Şehzadelikten sonra tahta oturan padişahların idari yaklaşımlarına dair önemli veriler barındıran bir belgeyi paylaşıyorum. Sultan Üçüncü Selim'in hatt-ı hümayunundan çıkarılmış belge sureti, Prusya ile Osmanlı Devleti'nin ittifak muahedesi görüşmeleri sırasında, Sadaret Kaymakamı tarafından padişaha sunulan bir takririn üzerine yazılmıştır. Prusya ile ittifak muahedesi 31 Ocak 1790'da imzalandığına göre belgenin tarihi bundan öncesine aittir. 7 Nisan 1789'da 28 yaşında tahta çıkan Üçüncü Selim'in hattında yazılı olan "ben padişah olalı bir sene dahi olmadı" cümlesi de bunu teyit eder. Muahedeye ilişkin yürütülen müzakerelerde Prusya elçisi bir an önce istediği cevapların verilmesinde ısrarcıdır. Seferde olan sadrazam yerine sadaret kaymakamı bir fikir beyan etmeyip cevabı padişaha bırakmıştır. Üçüncü Selim hatt-ı hümayunu bunun üzerine yazıyor. Daha bir yılı dolmayan bir padişah olarak, kendi fikrine göre cevap vermek istemez. Çünkü hangi cevabın devlete hayırlı olacağı hakkında bir bilgisi olmadığı için çekinmektedir. Çekinmekte de haklıdır zira yaşadığı çağda, kendinden önceki padişahlar zamanında ne kadar kerih görülen, devlet aleyhine icraatlar varsa, bunlara padişahların sebep olduğunu gösteren bir zümre vardır. O yüzden "devletimde bu kadar devlet adamı ve ulema varken onlar uygun görürse ne güzel, aksi takdirde şu iş olsun demem" diyerek öncesini bilmediği, sonunu kestiremediği işlere karışmak istemez. Yine de en azından elçinin kabul etmeyeceğini bildiğinden gerçekleşmeyecek bir önerinin de reisülküttaba (Dışişleri Bakanı) söylenmesini talep ederek idare-i maslahattan çekinmez. Onun için önemli olan sadrazamın bu konuda söyleyecekleridir.
12 Kasım 2019 Salı
III. Selim'in Devlet Adamlarına Dair Bazı Görüşleri
Şehzadelikten sonra tahta oturan padişahların idari yaklaşımlarına dair önemli veriler barındıran bir belgeyi paylaşıyorum. Sultan Üçüncü Selim'in hatt-ı hümayunundan çıkarılmış belge sureti, Prusya ile Osmanlı Devleti'nin ittifak muahedesi görüşmeleri sırasında, Sadaret Kaymakamı tarafından padişaha sunulan bir takririn üzerine yazılmıştır. Prusya ile ittifak muahedesi 31 Ocak 1790'da imzalandığına göre belgenin tarihi bundan öncesine aittir. 7 Nisan 1789'da 28 yaşında tahta çıkan Üçüncü Selim'in hattında yazılı olan "ben padişah olalı bir sene dahi olmadı" cümlesi de bunu teyit eder. Muahedeye ilişkin yürütülen müzakerelerde Prusya elçisi bir an önce istediği cevapların verilmesinde ısrarcıdır. Seferde olan sadrazam yerine sadaret kaymakamı bir fikir beyan etmeyip cevabı padişaha bırakmıştır. Üçüncü Selim hatt-ı hümayunu bunun üzerine yazıyor. Daha bir yılı dolmayan bir padişah olarak, kendi fikrine göre cevap vermek istemez. Çünkü hangi cevabın devlete hayırlı olacağı hakkında bir bilgisi olmadığı için çekinmektedir. Çekinmekte de haklıdır zira yaşadığı çağda, kendinden önceki padişahlar zamanında ne kadar kerih görülen, devlet aleyhine icraatlar varsa, bunlara padişahların sebep olduğunu gösteren bir zümre vardır. O yüzden "devletimde bu kadar devlet adamı ve ulema varken onlar uygun görürse ne güzel, aksi takdirde şu iş olsun demem" diyerek öncesini bilmediği, sonunu kestiremediği işlere karışmak istemez. Yine de en azından elçinin kabul etmeyeceğini bildiğinden gerçekleşmeyecek bir önerinin de reisülküttaba (Dışişleri Bakanı) söylenmesini talep ederek idare-i maslahattan çekinmez. Onun için önemli olan sadrazamın bu konuda söyleyecekleridir.
5 Ekim 2019 Cumartesi
İYİLİĞİ EMRETMEK KÖTÜLÜĞÜ ENGELLEMEK
Bunların gerçek niyetlerini elbette okuyamam, ben iyi niyetle bakıyorum. Bu halleriyle İslamî ve insanî görevlerini yapmanın huzuru içinde arkalarına yaslandıklarında biraz ortalığı izleseler, nasıl tepkilerle karşılaştıklarını, toplumu nasıl ayrıştırdıklarını, velev ki iyi niyetle çıktıkları yolda kendileri sayesinde İslâm’ın ne şekilde hakarete uğradığını görebilirler.
Gün geçtikçe bu ayrışma ve karşılıklı nefret duygusu yoğunlaşarak artıyor. Bu tutulan yolun yol olmadığını, 350 yıl önceki Osmanlı toplumu Kadızadeli zihniyetiyle yüzyüze geldiğinde Kâtip Çelebi yazmıştı. “Mizanü’l-Hak” adlı eserinin “emr-i bi′l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münker” bahsinde aynen şöyle diyor:
« … Pes emr-i bi′l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münker iderin deyenlerün müdde‘âsı ve sözleri bu mahalle arz olundukda ne müşkül imiş Hazret′in ümmeti ile mu‘âmelesi lutf ve kerem yüzünden iken âhir zamanda gelen müdde‘îler ki kendüler Hazret‘e itdüği muhâlefet ayıbını görmeyüp cüz‘î bahâne [sudan sebepler] ile ümmetin kimini ikfâr [kâfirlikle suçlama] ve kimini tadlîl [sapkınlıkla suçlama] ve kimini tafsîk [bozgunculukla suçlama] idüp Allah’dan korkmaz ve peygamberden utanmaz. Halkı ta‘assub derdine düşürüp tefrikıyyeye [ayrışmaya, fırkalaşmaya] sebeb olur. Avâm şurût ve kuyûdı ne bilsün [Halk emr-i marufun şartlarını kayıtlarını ne bilsin]. Her nesnede emr-i bi′l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münker vâcibdür sanup birbiriyle niza‘ ve lecc [tartışıp inatlaşmak] idüp köpek dalaşı gibi itdükleri cidâl gâhî kıtâle mü’eddî olur [sözlü tartışma giderek silahlı çatışmaya sebep olur]. Ehl-i İslâm’ın birbirleri ile ceng ü cidâli ekser bu husûsa mebnîdir.»
KURU KAVGANIN AHMAK TARAFTARLARI
Kadızadeli-Halveti kavgası adıyla tarihte iz bırakan tartışma ve çatışma ortamını bizzat yaşayan Katip Çelebi'nin nasihatlerine kulak tıkamamalıyız. Katip Çelebi'nin ahmaklıkla itham ettiği çoğunluk, iki taraftan birini tutmayı tercih ettiyse de akıllı olarak nitelendirdiği azınlık bir grubun söylediklerine pek kulak asan olmamıştı. İki gün önce paylaştığım dergi yazısını okuyamayanlar için aşağıdaki kısa alıntıyı öne çıkarıyorum.
“İçlerinde akıllı olanlar -Bu hadise taassuptan doğan bir kuru kavgadır. Bunlar iki faziletli şeyhtir, ne Sivasi ne Kadızade Efendi bize cenneti garanti edemezler. Birbirlerine olan muhalefetleri bunları meşhur etti, padişah da bu sayede onları öğrendi. Onlar da yakaladıkları şöhreti iyi değerlendirdiler. İşlerini görüp dünya nimetlerinden yararlandılar. Ahmaklık edip onların davasını sürdürürsek elimize zarardan başka bir nesne geçmez- diyerek işe karışmadılar. İslam Sultanı iç çatışmaya ve bozgunculuğa yol açmaması için böyle taassup sahiplerini kahretmeli, cezalandırmalıdır. Bu ihtilafın, iki taraftan birinin galip gelmesine fırsat verilmeden sonlandırılması zorunludur. Gerek Sivasi gerekse Kadızade taraftarları ahmaktır. Âlemin düzeni insanların hadlerini aşmadan hayatlarını sürdürmeleriyle sağlanır.”
TARİHİN ACI ACI TEKERRÜRÜ
Eskiden Meclis, Sayıştay, Danıştay bu işlerle uğraşırdı. Devlet ve hükümetin aynileşmesi, günden güne tek başlı ve tek sesli bir kimliğe bürünmesi, denetim aygıtlarını devreden çıkardı. Kuvvetler ayrılığı yürürlükteyken “4. kuvvet” olmakla böbürlenen medyanın da CB ve parti teşkilatından ibaret sehpanın (Farsça se+pa=üç ayak) üçüncü ayağı olmasıyla işler iyice çığırından çıktı.
AB yolunda yurttaşlara lütfedilen “Bilgi Edinme Hakkı” uyarınca kurulan BİMER ve sonraki CİMER, yurttaşların bilgi edinmesinden ziyade birbirini ispiyonlamasına gayet elverişli bir araç haline getirildi. Bilgi edinmeye kalkışılsa dahi devlet sırrı, askeri sır, ticari sır, özel hayat denilerek kişi ve kurumlara sağlanan muafiyetlerden dolayı o hakkın kullanımı da kadük kaldı.
Bizde devlet Osmanlıdan beri koruyamasa da elde tuttuğu evrakına kıskançlıkla sahip çıkar. Devletin resmi tarihçileri (vakanüvisler) dahi belgelere ulaşamadıklarından yakınırlar. Vakanüvis Lütfi Efendi, rütbeli bir memur olduğu halde kalem kâtiplerini, şeflerini geçemeyip onlardan belge alamadığından gazete haberlerine muhtaç kaldığını ve eserinin de öylesine bir tarih olduğunu yana yakıla anlatır. O zamandan günümüze hayli mesafe aldığımızı sanıyoruz ama aksine modern bir devlet olmaktan gayet uzakta, hatta bazı hususlarda Osmanlının dahi gerisindeyiz.
KIYAMU'L-HİKMETİ Bİ'L-KALEM
TABİİYYETTEN TİKSİNEN ŞAİR EŞREF
Şair Eşref'in "Deccal" kitabında şöyle bir kıt'ası var:
Şimdilerde ecnebi muhitlerine kapağı atıp, kaderinden kurtulmak isteyenlerin ilk aktivisti Şair Eşref miydi acaba? Ondan önce de Jöntürkler ve diğer bazı muhalifler Osmanlı ülkesi dışında, Avrupa'da, Mısır'da bulunuyordu ama onların derdi vatandaşlıktan çıkmak değil, ülkeyi Meşrutiyet ve parlamento ile huzura kavuşturmaktı. Eşref de onlardan farklı değildi aslında. Belki de iyice kötümser bir anının mahsulüdür bu kıt'a.
Lugatçe: Ba'demâ-Bundan sonra, İstikrah-Tiksinme, Tâbi'iyyet-Vatandaşlık.
MELAHAT YARIŞMASI
ÇUVAL İÇİNDE DENİZE ATILAN AVRAT
«İbret-i âlem için şeyhülislam efendinin haberi mûcebince tertib-i ceza olalar. Avrat çuval ile denize ilka oluna. Misafiriz diyenler dahi töhmetli olmak gerektir. Çünkü iyi adamlardır fenaların yanında işleri nedir. Misafirler için şeyhülislam efendiye su‘âl edesiniz, küreğe mi münasiptir sair mi münasiptir. Nasıl rey eder ise icra edesin.»
PARATONER
Câbi Tarihi’nde bu zaman diliminde yıldırım düşmesiyle çıkan çok sayıda yangın anlatılır. En çok da minareler ve gemi direkleri isabet almaktadır. 3 Temmuz 1811’de Ortaköy’de demirli donanma kalyonlarından birinin direğine isabet eden yıldırımla 8 denizci yanarak ölür. 31 Ekim 1813’de Sultan Selim Camii müezzini salâ okuduğu sırada düşen yıldırımla helak olmuştur. Aynı anlarda Laleli Camii müezzini de minareye çıkmışken korkusundan kendini aşağıya bırakarak yaralanır. Câbi Tarihi’nde böyle çok sayıda örnek vardır.
Anlaşılan 1848’e kadar paratonerin cami minarelerine takılması gündeme gelmemiş. Mustafa Reşid Paşa’nın ilk sadaretinin sonlarına ait bir iradede cami minarelerine paratoner takılması için şeyhülislamdan fetva istenildiği anlaşılıyor. O tarihteki şeyhülislam Arif Hikmet Bey Efendi ulemanın aydın ve bilgili takımındandır. “Dinen hiçbir sakıncası yoksa da şu sıralarda yapılırsa bazı kendini bilmezler bunu vesile kılarak dedikodu edeceklerinden şimdilik tehir edilmesini ve ileri bir tarihte gereğine bakılmasını” öneriyor. Sadrazam Reşid Paşa da durumu Sultan Abdülmecid’e aktardığında padişah şeyhülislamın uyarısını dikkate alıyor ve minarelere paratoner takılmasını erteliyor. Minarelere ilk paratonerin ne zaman takıldığını şimdilik tespit edemesem de pek fazla zaman geçmeden uygulamanın başladığına dair bazı kayıtlar mevcuttur.
Matbaaya başlangıçta ulema izin vermemişti ama zamanla ulemanın bir kısmının yeniliklere toplumun yobaz kesiminden daha iyi uyum sağlamış olduğunu düşünüyorum. Toplumu eğitmezsen yobazlaşır. Sen de dedikodusundan, eylemlerinden çekinir, icraata girişemezsin.
Maruz-ı bende-i kemineleridir ki
Paratoner tabir olunan telin minarât-ı cevâmiʻ-i şerifeye vazʻında bir gûne mahzur olup olmadığı bilinmek üzere keyfiyetin canib-i cenab-ı Fetvapenahî’den istiftâ olunması emr u fermân-ı hazret-i Şehinşahî muktezâ-yı münifinden olmasıyla mesele-i şerʻiyesi lede’l-istifsâr bu maddenin hiçbir gûne mahzur-ı şerʻîsi yok ise de şu aralık yapılmak lazım gelse ihtimal ki bazı kendini bilmeyenler bunu mesele-i kıylukâl edeceklerinden şimdilik tehiriyle ileride iktizasına bakılması canib-i müşarunileyhden ifade olunduğuna nazaran ol babda her ne vechile emr u fermân-ı kerâmet-unvan-ı cenâb-ı Hilafetpenahî müteallik ve şeref-sudûr buyurulur ise ona göre harekete mübaderet olunacağı rehin-i ilm-i sâmîleri buyuruldukta her halde irade ve ihsan efendimindir. Fî 8 Ca. Sene 64 [12 Nisan 1848]
Bende
Reşid
Hâk-i pâ-yi âlî-i cenab-ı sadaret-penahîlerine maruz-ı çaker-i maarif-küsterledir ki
Enmile-zîb-i tefhîm olan işbu tezkire-i samiye-i sadaret-penahîleri meşmul-i lihaza-i mealî ifaza-i hazret-i Şahane buyurulmuş ve suret-i hâle nazaran bu hususun şimdilik tehiri münasip olacağından sarf-ı nazar olunarak meskut bırakılması müteallik-i şeref-sudûr buyurulan emr u fermân-ı mealî-unvan-ı Cihan-bânî iktiza-yı âlîsinden bulunmuş olduğu muhat-ı ilm-i sâmî-i Âsafîleri buyuruldukta ol babda emr u fermân hazret-i veliyyü’l-emrindir. Fî 10 Ca. Sene 64 [14 Nisan 1848]
27 Eylül 2019 Cuma
EL TEMIDO-İSPANYOLLARIN KORKUNÇ TÜRK KORSANI
Metin Transkripsiyonu:
MİLLİ SAFAHATIMIZDAN:
MEÇHUL BİR TÜRK GEMİCİSİ
İspanya'da bulunduğum uzun müddet esnasında biz Türkler hakkında birçok yalanlar duyduğum gibi birçok da güzel şeyler duymuş ve okumuş idim. Madrid Milli Kütüphanesi'nin on beşinci ve on altıncı asra aid vesaik kısmında şöyle bir hikâye manzurum olmuştu: Kime aid olduğu bilinmeyen bir (Brigantin=yelken harp gemisi) Valensiya önünde kazaya uğrayıp batmış ve yalnız bir kişi kurtulmuş ve o da İspanyollar eline esir düşmüş idi. İspanyol liman kumandanı ile bu esir arasında şu mükâleme cereyan etmiş idi.
İspanyol kumandanı:
-Sen nereden geliyorsun?
Esir-(Fasih bir İspanyolca ile): Denizden
Kumandan-Onu sormuyorum. Hangi devlet tebaasındansın?
Esir-Kemal-i nahvetle: Kuvvetle rüzgârdan başka kimsenin tebaası değilim.
-Dinin hangi dindir?
-Serbestlik benim imanımdır.
İspanyol kumandanı kızarak: Anan, baban mâmelekin hangi memlekettedir?
Esir daha ziyade bir nahvetle: Anam ve babam gemim idi. Mamelekim de anın içinde idi; battı. Cevabını verdi ve tabii akabinde kellesi yere yuvarlandı. Cesedi çıplak soyulduğu vakitte görüldü ki göğsünün tâ kalbi üzerinde Türk sancaklı bir (Brigantin-yelken harp gemisi) ve sağ kolunda iki minareli bir cami mevsum (iğne ile dövme) idi. Sonra anlaşıldı: Kellesi yerde yuvarlanan Türk kapudanlarından meşhur el-Temido idi.
(El-Temido; son derece korkunç demektir) İspanyollar birçok senelerden beri ona bu lakabı vermişler idi.
-«Biz Türklerce ismi bile meçhul fakat Avrupalılarca efsanevi şöhret kazanmış bu Türk kahramanı el-Temido'nun sair maceraları hakkında İspanya'nın en meşhur şairlerinden (Esponsada)nın [José de Espronceda] La Pirata yani Korsan unvanlı yazmış olduğu destan İspanyol edebiyatında bir şaheserdir.»
E.S. [Bu rumuz gazetenin sahibi Emin Süleyman'a ait olmalıdır]
8 Temmuz 2019 Pazartesi
SANATLI BİR MÜHÜR
Reisülküttab Mehmed Vesim Efendi'nin mührü. "İde Muhammed Vesim kârını zer u sîm" olarak okunması isabetli olur.
ŞEYH UÇMAZ MÜRİT UÇURUR
BAB-I DEFTERİ
Osmanlı üç kıtaya hükmettiği devirlerde bürokrasiyi en hızlı ve verimli şekilde işletmesiyle diğer dünya devletlerinden açık ara ayrılır. Ülkemizi seyahat eden seyyahların ve burada görevli ecnebi elçilerin, kendi ülkelerindeki düzen ile mukayese ederek Osmanlıyı göklere çıkaran, kendi ülkelerini yerin dibine batıran seyahatname ve raporları ortadadır. Her devirde devlet ve toplum arasındaki bürokrasi genellikle halkın menfaatine iş görmeyi birinci vazifeleri addetmiştir. Rüşvet ve menfaat çarkı elbette ki bazı dönemlerde yayılmış ve akıl sahipleri sistemin sekteye uğramasına fırsat vermeden düzeni asli hüviyetine döndürmüşlerdir.
Babıali döneminde merkezi bürokrasi ana gövde olarak Bab-ı Asafi ve Bab-ı Defteri diye ikiye ayrılır. Bab-ı Asafi-Sadrazam yani bugünkü başbakan ve Divan-ı Hümayun kalemlerini, Bab-ı Defteri ise Defterdar yani bugünkü Maliye Bakanı ve kalemlerini temsil eder. Hızlı, etkili ve işlevsel bir bürokrasi ile devrine göre en içinden çıkılmaz meseleleri pratik çözümlere kavuşturmuşlardır. Personel sayısı ve iş hacmi itibarıyla Bab-ı Defteri, Bab-ı Asafi’nin en az 6-7 katı büyüklüktedir. İnsan gücüne dayalı zamanların kamu sektörü üç kıtaya yayılmış bir devleti bugüne nazaran bir avuç personel ile idare ediyordu.
Defterdarın nezaretinde yürütülen işlerin görüldüğü mekanı 18. yüzyılda tasvir eden bir gravür bugün elimizdedir. İş odaklı ve sadeliğin doruklarındaki bu büroyu tasvir eden gravürü takdim ediyorum.
ERMENİCE BİLEN KÜRT HAFİYE İSTİHDAMI
Bihi
Bab-ı Ali
Daire-i Umur-ı Dahiliye
Mektubî Kalemi
Aded
944
Huzur-ı Alî-i Hazret-i Sadaretpenâhîye
Maruz-ı Çâker-i Kemineleridir ki
Sinekli’de şimendüfer amelesi çavuşlarından bir Kürdün Ermeni lisanına aşina olmağla beraber kendisi de Ermeniden pek de fark edilmediğinden merkumun Silivri’ye celbiyle ve bir iş aramak vesilesiyle Silivri’deki Ermenilerin arasında düşüp kalkmak ve bir iş bulur ise sıfatını hissettirmemek için çalışmak üzre üç yüz guruş maaşla hafiyelikde istihdamı Silivri Kaymakamlığı’ndan bildirildiğinden bahisle istifsar-ı muameleyi ve ol babda bazı ifadeyi havi Çatalca Mutasarrıflığı’ndan tevarüd eden 17 Mayıs sene 310 tarih ve elli üç numerolu tahrirat leffen takdim kılınmış olmağın suret-i iş’ara nazaran iktizasının ifa ve emr u inbası merhûn-ı müsaade-i aliyye-i cenab-ı Sadaretpenâhîleridir. Ol babda emr u ferman hazret-i veliyyü’l-emrindir.
Fî 8 Zilhicce sene 31 ve Fî 31 Mayıs sene 310 [12 Haziran 194]
Nazır-ı Umur-ı Dahiliye
bende
Rifat [İmza]
15 Haziran 2019 Cumartesi
ZİYA GÖKALP’TAN KIZI HÜRRİYET HANIMA MEKTUP
HALKIN KÜLTÜR SEVİYESİNİ YÜKSELTMEK
KULAK ÇINLAMASINI BEYAN EDER
Cumartesi günü kulağı çınlasa gaibden eline bir nesne gire
Pazar günü çınlasa sefere gide, mübarek ola
Pazartesi günü çınlasa ululardan çok faide göre
Salı günü çınlasa bir ziyan göre
Çarşamba günü çınlasa bir iyi haber işite
Perşembe günü çınlasa muradı tez hasıl ola
Cuma günü çınlasa biraz kaygu ve gussa çeke ama tizcek yine def' ola.
DİLENEN YENİÇERİLER
GİRİTLİ NAZLI HANIMIN BOŞANMA TALEBİ
Girit’in Hanya kazası Kumkapı Mahallesinde oturan balıkçı esnafından Avnaki Mehmed’in nikâhlı üç karısından biri olan Nazlı Hanım durumuna isyan etmiş. Üç hanımın da aynı evde oturmasını kabul etmiyor. Kocasından kendisine ayrı bir hane açmasını, buna muvafakat etmezse boşanmak üzere Balıkçı Mehmed’in mahkemeye celbini talep ediyor. Mahkeme naibi Abdüllatif aralarını bulmak için meseleyi Eytam Meclisi’ne havale etmiş.
Nazlı Hanım’ın bu cesur girişiminin sonucunu belgenin yer aldığı SALT Arşivinde bulamadım.
Merkez-i Vilayet niyabet-i şer’iyyesi canib-i valasına
Cariyeleri Kumkapı Mahallesi sakinelerinden olup zevcim bulunan balıkçı esnafından Avnaki Mehmed nam kimesnenin cariyelerinden başka daha iki nefer hatun taht-ı nikâhında olup cümlemiz bir hanede iskân etmek kabil olmadığından cariyeleri müstesna bir hanede iskân ettirmesi ve merkum buna rıza göstermeyip de muvafakat etmeyecek olur ise cariyelerini tefrik etmek üzere merkumun celbiyle muhakememiz icrasını istid’a ve istirham eylerim. Fi 31 Kanun-ı Evvel sene 303 [12 Ocak 1888]
Cariyeleri Nazlı
[Hanya Naibi Abdüllatif’in havale derkenarı]
Islah-ı zatü’l-beyn olunmak içün Eytam Meclisi’ne havale olunur. Fi 10 Cumade’l-ula sene 305 [24 Ocak 1888]
4 Şubat 2019 Pazartesi
TÜRK FOLKLORU ARAŞTIRMACISI KUNOŞ'UN BURSA İZLENİMLERİNDEN
“…Yazar, gençlerin kahvesinde onların sergilediği ilginç bir geleneğin icrasına tanık olur. Zeybek dediği köylü gençler, daha önce şehre gidip orada buldukları bir kızı ikna edip köylerine götürürler. Kız şehirden çıkar çıkmaz, giydiği çarşafı çıkartıp yüzünü ve ellerini abartılı bir biçimde boyayıp güzelleşmeye çalışır, sonra ise köyde üç gün, üç gece kalıp delikanlılarla dans etmek ve türküler söylemek amacıyla gençlerle Kirazlı’ya gider. Yolda, ufak ayaklı dedikleri kıza genç erkekler mâniler söylerler, kız da onlara mâni biçiminde cevap verir.
Szilárd Szilágyi tarafından hazırlanan 2007 tarihli “IGNÁC KÚNOS Türk Folklor Araştırmalarında Bir Öncü” adlı doktora tezinden alınmıştır.