12 Kasım 2019 Salı

III. Selim'in Devlet Adamlarına Dair Bazı Görüşleri


Şehzadelikten sonra tahta oturan padişahların idari yaklaşımlarına dair önemli veriler barındıran bir belgeyi paylaşıyorum. Sultan Üçüncü Selim'in hatt-ı hümayunundan çıkarılmış belge sureti, Prusya ile Osmanlı Devleti'nin ittifak muahedesi görüşmeleri sırasında, Sadaret Kaymakamı tarafından padişaha sunulan bir takririn üzerine yazılmıştır. Prusya ile ittifak muahedesi 31 Ocak 1790'da imzalandığına göre belgenin tarihi bundan öncesine aittir. 7 Nisan 1789'da 28 yaşında tahta çıkan Üçüncü Selim'in hattında yazılı olan "ben padişah olalı bir sene dahi olmadı" cümlesi de bunu teyit eder. Muahedeye ilişkin yürütülen müzakerelerde Prusya elçisi bir an önce istediği cevapların verilmesinde ısrarcıdır. Seferde olan sadrazam yerine sadaret kaymakamı bir fikir beyan etmeyip cevabı padişaha bırakmıştır. Üçüncü Selim hatt-ı hümayunu bunun üzerine yazıyor. Daha bir yılı dolmayan bir padişah olarak, kendi fikrine göre cevap vermek istemez. Çünkü hangi cevabın devlete hayırlı olacağı hakkında bir bilgisi olmadığı için çekinmektedir. Çekinmekte de haklıdır zira yaşadığı çağda, kendinden önceki padişahlar zamanında ne kadar kerih görülen, devlet aleyhine icraatlar varsa, bunlara padişahların sebep olduğunu gösteren bir zümre vardır. O yüzden "devletimde bu kadar devlet adamı ve ulema varken onlar uygun görürse ne güzel, aksi takdirde şu iş olsun demem" diyerek öncesini bilmediği, sonunu kestiremediği işlere karışmak istemez. Yine de en azından elçinin kabul etmeyeceğini bildiğinden gerçekleşmeyecek bir önerinin de reisülküttaba (Dışişleri Bakanı) söylenmesini talep ederek idare-i maslahattan çekinmez. Onun için önemli olan sadrazamın bu konuda söyleyecekleridir.


Üçüncü Selim'in saltanatının ilk yılındaki çekingenlik ve çekimserliğini, devleti ve devlet adamlarını tanıdıkça üzerinden attığını, yine de her konuda meşveretle, istişare edilerek karar verilmesinde ısrarcı olduğunu belirtelim.

SÛRET-İ HATT-I HÜMAYUN

Kaymakam Paşa
Ben padişah olalı bir sene dahi olmadı. Devletime ne vechile hayırlı olacağını bilemem. Ve benim re'yim ile cevap vermem. Se[le]flerim zamanında olan mekrûh maddeleri hep padişahların üzerine sayarlar. Devletimde bu kadar ricâl ve ulemâ var. Münasip görürler ise ne güzel. Yoksa ben elbet şu iş olsun demem. Yine Reis Efendi'ye söyleyesin. Şuna bir çare eylesin yahut elçiye cevap versin ki "Rusya ve Nemçelü bizden sulh istiyor. Eğer şân-ı devletimize layık sulh olur ise edeceğiz. Yok, olmamış, cenk ederiz. Onun için size senet veremiyoruz. Eğer razı iseniz size senet verelim. Sulh olursak bile sulh olalım. Ne zaman bizde ve sizde cenk zuhur eder ise yine ittifâken cenk edelim." diye şöyle söyleyesin. Razı olur ise sabah senedi verelim. Eğer olmaz ise sadrazama bakalım ne cevap eder.








5 Ekim 2019 Cumartesi

İYİLİĞİ EMRETMEK KÖTÜLÜĞÜ ENGELLEMEK

Şimdilerde başına sarığı, takkeyi geçirip, bazen de gayet Avrupaî kıyafetlerle bir cemaatin önüne geçip aklına eseni salladıktan sonra sosyal medyaya servis ederek toplumda “hoca-şeyh-vaiz” olarak nâm salanlar bu eylemlerini “iyiliği emretmek-kötülüğü nehyetmek” düsturu uyarınca yapıyorlar. Olur olmaz olaylara kendilerince İslamî yorum getirip kamuoyunun büyük tepkisini toplayan sosyal medya fenomenleri, trolleri de cabası.

Bunların gerçek niyetlerini elbette okuyamam, ben iyi niyetle bakıyorum. Bu halleriyle İslamî ve insanî görevlerini yapmanın huzuru içinde arkalarına yaslandıklarında biraz ortalığı izleseler, nasıl tepkilerle karşılaştıklarını, toplumu nasıl ayrıştırdıklarını, velev ki iyi niyetle çıktıkları yolda kendileri sayesinde İslâm’ın ne şekilde hakarete uğradığını görebilirler.

Gün geçtikçe bu ayrışma ve karşılıklı nefret duygusu yoğunlaşarak artıyor. Bu tutulan yolun yol olmadığını, 350 yıl önceki Osmanlı toplumu Kadızadeli zihniyetiyle yüzyüze geldiğinde Kâtip Çelebi yazmıştı. “Mizanü’l-Hak” adlı eserinin “emr-i bi′l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münker” bahsinde aynen şöyle diyor:

« … Pes emr-i bi′l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münker iderin deyenlerün müdde‘âsı ve sözleri bu mahalle arz olundukda ne müşkül imiş Hazret′in ümmeti ile mu‘âmelesi lutf ve kerem yüzünden iken âhir zamanda gelen müdde‘îler ki kendüler Hazret‘e itdüği muhâlefet ayıbını görmeyüp cüz‘î bahâne [sudan sebepler] ile ümmetin kimini ikfâr [kâfirlikle suçlama] ve kimini tadlîl [sapkınlıkla suçlama] ve kimini tafsîk [bozgunculukla suçlama] idüp Allah’dan korkmaz ve peygamberden utanmaz. Halkı ta‘assub derdine düşürüp tefrikıyyeye [ayrışmaya, fırkalaşmaya] sebeb olur. Avâm şurût ve kuyûdı ne bilsün [Halk emr-i marufun şartlarını kayıtlarını ne bilsin]. Her nesnede emr-i bi′l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münker vâcibdür sanup birbiriyle niza‘ ve lecc [tartışıp inatlaşmak] idüp köpek dalaşı gibi itdükleri cidâl gâhî kıtâle mü’eddî olur [sözlü tartışma giderek silahlı çatışmaya sebep olur]. Ehl-i İslâm’ın birbirleri ile ceng ü cidâli ekser bu husûsa mebnîdir.»

Görüntünün olası içeriği: yazı
Görüntünün olası içeriği: yazı

KURU KAVGANIN AHMAK TARAFTARLARI


Fotoğraf açıklaması yok.

Kadızadeli-Halveti kavgası adıyla tarihte iz bırakan tartışma ve çatışma ortamını bizzat yaşayan Katip Çelebi'nin nasihatlerine kulak tıkamamalıyız. Katip Çelebi'nin ahmaklıkla itham ettiği çoğunluk, iki taraftan birini tutmayı tercih ettiyse de akıllı olarak nitelendirdiği azınlık bir grubun söylediklerine pek kulak asan olmamıştı. İki gün önce paylaştığım dergi yazısını okuyamayanlar için aşağıdaki kısa alıntıyı öne çıkarıyorum.

“İçlerinde akıllı olanlar -Bu hadise taassuptan doğan bir kuru kavgadır. Bunlar iki faziletli şeyhtir, ne Sivasi ne Kadızade Efendi bize cenneti garanti edemezler. Birbirlerine olan muhalefetleri bunları meşhur etti, padişah da bu sayede onları öğrendi. Onlar da yakaladıkları şöhreti iyi değerlendirdiler. İşlerini görüp dünya nimetlerinden yararlandılar. Ahmaklık edip onların davasını sürdürürsek elimize zarardan başka bir nesne geçmez- diyerek işe karışmadılar. İslam Sultanı iç çatışmaya ve bozgunculuğa yol açmaması için böyle taassup sahiplerini kahretmeli, cezalandırmalıdır. Bu ihtilafın, iki taraftan birinin galip gelmesine fırsat verilmeden sonlandırılması zorunludur. Gerek Sivasi gerekse Kadızade taraftarları ahmaktır. Âlemin düzeni insanların hadlerini aşmadan hayatlarını sürdürmeleriyle sağlanır.”

Fotoğraf açıklaması yok.

Yukarıdaki sadeleştirilmiş metnin Mizanü'l-Hakk'ın yazma nüshasındaki sayfalarını da sunuyorum.

TARİHİN ACI ACI TEKERRÜRÜ

Deprem vergisi, özel iletişim vergisi, adına ne derseniz deyiniz, 1999 depreminden sonra ihdas edilen vergilerin akıbetini sormak yeni yeni milletin aklına geliyor. Oysa modern bir devlette, toplanan vergilerin, kimler eliyle ve ne şekilde harcandığının hesabı, yurttaşların ilk sorması gereken hususlardandır. Hatta denetime açık ve denetleyici kurumlar eliyle, bireylerin sorusuna hacet kalmadan bütün harcamaların şeffaf bir şekilde ortaya konulması devletin asli görevidir.

Eskiden Meclis, Sayıştay, Danıştay bu işlerle uğraşırdı. Devlet ve hükümetin aynileşmesi, günden güne tek başlı ve tek sesli bir kimliğe bürünmesi, denetim aygıtlarını devreden çıkardı. Kuvvetler ayrılığı yürürlükteyken “4. kuvvet” olmakla böbürlenen medyanın da CB ve parti teşkilatından ibaret sehpanın (Farsça se+pa=üç ayak) üçüncü ayağı olmasıyla işler iyice çığırından çıktı.

AB yolunda yurttaşlara lütfedilen “Bilgi Edinme Hakkı” uyarınca kurulan BİMER ve sonraki CİMER, yurttaşların bilgi edinmesinden ziyade birbirini ispiyonlamasına gayet elverişli bir araç haline getirildi. Bilgi edinmeye kalkışılsa dahi devlet sırrı, askeri sır, ticari sır, özel hayat denilerek kişi ve kurumlara sağlanan muafiyetlerden dolayı o hakkın kullanımı da kadük kaldı.

Bizde devlet Osmanlıdan beri koruyamasa da elde tuttuğu evrakına kıskançlıkla sahip çıkar. Devletin resmi tarihçileri (vakanüvisler) dahi belgelere ulaşamadıklarından yakınırlar. Vakanüvis Lütfi Efendi, rütbeli bir memur olduğu halde kalem kâtiplerini, şeflerini geçemeyip onlardan belge alamadığından gazete haberlerine muhtaç kaldığını ve eserinin de öylesine bir tarih olduğunu yana yakıla anlatır. O zamandan günümüze hayli mesafe aldığımızı sanıyoruz ama aksine modern bir devlet olmaktan gayet uzakta, hatta bazı hususlarda Osmanlının dahi gerisindeyiz.

KIYAMU'L-HİKMETİ Bİ'L-KALEM

Bir zamanlar Osmanlı Arşivi araştırma salonunda asılı olan şu levhada "Kıyamü'l-Hikmeti bi'l-Kalem" yazılıdır. Ser-Sikkegen Abdülfettah Efendi'nin 1847 tarihli bu eseri Hazine-i Evrak'ın açıldığı yıl, kutu etiketlerini yazdığı zaman elinden çıkmış olmalıdır. O zamandan Arşiv'in 2013'te Kağıthaneye taşınmasına kadar aynı yerinde asılıydı. Hikmet, bilgi demektir. Aya Sofya terkibini "kutsal bilgelik" olarak çevirdiğimizde oradaki "Sophia" İslam geleneğindeki karşılığı "Hikmet" ile aynı anlamda buluşurlar. Levhamızdaki veciz sözü kısaca "Hikmet kalemle ayaktadır" cümlesiyle açıklayabiliriz. Bilgimizin diri ve ayakta olması için kalemi, kağıdı, kitabı ihmal etmeyen bir ömür sürmeliyiz
Fotoğraf açıklaması yok.

TABİİYYETTEN TİKSİNEN ŞAİR EŞREF



Şair Eşref'in "Deccal" kitabında şöyle bir kıt'ası var:

KIT'A
Nefret ettim ba’demâ Osmanlı nâmı istemem
Yok mu istikrâha hakkım söyle Allah aşkına?
Padişahım başka bir lutf istemem senden fakat
Tâbi‘iyyetten beni afv eyle Allah aşkına.


Şimdilerde ecnebi muhitlerine kapağı atıp, kaderinden kurtulmak isteyenlerin ilk aktivisti Şair Eşref miydi acaba? Ondan önce de Jöntürkler ve diğer bazı muhalifler Osmanlı ülkesi dışında, Avrupa'da, Mısır'da bulunuyordu ama onların derdi vatandaşlıktan çıkmak değil, ülkeyi Meşrutiyet ve parlamento ile huzura kavuşturmaktı. Eşref de onlardan farklı değildi aslında. Belki de iyice kötümser bir anının mahsulüdür bu kıt'a.

Lugatçe: Ba'demâ-Bundan sonra, İstikrah-Tiksinme, Tâbi'iyyet-Vatandaşlık.

Görüntünün olası içeriği: yazı

MELAHAT YARIŞMASI

1912 yılında bir gazete erkek çocuklar için güzellik yarışması düzenlemiş. Her sayısında birkaç çocuk fotoğrafı var. Fotoğraflardaki çocukların bazıları eşek kadar ama yine de yarışmaya çocuk kategorisinde katılmışlar. Orası önemli değil de o yılların ana-babalarında bir tuhaflık mı var çözemedim. Derginin ilk sayılarında gördüğüm bazı çocukları saçıyla, elbisesiyle kız çocuğundan ayırmak için ancak ana-babası olmak lazım diye düşünüyordum ki şimdi paylaştığım fotoğrafı görünce merakım iyice arttı. Fotoğrafın altında "Sol taraftaki kız olduğundan müsabakaya dahil değildir" yazılı. Bu çocukların hangisinin kız, hangisinin erkek olduğu o zamanlar nasıl anlaşılıyordu yahu!




ÇUVAL İÇİNDE DENİZE ATILAN AVRAT


Suhte ve yobaz güruhu III. Selim devrinde oldukça göze batar olmuş. Çok sayıda belge ve kronikte döneme ait yobaz hikâyeleri zengindir. Bunlardan III. Selim’in hatt-ı hümayununu (el yazısını) içeren bir tanesinde şu hikâye anlatılır.
Fatih Camii civarında terör estiren ehl-i şekavet ve yobaz güruhundan Salbaş Mehmed, Hasan Efendi, Tophaneli Lazoğlu Mehmed ve Halil Efendi ile Kalyoncu İbrahim’in medresedeki odaları basıldığında içeride bir avrat bulunmuş. Ayrıca medresenin misafiri olduklarını iddia eden birileri de ortaya çıkmış. Sadrazam III. Selim'e yazdığı telhisde şeyhülislama haber verdiklerini, şaki suhtelerin boğdurulmaları için şeyhülislamın onayını aldıklarını söylüyor. Sadrazam suhtelerin boğdurulmalarını, avratın çuval içinde halka açık şekilde idamını isterken III. Selim dayanamamış, çuval içinde denize atılmasını emretmiş. Suhtelerin boğulmasını onaylıyor. Misafiriz diyenler için de mademki iyi adamlardı, fenaların yanında ne işleri vardı diye soruyor. Bunlara tatbik edilecek cezayı da şeyhülislama bırakmış.

III. Selim’in hatt-ı hümayunu:
«İbret-i âlem için şeyhülislam efendinin haberi mûcebince tertib-i ceza olalar. Avrat çuval ile denize ilka oluna. Misafiriz diyenler dahi töhmetli olmak gerektir. Çünkü iyi adamlardır fenaların yanında işleri nedir. Misafirler için şeyhülislam efendiye su‘âl edesiniz, küreğe mi münasiptir sair mi münasiptir. Nasıl rey eder ise icra edesin.»

PARATONER

İstanbul’da yıldırım düşmesiyle çok büyük yangınların çıktığı vakidir. Bazı cephaneliklere, baruthanelere yıldırımın isabet etmesi çok sayıda cana mal olduğu gibi çıkan yangınlar İstanbul’un büyük bölümünü tahrip etmiştir. Bu durum paratonerin icadına kadar Batı dünyası için de sözkonusu idi. Benjamin Franklin’in 1760’da icat ettiği paratoner kısa zaman içinde yayılarak Amerika ve Avrupa’da resmi-sivil binalarda kullanılmaya başlanıldı. 19. Yüzyılın ilk çeyreğinde Batı dünyasında paratonerin yaygınlığına rağmen Osmanlı henüz haberdar olmadığından yıldırımın sebep olduğu yangınlar ve can kayıpları devam ediyordu.

Câbi Tarihi’nde bu zaman diliminde yıldırım düşmesiyle çıkan çok sayıda yangın anlatılır. En çok da minareler ve gemi direkleri isabet almaktadır. 3 Temmuz 1811’de Ortaköy’de demirli donanma kalyonlarından birinin direğine isabet eden yıldırımla 8 denizci yanarak ölür. 31 Ekim 1813’de Sultan Selim Camii müezzini salâ okuduğu sırada düşen yıldırımla helak olmuştur. Aynı anlarda Laleli Camii müezzini de minareye çıkmışken korkusundan kendini aşağıya bırakarak yaralanır. Câbi Tarihi’nde böyle çok sayıda örnek vardır.

Anlaşılan 1848’e kadar paratonerin cami minarelerine takılması gündeme gelmemiş. Mustafa Reşid Paşa’nın ilk sadaretinin sonlarına ait bir iradede cami minarelerine paratoner takılması için şeyhülislamdan fetva istenildiği anlaşılıyor. O tarihteki şeyhülislam Arif Hikmet Bey Efendi ulemanın aydın ve bilgili takımındandır. “Dinen hiçbir sakıncası yoksa da şu sıralarda yapılırsa bazı kendini bilmezler bunu vesile kılarak dedikodu edeceklerinden şimdilik tehir edilmesini ve ileri bir tarihte gereğine bakılmasını” öneriyor. Sadrazam Reşid Paşa da durumu Sultan Abdülmecid’e aktardığında padişah şeyhülislamın uyarısını dikkate alıyor ve minarelere paratoner takılmasını erteliyor. Minarelere ilk paratonerin ne zaman takıldığını şimdilik tespit edemesem de pek fazla zaman geçmeden uygulamanın başladığına dair bazı kayıtlar mevcuttur.

Matbaaya başlangıçta ulema izin vermemişti ama zamanla ulemanın bir kısmının yeniliklere toplumun yobaz kesiminden daha iyi uyum sağlamış olduğunu düşünüyorum. Toplumu eğitmezsen yobazlaşır. Sen de dedikodusundan, eylemlerinden çekinir, icraata girişemezsin.

BELGE METNİ

Maruz-ı bende-i kemineleridir ki

Paratoner tabir olunan telin minarât-ı cevâmiʻ-i şerifeye vazʻında bir gûne mahzur olup olmadığı bilinmek üzere keyfiyetin canib-i cenab-ı Fetvapenahî’den istiftâ olunması emr u fermân-ı hazret-i Şehinşahî muktezâ-yı münifinden olmasıyla mesele-i şerʻiyesi lede’l-istifsâr bu maddenin hiçbir gûne mahzur-ı şerʻîsi yok ise de şu aralık yapılmak lazım gelse ihtimal ki bazı kendini bilmeyenler bunu mesele-i kıylukâl edeceklerinden şimdilik tehiriyle ileride iktizasına bakılması canib-i müşarunileyhden ifade olunduğuna nazaran ol babda her ne vechile emr u fermân-ı kerâmet-unvan-ı cenâb-ı Hilafetpenahî müteallik ve şeref-sudûr buyurulur ise ona göre harekete mübaderet olunacağı rehin-i ilm-i sâmîleri buyuruldukta her halde irade ve ihsan efendimindir. Fî 8 Ca. Sene 64 [12 Nisan 1848]

Bende
Reşid

Hâk-i pâ-yi âlî-i cenab-ı sadaret-penahîlerine maruz-ı çaker-i maarif-küsterledir ki

Enmile-zîb-i tefhîm olan işbu tezkire-i samiye-i sadaret-penahîleri meşmul-i lihaza-i mealî ifaza-i hazret-i Şahane buyurulmuş ve suret-i hâle nazaran bu hususun şimdilik tehiri münasip olacağından sarf-ı nazar olunarak meskut bırakılması müteallik-i şeref-sudûr buyurulan emr u fermân-ı mealî-unvan-ı Cihan-bânî iktiza-yı âlîsinden bulunmuş olduğu muhat-ı ilm-i sâmî-i Âsafîleri buyuruldukta ol babda emr u fermân hazret-i veliyyü’l-emrindir. Fî 10 Ca. Sene 64 [14 Nisan 1848]



27 Eylül 2019 Cuma

EL TEMIDO-İSPANYOLLARIN KORKUNÇ TÜRK KORSANI

Emin Süleyman'ın çıkardığı "Aklın Hakimiyeti" dergisinde, tarihlerimizde yer aldığını hiç görmediğim meçhul bir kahramanın macerasına rastladım. Madrid Milli Kütüphanesi'ndeki bir yazmada, İspanyollar tarafından "El Temido/Son derece korkunç" lakabıyla anılan ve gerçek ismi meçhulümüz olan bu kahraman Türk denizcisinin hikayesini bulup gazetesinde yayınladığı metni yeni yazıya aktardım. Bizim için meçhul bu kahraman denizciye dair İspanyolların en büyük şairlerinden José de Espronceda önemli bir şiir yazmış. Yakın zamanlarda da İspanyol Rock grubu Tierra Santa aynı şiiri bir rock parçasında seslendirmiş.

Metin Transkripsiyonu:
MİLLİ SAFAHATIMIZDAN: 
MEÇHUL BİR TÜRK GEMİCİSİ 
İspanya'da bulunduğum uzun müddet esnasında biz Türkler hakkında birçok yalanlar duyduğum gibi birçok da güzel şeyler duymuş ve okumuş idim. Madrid Milli Kütüphanesi'nin on beşinci ve on altıncı asra aid vesaik kısmında şöyle bir hikâye manzurum olmuştu: Kime aid olduğu bilinmeyen bir (Brigantin=yelken harp gemisi) Valensiya önünde kazaya uğrayıp batmış ve yalnız bir kişi kurtulmuş ve o da İspanyollar eline esir düşmüş idi. İspanyol liman kumandanı ile bu esir arasında şu mükâleme cereyan etmiş idi. 
İspanyol kumandanı:
-Sen nereden geliyorsun?
Esir-(Fasih bir İspanyolca ile): Denizden
Kumandan-Onu sormuyorum. Hangi devlet tebaasındansın?
Esir-Kemal-i nahvetle: Kuvvetle rüzgârdan başka kimsenin tebaası değilim.
-Dinin hangi dindir?
-Serbestlik benim imanımdır.
İspanyol kumandanı kızarak: Anan, baban mâmelekin hangi memlekettedir?
Esir daha ziyade bir nahvetle: Anam ve babam gemim idi. Mamelekim de anın içinde idi; battı. Cevabını verdi ve tabii akabinde kellesi yere yuvarlandı. Cesedi çıplak soyulduğu vakitte görüldü ki göğsünün tâ kalbi üzerinde Türk sancaklı bir (Brigantin-yelken harp gemisi) ve sağ kolunda iki minareli bir cami mevsum (iğne ile dövme) idi. Sonra anlaşıldı: Kellesi yerde yuvarlanan Türk kapudanlarından meşhur el-Temido idi.
(El-Temido; son derece korkunç demektir) İspanyollar birçok senelerden beri ona bu lakabı vermişler idi.
 
-«Biz Türklerce ismi bile meçhul fakat Avrupalılarca efsanevi şöhret kazanmış bu Türk kahramanı el-Temido'nun sair maceraları hakkında İspanya'nın en meşhur şairlerinden (Esponsada)nın [José de Espronceda] La Pirata yani Korsan unvanlı yazmış olduğu destan İspanyol edebiyatında bir şaheserdir.» 
E.S. [Bu rumuz gazetenin sahibi Emin Süleyman'a ait olmalıdır]


8 Temmuz 2019 Pazartesi

PENÇE



Tepedelenli Ali Paşa'nın pençesi. "Ali Mutasarrıf-ı Liva-i Yanya ve Tırhala" ibareli



SANATLI BİR MÜHÜR

Sanatlı bir mühür

Reisülküttab Mehmed Vesim Efendi'nin mührü. "İde Muhammed Vesim kârını zer u sîm" olarak okunması isabetli olur.


ŞEYH UÇMAZ MÜRİT UÇURUR

Osmanlı döneminde halk arasındaki fısıltı gazetesi haberleri merkezi yönetim tarafından merak edilir ve jurnal memurları vasıtasıyla bu haberler merkeze ulaştırılır ve orada değerlendirilirdi. Buna benzer bir uygulamanın Cumhuriyet devrinde de devam ettiği, halk arasından her vasıta ile istihbarat toplandığı bilinmektedir. Aşağıdaki örnekte olduğu gibi akıllara zarar bazı hikayeler de bu belgelerde dile gelmektedir.

BAB-I DEFTERİ


Osmanlı üç kıtaya hükmettiği devirlerde bürokrasiyi en hızlı ve verimli şekilde işletmesiyle diğer dünya devletlerinden açık ara ayrılır. Ülkemizi seyahat eden seyyahların ve burada görevli ecnebi elçilerin, kendi ülkelerindeki düzen ile mukayese ederek Osmanlıyı göklere çıkaran, kendi ülkelerini yerin dibine batıran seyahatname ve raporları ortadadır. Her devirde devlet ve toplum arasındaki bürokrasi genellikle halkın menfaatine iş görmeyi birinci vazifeleri addetmiştir. Rüşvet ve menfaat çarkı elbette ki bazı dönemlerde yayılmış ve akıl sahipleri sistemin sekteye uğramasına fırsat vermeden düzeni asli hüviyetine döndürmüşlerdir.

Babıali döneminde merkezi bürokrasi ana gövde olarak Bab-ı Asafi ve Bab-ı Defteri diye ikiye ayrılır. Bab-ı Asafi-Sadrazam yani bugünkü başbakan ve Divan-ı Hümayun kalemlerini, Bab-ı Defteri ise Defterdar yani bugünkü Maliye Bakanı ve kalemlerini temsil eder. Hızlı, etkili ve işlevsel bir bürokrasi ile devrine göre en içinden çıkılmaz meseleleri pratik çözümlere kavuşturmuşlardır. Personel sayısı ve iş hacmi itibarıyla Bab-ı Defteri, Bab-ı Asafi’nin en az 6-7 katı büyüklüktedir. İnsan gücüne dayalı zamanların kamu sektörü üç kıtaya yayılmış bir devleti bugüne nazaran bir avuç personel ile idare ediyordu.

Defterdarın nezaretinde yürütülen işlerin görüldüğü mekanı 18. yüzyılda tasvir eden bir gravür bugün elimizdedir. İş odaklı ve sadeliğin doruklarındaki bu büroyu tasvir eden gravürü takdim ediyorum.




ERMENİCE BİLEN KÜRT HAFİYE İSTİHDAMI


Bihi

Bab-ı Ali
Daire-i Umur-ı Dahiliye
Mektubî Kalemi
Aded
944

Huzur-ı Alî-i Hazret-i Sadaretpenâhîye

Maruz-ı Çâker-i Kemineleridir ki
Sinekli’de şimendüfer amelesi çavuşlarından bir Kürdün Ermeni lisanına aşina olmağla beraber kendisi de Ermeniden pek de fark edilmediğinden merkumun Silivri’ye celbiyle ve bir iş aramak vesilesiyle Silivri’deki Ermenilerin arasında düşüp kalkmak ve bir iş bulur ise sıfatını hissettirmemek için çalışmak üzre üç yüz guruş maaşla hafiyelikde istihdamı Silivri Kaymakamlığı’ndan bildirildiğinden bahisle istifsar-ı muameleyi ve ol babda bazı ifadeyi havi Çatalca Mutasarrıflığı’ndan tevarüd eden 17 Mayıs sene 310 tarih ve elli üç numerolu tahrirat leffen takdim kılınmış olmağın suret-i iş’ara nazaran iktizasının ifa ve emr u inbası merhûn-ı müsaade-i aliyye-i cenab-ı Sadaretpenâhîleridir. Ol babda emr u ferman hazret-i veliyyü’l-emrindir.

Fî 8 Zilhicce sene 31 ve Fî 31 Mayıs sene 310 [12 Haziran 194]

Nazır-ı Umur-ı Dahiliye
bende
Rifat [İmza]




15 Haziran 2019 Cumartesi

ZİYA GÖKALP’TAN KIZI HÜRRİYET HANIMA MEKTUP



Ziya Gökalp, 100 yıl önce Darülfünun’da profesör ve Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Akdağmadeni Mebusu iken, İngilizlerin İtilaf hükümetine verdikleri liste uyarınca Malta adasına sürgüne yollanır. Sürgündeyken eşine, çocuklarına yazdığı, nadir bir külliyat oluşturan mektuplar “Limni Malta Mektupları” adıyla yayınlanmıştır. Bu külliyatın dışında kalıp kalmadığını tespit edemediğim bir fotoğraf kartının arka yüzünde yer alan, Ziya Gökalp’tan o sırada 10 yaşında olan kızı Hürriyet’e hitaben yazılmış ve SALT Arşiv’de mektup olarak kayıtlı bir belgeyi sunuyorum. Bu kartın ön yüzünde Ziya Gökalp’ın fotoğrafı olması gerekiyor ama aynı numara altında tasnif edilen bir fotoğraf yoktur. Bir başka numarada yer alan Ziya Gökalp’ın sürgün günlerine dair gazete kupüründeki fotoğrafın, naklettiğim metinde belirtilen fotoğraf olması muhtemeldir. 

KARTIN ARKA YÜZÜ

12 Kanun-ı Sani 1336 [12 Ocak 1920]

Kızım Hürriyet Hanım’a

Sevgili Kızım! Sen çok akıllı bir kızsın! Türkan’ı çok seviyorsun. Ona çukulatalar alıyorsun. İşte ben de sana resmimi gönderiyorum. Yakında inşallah kendimi de getiririm. Annene çok selamlar ederim. Amcana da çok selamlar. Seniha’nın, Türkan’ın, Fatma’nın, Şeref’in, Beyhan’ın gözlerinden öperim sevgili kızım.

Baban
Ziya Gökalp
 
İstanbul’da Cağaloğlu’nda Mektep Sokağı’nda Doktor Nafiz Paşa’nın hanesinde Ziya Gökalp Bey’in kerimesi hanıma mahsusdur.


HALKIN KÜLTÜR SEVİYESİNİ YÜKSELTMEK

Akşam Gazetesi'nden, 1937 yılına ait bir kupür. Halkın kültür seviyesini yükseltmek önemli mesele ama halkın umurunda olmadığı bir mesele. Tabii ki seviyenin yükselmesi için önce tepeden birşeylerin inmesi veya nazil olması lazım. Çok görmeyin, bu işler hemen her toplumda aynen cereyan etti, biz geri kalır mıyız? Hasan Ali Yücel'in tercüme bürosundan, Doğu ve Batı kültürünün Maarif Klasikleri aracılığıyla yurt sathına nakledilmesinden biraz öncesi. Henüz kitap ve kültür kodlarımız Aşık Kerem, Leyla Mecnun, Battal Gazi numuneleriyle çalışıyor. Harf Devrimi yapılmış, okur yazar yetiştirmeye çalışan bir eğitim ordusu kurulmuş. Dünya savaşa hazırlanıyor, biz kültür savaşının içindeyiz. Halkevleri faaliyette olsa da buralara sokulamayan kütlelerin ihmal edilmemesi lazım. Bunları yoğun olarak bulundukları pazarlarda yakalayıp kültürü "kitleyeceksin". İnkılab şırasını da yandan vereceksin. Müfredat gündemdeyken şimdikiler de böyle projeleri unutmasın yani... Bu projenin gerçekleşip gerçekleşemediğine dair bir malumatım yok ama çok naif geldi, paylaşmak istedim...
 







KULAK ÇINLAMASINI BEYAN EDER


Cumartesi günü kulağı çınlasa gaibden eline bir nesne gire
Pazar günü çınlasa sefere gide, mübarek ola
Pazartesi günü çınlasa ululardan çok faide göre
Salı günü çınlasa bir ziyan göre
Çarşamba günü çınlasa bir iyi haber işite
Perşembe günü çınlasa muradı tez hasıl ola
Cuma günü çınlasa biraz kaygu ve gussa çeke ama tizcek yine def' ola.


DİLENEN YENİÇERİLER

III. Selim devrindeyiz. Bir zamanların anlı şanlı Yeniçerileri gün gelip sokaklarda dilenmeye başlamış. III. Selim üst rütbeli Yeniçeri ihtiyarlarından 13 kişiyi çarşı-pazarda dilencilik ederken gözleriyle görmüş. Çok üzülmüş olmalı ki isimleri yazılmış bu 13 fakir yeniçeriye yevmiye bağlanmasını istiyor. Yeniçeriler ulufe adı verilen maaşlarını esame denilen belgeyle alırlardı. Üç ayda bir verilmesi kanun olan ulufelerini düzenli alamazlar, çoğu zamanda esamelerini kırdırıp borçlanırlardı. Bunlar açlıktan dilenirken maaş alacakları esame tezkireleri başkalarının ellerine geçiyor, sermayesi, kudreti olup esame satın alanlar devleti soymaya devam ediyordu. Ölenlerin esameleri bile bunların elinde kullanılmaya devam ediyordu. Bazı devlet adamlarının terekelerinden binlerce esame çıktığı olurdu.

GİRİTLİ NAZLI HANIMIN BOŞANMA TALEBİ


Girit’in Hanya kazası Kumkapı Mahallesinde oturan balıkçı esnafından Avnaki Mehmed’in nikâhlı üç karısından biri olan Nazlı Hanım durumuna isyan etmiş. Üç hanımın da aynı evde oturmasını kabul etmiyor. Kocasından kendisine ayrı bir hane açmasını, buna muvafakat etmezse boşanmak üzere Balıkçı Mehmed’in mahkemeye celbini talep ediyor. Mahkeme naibi Abdüllatif aralarını bulmak için meseleyi Eytam Meclisi’ne havale etmiş.
Nazlı Hanım’ın bu cesur girişiminin sonucunu belgenin yer aldığı SALT Arşivinde bulamadım.

BELGE METNİ:

Merkez-i Vilayet niyabet-i şer’iyyesi canib-i valasına
Cariyeleri Kumkapı Mahallesi sakinelerinden olup zevcim bulunan balıkçı esnafından Avnaki Mehmed nam kimesnenin cariyelerinden başka daha iki nefer hatun taht-ı nikâhında olup cümlemiz bir hanede iskân etmek kabil olmadığından cariyeleri müstesna bir hanede iskân ettirmesi ve merkum buna rıza göstermeyip de muvafakat etmeyecek olur ise cariyelerini tefrik etmek üzere merkumun celbiyle muhakememiz icrasını istid’a ve istirham eylerim. Fi 31 Kanun-ı Evvel sene 303 [12 Ocak 1888]
Cariyeleri Nazlı

[Hanya Naibi Abdüllatif’in havale derkenarı]
Islah-ı zatü’l-beyn olunmak içün Eytam Meclisi’ne havale olunur. Fi 10 Cumade’l-ula sene 305 [24 Ocak 1888]

4 Şubat 2019 Pazartesi

TÜRK FOLKLORU ARAŞTIRMACISI KUNOŞ'UN BURSA İZLENİMLERİNDEN

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi


“…Yazar, gençlerin kahvesinde onların sergilediği ilginç bir geleneğin icrasına tanık olur. Zeybek dediği köylü gençler, daha önce şehre gidip orada buldukları bir kızı ikna edip köylerine götürürler. Kız şehirden çıkar çıkmaz, giydiği çarşafı çıkartıp yüzünü ve ellerini abartılı bir biçimde boyayıp güzelleşmeye çalışır, sonra ise köyde üç gün, üç gece kalıp delikanlılarla dans etmek ve türküler söylemek amacıyla gençlerle Kirazlı’ya gider. Yolda, ufak ayaklı dedikleri kıza genç erkekler mâniler söylerler, kız da onlara mâni biçiminde cevap verir.
Fotoğraf açıklaması yok. Kúnos, gençlerin kahvesine vardığında ufak ayaklı orada bulunmaktadır. Rengarenk kumaşlar giyinmiş ufak ayaklı, Kúnos’un dediğine göre “çengi danslarını sergileyip” türküler söyler. Macar Türkoloğu, kızın okuduğu türkülerin oyun türküleri olduklarından dolayı, muhtevalarının edebiyat estetiği açısından değersiz ve bayağı olduklarına dikkati çeker. Kúnos’un tespitine göre bu türkülerin konuları flörttür. Yazar, ufak ayaklının kahvenin ortasında mâni söyleyip oynayıp göbek attığını seyircilerin ise ona mânilerle karşılık söz attıklarını belirtir. Kız daha sonra, eşini hamamcı ile aldatan Fehmiye hanım’ın türküsünü okur. Kúnos da, orada bulunan erkek seyirci ve dinleyicilerin de yaptıkları gibi kıza altın verir. Kız, Kúnos’un kendisine armağan ettiği Macar altınını görünce ona bir efsane anlatır: Bu efsaneye göre, Macar kralı çeşitli değersiz metallerden altın yapabilen simya ilminden anlayan bir dervişi yanına çağırmış. Derviş onun gözlerinin önünde altın üretmiş, ancak kralın bütün yalvarmalarına rağmen, derviş metallerden altın yapabilen tozu ona vermemiş, bunun yerine altını daha parıltılı yapabilen bir toz vermiş. Böylece Macar altını dünyanın en parıltılısı olmuş. Kız efsaneyi bitirdikten sonra, Kúnos’a eski Macar paralarının üstünde o dervişin portresi olduğunu söyler. Kúnos ve yol arkadaşları daha sonra yolculuklarına devam ederek, kuzey Zeybek bölgesinden ayrılıp güneydeki Zeybek bölgesine gitmek üzere yollarına devam ederler. Kúnos’a göre, asıl Zeybekler güneyde (Aydın ve civarında) yasayan Zeybeklerdir. Ancak gezisini güney Zeybek bölgesine doğru devam etmeden önce Macaristan’dan beklediği yazılarının tahsisini yapmak için Aydın’a gitmekten vazgeçip İstanbul’a geri döner.”
Fotoğraf açıklaması yok.
Szilárd Szilágyi tarafından hazırlanan 2007 tarihli “IGNÁC KÚNOS Türk Folklor Araştırmalarında Bir Öncü” adlı doktora tezinden alınmıştır.