. Gerek menâsıb-ı ilmiye ve gerek sair menâsıb-ı Devlet-i Aliyye, vezaif-i askeriye, yarın Cenâb-ı Allah rûz-ı cezâda cümleden sual eder. Ne cevap vermeli? Sana tenbih eylediğim hususu semahatlü efendi daimize [şeyhülislam] ve sair efendiler dailerimize ve rical-i devletimiz ile birer birer müzareke edip defʻ ilacın bulup arz edesin. Bizden evvel gelen Selâtîn-i Osman ve ricâl ve ashâblar bir bir nizam vermişler. Biz onların nizamın yıkmadayız. Onlar da bizim gibi insan değil midir? Ben avn u inayet-i Bârî ile icrâsında siyâsette ve reʽfette kusur etmem. Dünya siyaset ve adalet ile nizam bulur. Ve el-yevm devletimin iki düşmana seferi var. Hal nasıldır, hazineler malum, zahire malum, asker ve barut ve mühimmatın nizamı ve keyfiyeti nicedir? Cülûs-ı hümâyûnum henüz vaki olmağla işlerin evvel ve âhirine ve devletimin [devletim] nicedir ketm etmeyüp doğruca müzakere edip badehu hakikatin bildirmekte kusur etmeyesiz. Bu âlem bana emanettir, bildirmeniz matlubumdur. Bir gûne mülahaza edip bildirmezseniz yarın huzûr-ı Bârî’de iki elim yakanızdadır. Ya Rab bu kullarım bana bildirmediler deyüp ben halâs olurum. Eğer bu günden sonra rüşvet alup ve zulm edüp ve edenleri bilüp müraiyle? [Cevdet li-garazin olarak yazmış] ketm ederseniz vallahi ben elbet duyarım. Âbâ ve ceddim ruhu içün evladım babam dahi olsa kıyarım ve siyaset ederim. Böyle bilüp öyle hareket edesin. Din ü devletime sadakat edenlere haklarında efzûn riayet ederim. Ben doğru söze muğber olmam. Devletimize hayırlı olan ne ise hakikatiyle bana bildüresin. Allahü zü’l-Celâl cümleyi hayra muvaffak eyleye. Âmin.

(Matbu metin Tarih-i Cevdet'in ilgili sayfasıdır)



HALKI KIRBAÇLAYIP ŞİŞLEYEN İNGİLİZLER

Kapitülasyonların ne olduğunu uzun uzun yazmayayım ama en önemli sonuçlarından birini yazayım. Kapitülasyon verilen ülkelere sadece ticari muafiyet vermiyorduk. Başlangıçtaki ticari muafiyetlerin zamanla o ülkelerin vatandaşlarına adi suçlarda bile kalkan vazifesi görmeye başlamasını engelleyemedik ve adi suçluları bile yargılayamıyorduk. Onlar da zamanla gemi azıya aldılar ve İstanbul'u atış poligonu haline getirdiler. Yüzlerce av tezkiresi edindiler. Sokak ortasında kuzu, horoz, kaz, tavuk gördüklerinde nişan tahtası olarak kullanıyorlardı.

1840 yılında Churchill adlı miyop bir İngiliz, Kadıköy’de safariye çıkmış gibi kuzulara nişan alırken onları otlatan bir çocuğu yaralayınca ahalinin temiz sopa çekmesiyle neye uğradığını şaşırdı. Ortalığı yaygaraya boğsa da hapsedildi ama olaylar büyüyünce İngiltere Osmanlıya rest çekti. Elbette geri adım attık ve ilk özel gazetemiz Ceride-i Havadis’in imtiyazını bu adama vererek gönlünü aldık.

Kapitülasyonları I. Dünya Savaşı’na girer girmez iptal edince en çok itirazı dost ve müttefikimiz Almanlardan gördük. Neyse ki Lozan’da hepsinden kurtulduk.

Bulduğum belge kapitülasyonların azdırdığı üç İngiliz serserinin İstanbul’un en işlek caddelerinde ucu şişli kamçıları at üzerinden halka nasıl saplayıp soktuklarını anlatıyor. O kalabalıkta halk onları çiğ çiğ yerdi ama kapitülasyon korkusuyla ses çıkaramamışlar anlaşılan. Zaten bunu bilen adamlar halka direnmiş, teslim olmamış. Sonunda zaptiyelere yakalanıp hapsedilmişler ama akıbetlerini öğrenemedim. 1848 yılının gazetelerini de taramak lazım. Rast gelirsem yine yazarım.

BELGE METNİ

Mâh-ı hâlin yirmi birinci Pazarertesi günü saat on kararlarında üç nefer İngilterelü Bağçekapusu’ndan bârgirlere süvâr olarak ellerinde bulunan şişlü kamçıları İslam ve sâireden rast geldikleri adama sallayup sokmakta oldukları cihetle arkalarına bir takım kimesne düşüp Alacahamam Karakolhanesi’ne vermek murad etmiş iseler de merkûmlar teslim olmayıp ol hâl ile giderler iken Bab-ı Zabtiye’ye ihbar olunarak yirmi otuz kadar kavas gönderilip Bâb-ı Seraskeri’nin Mercan Kapusu civarında derdest birle Bab-ı mezkûr tomruğuna gönderilmiş ve oradan dahi derhal hasbe’l-usul Bab-ı Zabtiye’ye gönderilmiş idüğü ve merkumlar bindikleri bârgirlerin birini cerh etmiş oldukları. Fî 21 R. Sene 64 (27 Mart 1848)