14 Ekim 2017 Cumartesi

263 NUMARALI MÜHİMME DEFTERİNİN BAŞLIĞI

Osmanlı Devleti'nde Divan-ı Hümayun kararları tuğralı ferman haline gelmeden önce suretlerinin yazıldığı Mühimme Defterleri ülkemizin en önemli kültürel ve siyasal miraslarındandır. 1544-1905 yılları arasındaki devlet kararlarına dair en önemli kaynaklardandır. Sadaret (başbakanlık) ve nezaretlere (bakanlıklara) doğru evrilen yönetim anlayışında Divan-ı Hümayun'un etkisi giderek azaldı. Buna rağmen kalıcılığını sürdüren Mühimme Defteri serisinin sonuncusu olan 263 numaralı deftere 1869-1905 arasında 36 yıl boyunca hüküm kaydedilerek gelenek yaşatıldı. Veziriazam ve Hariciye Nazırı Mehmed Emin Ali Paşa zamanında 8 Eylül 1869'da kayda başlanılmış. 1905 sonrasında gözden düşmüş.

METİN:

 «haza defter-i mühimme der-zaman-ı sadr-ı sudurü'l-vüzera ve nezaret-i celile-i umur-ı hariciyye-i saltanat-ı seniyye es-seyyid muhammed emin ali paşa yesserallahü ma yürid ve ma yeşa el-vaki fi gurre-i cemaziye'l-ahire sene 1286»


TELEVİZYONA ÇIKAN İLK TÜRK


"Televizyona çıkmak" tabiri artık unutuldu. Bir zamanlar önemliydi "televizyona çıkmak"... Adamın işleri açılır, Allah "yürü ya kulum" derdi. Şimdilerde herkes televizyonda olduğu için "ilk defa televizyona çıkan Türk kimdi?" sorusu aklımıza gelmiyor ama "Yıllarboyu Tarih Dergisi" Ocak 1981'de bu sorunun cevabını vermiş; Burhan Belge.


SULTANAHMET CAMİİNİN İNŞA EMRİ


Sultan Birinci Ahmed babası Üçüncü Mehmed’in 1603 yılında ölümü üzerine 14. padişah olarak tahta çıktığında 14 yaşındaydı. Adını İstanbul'da yaşatan muhteşem camii muhtemelen görüntüsünü verdiğim hatt-ı hümayundan sonra inşa edilmeye başlanıldı. Padişahın el yazısı emrinin Sadrazama gönderilmiş olması akla en yakın ihtimal olmakla birlikte Mimarbaşı Sedefkâr Mehmed Ağa’ya da gönderilmiş olabilir. 8 Ekim 1609’da temel açma, 4 Ocak 1610’da temel atma merasimleri düzenlendi. 7 yıl 5 ay süren inşaat sonunda 9 Haziran 1617’de cami ibadete açıldı. Caminin banisi Sultan Ahmed, aynı yılın 21 Kasım’ında 14 yıl hüküm sürdükten sonra humma hastalığından 28 yaşında vefat etti. 

Bu yıl caminin açılışının ve Sultan Ahmed’in vefatının 400. yıldönümüdür.

METİN:

«Bir kese gümüş gönderdim. Mührü ile vasıl olduğun bildiresin. Heman bina olunmağa mübaşeret eyleyesin.»


16 Eylül 2017 Cumartesi

MEZARLARDAN ÇIKARILIP SOKAKLARA ATILAN CESETLER

Sivas’ın Sarışeyh Mahallesi’nde oturan Rumlar eskiden beri ölülerini kendilerine tahsis edilmiş Rum kilisesinin mezarlığına gömerlermiş. Bir kısım Ermeni, Rumlar üzerine hücumla “sizin mezarlığınız yoktur” diyerek Rumların cesetlerini kilise avlusundaki mezarlardan çıkarıp sokaklara atmışlar. Rum cemaati hem Sivas valisine hem de kendi patrikhanelerine müracaat etmiş. Patrik Antimos’un Babıâli’ye olan müracaatı ile durum incelenmiş ve Rumların haklılığı ortaya çıkınca Sivas valiliğine Ermenilerin saldırganlığının önlenmesi yolunda emir yazılmış. 1849 yılında gerçekleşen olayların aktarıldığı belge grubunda Sivas Sarışeyh Mahallesi Rumlarının gönderdikleri mahzar da mevcut. Maalesef Rumca bilmediğimden oradaki ayrıntılı hikâyeyi sizlere aktaramıyorum ama görüntülerini yazıya ilave ediyorum. Belki okuyan çıkar da biz de ne yazdığını öğreniriz.

METİN:

Maruz-ı Kullarıdır ki;

Nefs-i Sivas’da Sarışeyh mahallesinde mütemekkin Rum reâyâ ma‘lûmü’l-esâmî Hıristiyan meyyitlerini kadîmden beru Rum milletine mahsûs olan mezarlıklara defn edecekleri halde Ermeni milletinden birtakım kesân Rum Hıristiyanları üzerine hücûm ve sizin mezarlığınız yoktur diyerek zikrolunan meyyitleri meydana çıkarmış ve vâli-i memleket tarafına ifâde olunmuş ise de Ermenilerin varzabeti [vardapeti-papazı] kendi milletini ifsâd edip vâli-i memleket ve hâkim-i belde ve me’mûrîn-i sâirenin emr u tenbîhlerine muhâlefet göstermiş ve envâ‘-ı harekât-ı nâ-revâ ile kadîmden beru Rum milletine mahsûs olup Rum kilisesi havlusunda bulunan mezarlıkları fuzûlî zabt ve Rum milleti terzîl ve tahkîriyle meyyitlerini dahi mezardan çıkarup bî-bâk ü pervâ zokakda bırakmakda oldukları beyanıyla zikr olunan mezarlıklar Rum milletine mahsus olduğu meşhûd bulunduğu hasebiyle Ermenilerin müdahalesini def‘ ve kadîm u sâbıkı misillü Rum milletine ibkâ olunması irâdesini şâmil bir kıt‘a fermân-ı celilü’ş-şân inâyet ve ihsân buyurulması bu def‘a ahâlî-i rum reâyâ kulları tarafından mahzar takdîmiyle niyâz ve istirhâm olunduğu ve Ermeni milletinin ve varzabetlerinin harekât-ı tahkîrâneleri ve Rum milletinin mezarlıklarına tasallutları vücûhla mugâyir-i rızâ-yı âlî idüğü derkâr bulunmuş olmağla her vechile savâb-dide-i re’y-i dâverâneleri buyurulur ise müdâhale-i vâkı‘ânın men‘ ve def‘-i husûsuna müsâ‘ade-i seniyye erzâni ve şâyân buyurulmak bâbında ve her hâlde emr u fermân ve inâyet-i bî-pâyân hazret-i men-lehü’l-emrindir. 

Mühür [Bende Antimos Patrik-i Millet-i Rûm-ı Âsitâne ve Memâlik-i Mahruse Hâlâ]

EMİRNÂMESİ YAZILA





10 Eylül 2017 Pazar

İKİNCİ BAYEZİD’İN GÖNDERDİĞİ ELÇİYE, ŞEHZADE SELİM’İN (YAVUZ) CEVABI




Yavuz Sultan Selim su katılmamış bir darbecidir. Başarısız olsaydı boğdurulan şehzadeler, boynu vurulan yüzlerce vezir, devlet adamı gibi sıradan biri olarak anılacak veya adı hiç akla gelmeyecekti. Başarılı oldu, bir darbe ile babasını tahttan indirip yerine geçtikten sonra da Türk tarihinin kahramanları arasına girdi. Kahramanlar galerisi böyle nice portreyi sergilemektedir.

Babası iyi niyetle uzlaşmak, devletteki fesadı ortadan kaldırmak için Şehzade Selim'e bir elçi gönderir. Aşağıdaki belge o elçinin izlenimlerine, Yavuz'un söylediklerine ait. II. Bayezid oğluna selam edip hatırını soruyor ama Yavuz sessiz kalıp selamını dahi almıyor. Elçi, Bayezid’in oğluna “benim rızama uygun hareket iki cihan saadetidir” nasihatini aktarıyor. Uzlaşmaya hiç niyeti olmayan Yavuz “ben onun rızasını terk ettim. Küçük günahta ısrar büyük günaha döner, büyük günahta ısrarın da neye döndüğü bellidir” diyerek itikaden küfür neyse babasını siyaseten inkâr ettiğini vurguluyor. Babasına darbe yaparken ne kadar gözü kara olduğunu, gökten Cebrail inse, darbeden vazgeçmesini Peygamber dilese yine de kabul etmeyeceğini, bu hususta başını vermeye razı olup fikrinden dönmesinin mümkün olmadığını Bayezid’in elçisinin yüzüne söyleyip geri yolluyor. 

Yavuz’un ettiği bu lafların o gün de bugün de dine saygısızlık şeklinde yorumlandığını söylemeğe gerek yok tabii ki.

METİN:

Şehzade’nin huzuruna mukaddemâ varıp “devletlü padişah selam ittiler ve hatırunız sordular” deyü arz itdikde sâkit oldular ve “devletlü padişah benüm rızamda olmak saadet-i dâreyndir” deyü arz olundukda şöyle cevap virdi ki “ben onlarun rızasında olmaduğım bir nice def’a vaki’ olmuşdur ve ben terk-i rıza itdüğim şimdi mi bildiler. Günâh-ı sagîre hod ısrâr ile kebîreye yetişür ve günâh-ı kebîre hod ısrâr ile neye yetişdüği ma’lûm değil midir? Ve rızâlarında olmaduğum ya bedbahtlığımdan veya devletimden ola” didi ve “rızâdan garaz Trabzon’a varmak ise gökden Cebrâil inüp ve Peygamber dilek iderse kabûl iylemezin” didi ve "sen anda varıp âdemim gelüp cevap getürinceye değin bunda ancak tahammül idarin" didi ve "beni şöyle sanmasunlar ki Korkud emrem gibi bir yire varıp yine rücû’ eylemek ihtimali ola. Ben bu hususda baş virmeğe razı olup fikrümden dönmek ihtimali yokdur" didi.


8 Eylül 2017 Cuma

MÜTESEYYİD-DEFİNE-BAKİRE



Başlıktaki üç kelime ile mantıklı bir cümle kurmak zor ama seyyid taslağı biri 1571’de bu üç kelime ile bir hayat kurmuş. Kendine peygamber torunu süsü veren, seyyid olduğunu iddia eden bir yalancı, çağırdığı cinlerden definelerin yerlerini öğrendiğini ama bu iş için bakire genç kız gerektiğini söyleyerek birçok kişiyi aldatmış. Hiç acımadan nice kızların da hayatını karartmış.

Üstelik bu olaylar Şehzade Murad’ın III. Murad olarak tahta çıkmasından üç yıl önceki Manisa sancakbeyliği zamanında yaşanmış. Şehzadenin lalası Ferruh Beğ durumu Divan-ı Hümayun’a bildirmiş. Divan’dan gönderilen ferman aşağıdaki metindir. Müteseyyide isnat edilen suçlar mahkeme kararı ile sabit olursa Manisa zindanındaki kuyuda ölünceye kadar hapisle cezalandırılması emrediliyor.

METİN

Lala Ferruh Beğ’e hüküm ki;

Mektup gönderip hala Manisa caniplerinde bir müteseyyid kimesne zahir olup “cinleri davet ederim, onlardan define haberini alırım” diye hile edip Müslümanları aldatıp ve davet-i cinne bakire kız gerektir diye nice kızların bekâretini izale edip bu makule hile ve fesat ile meşhur olup hakkında isnad olunan fesatlarının bazısı tescil olunup suret-i sicilleri ibraz olunup gönderildiğini bildirmişsin. İmdi mezburun ahvalini toprak kadısı marifeti ile teftiş eylemeni emredip buyurdum ki:

Vusul buldukta teahhur eylemeyip mezburu ihzar eyleyip dahı ahvalini onat vechile ber-muceb-i şer’i-şerif teftiş eyleyip göresin. Fi’l-vaki arz olunduğu üzere fesat ve şenaati sabit ve zahir olup Müslümanlar yaramazlığına şahadet ederlerse mecal vermeyip Manisa zindanında olan kuyuda ölünce ebedi hapsedip ne vechile olduğunu yazıp bildiresin.

Sultan Murad’ın kapı kethüdasına verildi. 7 Şaban 979-[25 Aralık 1571]



6 Eylül 2017 Çarşamba

GEREK VAKİ GEREK GAYR-İ VAKİ

Bu başlığın günümüzdeki anlaşılır hali “olsa da olmasa da” demek olur. Bir hukuki terim olarak kullanıldığını ilk defa gördüm. Osmanlının "Bakanlar Kurulu Kararları" diyebileceğimiz Mühimme Defterlerinin birinde rastladım. 1706 yılında Gümülcineli Musa Ağa’nın harp halindeki düşman gemilerine zahire sattığı ihbar edilmiş. Divan-ı Hümayun’dan hemen ferman yazılmış; “satsa da satmasa da yakalayıp kalebent edin, sonra araştırıp işin gerçeğini İstanbul’a bildirin.” Görevliler de haliyle emri uygulamışlar. İnceledikçe adamın suçsuz olduğunu, suçlandığı dönemde İstanbul’da bulunduğunu, düşmana zahire satışıyla kesinlikle alakası olmadığını, iftiraya kurban gittiğini de soruşturma raporuyla birlikte Divan-ı Hümayun’a göndermişler. Bu aşağıdaki ferman sureti İstanbul'dan gönderilen cevap. Kısaca “pardon” diyor. İyi ki “önce idam edin sonra araştırın” dememişler. Musa Ağa iyi yırtmış…

METİN:

Ber-vech-i arpalık Selanik sancağına mutasarrıf olan paşaya ve Gümülcine ve Yenice-i Karasu naiblerine hüküm ki;
Siz ki mevlana-yı mezburlarsız. Südde-i saadetime mektup gönderip harbî kefereye zahire bey’ olunmak memnu’ iken Medine-i Gümülcine’de sakin Musa Ağa demekle maruf kimesne bu kâr-ı keriheye cüret edip hınta ve sair zahirelerin yalılara indirip harbî kefereye bey’ eylediğin istima’ olunmağla gerek vaki’ ve gerek gayr-i vaki’ ahz ve kal’abend ve keyfiyet-i ahvali teftiş ve tefahhus olunup sıhhati ve hakikati üzere der-i devlet-medârıma [arz oluna, divan-ı hümayunumdan sebil-i tahliyesi ferman] olunmadıkça ıtlak olunmaya deyü bundan akdem sadır olan emr-i şerifim mucebince sen ki mirimiran-ı mumaileyhsin tarafından kapıcılar kethüdası mübaşir tayin ve zikr olunan kazaları ahalilerinden teftiş ve tefahhus olundukta altı ay mukaddem İstanbul’da olup ve zahire bey’inde kat’a alaka ve medhali olmadığından gayri bu ana değin harbî kefere sefinesine geldiği yoktur ve bey’ olunduğu hılaf-ı vaki’ ve iftira-i mahzdır deyü alâ tarikı’ş-şehade haber verdiklerin arz eylediğiniz ecilden vech-i meşruh üzre olunmayıp men’ olunmak için yazılmıştır. Fî Evail-i Rebiülevvel sene 1118-[13-22 Haziran 1706]
(Metindeki köşeli paranteze ilave ettiğim satır unutulmuş olmalı)
 

24 Ağustos 2017 Perşembe

HUTBE OKURKEN MİNBERDE KATLEDİLMEK İSTENEN İMAM-HATİP

1883 yılında Aksaray Valide Camii imamı Osman Efendi bir Cuma hutbesi sırasında saldırıya uğrar. Fatih’teki medreselerin birinde okuyan 25 yaşında Salih isminde bir talebe kendine göre kâfir bellediği imamı kesmeye karar verir. Sünnet üzere gusül abdestini alıp, iyice bilettirdiği kılıcı da cübbesinin altına gizleyip camiye gelir. Minbere çıkan imam-hatibin ardından basamakları sessizce tırmanır. İmamın ağzından daha elhamdülillah çıkar çıkmaz cübbesine sakladığı kılıcı çıkarıp defalarca ensesine, başına, yüzüne indirir. Bir yandan da “şeriatten büyük kimse yoktur” diye bağırmaktadır. Halk bir anlık gafletten sonra harekete geçer ve imamı ağır yaralı kurtarıp caniyi ele geçirir. Medreseli Salih zaptiyeye götürülerek sorgulanır. İşte o sorgudan birkaç soru-cevap.

Belge 1:
-Bu sabah kimlerle görüştün ve ne harekette bulundun ve nereleri gezdin:
-Kimse ile görüşmeyerek sabahleyin kalkıp cübbemi giydim. Fatih Sultan Mehmed’e tatil dersine gittim. Saat dört-beş kararlarında çıkıp odama geldim. Bir güğüm su ısıttım. Sünnet üzere guslettim. Kılıcımı belime yani cübbemin altına bağladım. Kimse görmeyerek şeriati icra ettirmek için imamı kesmek için Aksaray’da Valide Sultan Camii’ne gittim. Kılıcı çıkardım önüme koydum. Öğle namazının sünnetini eda ettikten sonra imam hutbeye çıktı, hutbeye başladı. “Elhamdülillah” der demez “ellezi” dedirtmemek için kılıcı elime aldım ve kınından çıkardım. Minberden yukarı çıktım. Şeriatten büyük kimse yoktur diyerek imamın ensesine bir kılıç vurdum ve ensesine ve başına ve yüzüne iki üç defa vurup kestim. Ahali beni tuttular ve imamı da aşağı indirip beni zabıtaya teslim ettiler.
-Bu imamı zaten tanır mıydın?
-Tanımazdım. Geçen sene camiye Cuma namazı kılmak üzere bir defa vardım. İmansız imam olduğundan arkasında namaz kılmadım ve bir seneden beri bunu öldürmeğe niyetim var idi. Hatta bu sene ders kesiminde yani bundan dokuz ay evvel memlekete gitmiş idim. Şeriatin icra olunması sebebine bu imamı öldürmek için mahsus geldim. Bugün muradıma muvaffak oldum fakat daha muradım vardır. 

Belge 2:
-Senin bu işe önayak olmaklığın neden icap ediyor?
-Ben şeriate temessük eyledim. Cenab-ı Allah bana verdi, siz duymadınız mı? İşte bin üç yüzde Mehdi çıkacak. İşte o Mehdi benim.
-Mehdi’nin müşavirleri olacak. Sen olduğun halde müşavirlerin kimdir?
-Ben küçük iken memlekette mektebe gider idim. Hocam Hasan Efendi’ye “şeriati ne için icra etmiyorlar” dedim. “Onu Mehdi icra edecek, Mehdi mektepte okuyor” dedi. Ben de eve geldim. Pederime böyle söyledim. “Acaba sen olmayasın” diye söyledi. Sonra geçen sene Selanikli Hafız Hasan Efendi “bin üç yüzde Salih isminde biri zuhur edecek imamı kesecek şeriatin icrasına sebep olacak. Mehdilik davası etmeyecek” dedi. Sonra Şaşı Şakir Efendi’ye gittim. Bana baktı benim ismimi sordu. Salih olduğumu anladı. Kim bilir kalbinde ne vardı. Ben de elini öpüp “duadan unutmayın” dedim. O da “haydi Allah selamet versin ” dedi. Hiçbir şey söylemedi. Hatta Şakir Efendi bir kitap açıp okudu. İsmi “Avamil Tuhfesi”dir. Ondan bir parça ibare okudu. Ben de elini öperek gittim ve bundan iki üç gün evvel bizim Hoca Emin Efendi dersi okutur iken bize “şeriatça gitmeli” dedi. Ben anladım ki şeriati meydana çıkarmak üzere bana söylüyor. Ben de şeriati meydana çıkarmak için bu işi yaptım.
28 Kânûn-ı Sânî 1298 (9 Şubat 1883)
SALİH



Belge 3:
-Ben yukarıdan aşağı söyledim. Bir seneden beri birçok rüyalar görüyorum. Allah bana bu ilmi verdi. Şeriat meydana çıkacak, kanunlar batacak, bu imam da kesilecekti. Münafıklar da kesilecek. Ben de onun için bu işi yaptım.
-Bu sözden ne demek istiyorsun? Kendine delilik mi vermek istiyorsun?
-Siz ne derseniz deyin bana, ben bir şey demem. Kesilen kesilecek şeriat meydana çıkacak.


30 Temmuz 2017 Pazar

"MEDENİYET" SİZE GÖRE DEĞİL

Korona virüsü Avrupa’nın “medeni” yüzündeki boyaları dökerek altından çıkan acımasız kimliği fark etmemizi sağladı. Kendi vatandaşına en zor zamanda layık gördüğü uygulamalara bakarak, sadece bugünkü zorunluluklar yüzünden acımasız olduklarını, aslında hümanizmin doruklarında yaşadıklarını düşünmüyorum. Bunların yönetim mekanizması ezelden beri böyledir. Dışarıyı ezerken içeriyi hoş tutarlar ama iş başa düşünce, tehlike kapıyı çalınca aynı merhametsizliği kendi insanına göstermekten hiç çekinmezler. Avrupa uygarlığı deyince ayılıp bayılanlarımız çok olsa da bu adamların ne “boktan” olduklarını Akif Paşa bizlere anlatmıştır.

19. yy Osmanlı devlet adamlarının büyüklerinden Hariciye Nazırı Akif Paşa, 1836’da “Tebsıra” adlı eserini kaleme almıştı. O zamanlar Reisülküttap Akif Efendi olarak anılırdı. Kitabında Churchill adlı bir İngilizin Kadıköyü’nde güpegündüz avlanırken bir çocuğu av tüfeği ile vurup yaralamasının ardından İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında çıkan büyük çekişmeyi nakleder. Olaylar büyüdüğünde İstanbul’daki İngiliz elçiliğinin baş tercümanı Büyük Pisani, Akif Paşa ile geçen sert tartışmasında diplomatik nezakete hiç sığmayacak pervasızlıkla, kaba saba küfür sözleri kullanır. Churchill’in yaraladığı çocuğa dair Üsküdar kadısının verdiği ilamı öne süren Akif Paşa’nın yüzüne karşı herkesin içinde “o boktan ilama mı inanacağım” sözlerini sarf eder. Bu sıradaTercüme Odası kâtiplerinden Halis Efendi araya girmeye çalışır. Diplomasi mesleğinden geldiği için, Pisani’nin gösterdiği tepkinin, ettiği küfürlerin Emerich De Vattel’e ait 1758 tarihli “Droit des Gens/Milletler Hukuku” kitabında yeri olmadığını vurgular. Lafı ağzından alan Pisani cevabı yapıştırır; «o size göre değil».

Akif Efendi, Avrupalıların Osmanlıyı medeni milletler arasında saymadığından Pizani’nin öyle konuştuğunu anlatır. Ben de epey süredir “Milletler Hukuku” kitabının bir kısım Avrupalılara göre olmadığına iyice kanaat getirdim.

Tebsıra’yı yeni yazıya çevrilmiş halde görebildiğim iki çalışmada bu kitabın adı “Dervade Jans” olarak yazılmış. Okunuşunu esas tutarak yazabileceğimiz doğru imla “Druva de Jans” olmalıdır.

Tebsıra-i Akif Paşa, s. 11
«… unf u âzarıma terdîfen, mumaileyh Halis Efendi (druva de jans) yani hukuk-ı milel namiyle beyinlerinde maruf ve muteber olan kitab-ı Efrencîden söz açarak bazı mertebe mübahaseye mübaderet etmiş ise de çünkü Avrupa’da bizi milel-i mütemeddineden addetmediklerinden, tercüman-ı mersûm “o size göre değildir”cevabıyla söylenerek yıkılıp gitti.»

Sadeleştirme:
«... hakaret ve azarlamama ilave olarak Tercüme Odası kâtiplerinden Halis Efendi [Droit des Gens] yani Uluslararası Hukuk adıyla aralarında bilinen ve geçerli olan eserden bahse teşebbüs etmişse de Avrupa bizi medeni milletler arasında saymadığından, tercüman Pisani “o size göre değildir” cevabıyla söylenerek yıkılıp gitti.»

Fotoğraf açıklaması yok.


Görüntünün olası içeriği: yazı

29 Temmuz 2017 Cumartesi

KUDUZ İLACI (DOMUZ HAYASI-ANGUT ETİ)


Eski devirlerde cüzzam ve kuduz en korkulan hastalıklardan. Pastör, kuduz aşısını 1885'de keşfetti. Bu haberi duyan Sultan İkinci Abdülhamid, Pastör Enstitüsü'ne hemen bir ekip gönderdi. Ülkemizde koruyucu hekimliğin öncülerinden Miralay Hüseyin Remzi Bey de bu ekipteydi. Pastör Enstitüsü'nde araştırmalarda bulunduğu zamana ait bu fotoğraf Paris'de çekilmiştir. Teknolojiyi bulup getirmekte her zaman becerikliyiz de o teknolojiyi üretecek beyinlere sahip çıkmakta tam aksine çuvallıyoruz. Bir yazma eserde domuz erbeziyle angut kuşu etinin kuduza engel olduğunu okuyunca merak ettim. Yazar haram, helal mevzularına hiç girmeden doğrudan doğruya öneriyor. Bu bilgi varken bizim Osmanlı doktorları domuz hayası veya angut eti üzerinden bir aşı geliştirmeyi hiç düşündüler mi? Şu an piyasadaki kuduz aşısının içeriğinde ne var acaba? Pastör’ün kuduz aşısını keşfi sentetik kimyasal maddeler üzerinden olmadığına göre, hammaddesinin de doğal olması gerekir. İncelemek lazım.
Metin:
Cenab-ı Hayru’l-Hafızin cümle Ümmet-i Muhammed’i hıfz u himaye buyursun, âmin. Kurt ve yahut kelp kudurup insan ve hayvanı kapmak ve dalamak gibi mazarrata ictisarlarında illet-i mezkûrdan kapılanların ekserisi kudurup vefat eylemekte olmalarıyla işbu varta-i helâkden necat bulmak içün vuku’u anda yani her kimi kur ve yahut kelp kapmış ve dalamış olduğu halde hınzır hayasından birini ezip içireler. Bi-iznillah-i teala şifa bulur. İşbu kudurmuş olan adamlar su içmediklerinden ağzına bir ağaç vaz’ ile cebren içireler.
Diğer
Kurt dalamasından havf olduğu ve daladığı vuku’ bulduğu halde kapılan adamların varta-i helakden necat bulmaları içün kable’l-vuku’ ve maazallah ba’del-vuku’ Angut demekle meşhur kuş sayd ile etini pişirip yedireler, şifa bulur.
MİRALAY HÜSEYİN REMZİ BEY. 47 yaşında iken. Ba-irade-i seniyye-i hazret-i şehriyari kuduz illeti ve tedavisi ameliyatını görmek üzere üstad-ı şehir mösyü Pastör'ün darülameliyatına devam eylediği zaman ahzettirdiği resim.