24 Mart 2024 Pazar

BİZ KABA TÜRKÇEYİ SEVERİZ

 

Sıbyan ve İbtidaî mektepleri öğrencilerine yönelik çıkarılan “Çocuklara Kıraat” adlı mecmuada önemli bir not gördüm. Tanzimat devrinin başından itibaren belirli çevrelerde çok önem verilen Türkçenin sadeleştirilmesi çabalarına 1882 yılından kalma güzel bir örnek olması bakımından aşağıdaki kupürü paylaşıyorum.
Öğrencilerin, Türkçesi varken Arapça ve Farsçadan alınma kelimeleri kullanmamaya, tumturaklı ibarelerden uzaklaşmaya, asırlarca “Kaba Türkçe” denilerek yazı dilinden kovulan öz Türkçe’nin kullanılmasına özendirildiği anlaşılıyor.
Hiçbir şey gökten zembille inmiyor. Her yenilik, her değişiklik, uzun bir zaman içerisinde, sindirile sindirile, uğraşıla uğraşıla topluma mal edilebiliyor. Dilimizin sadeleştirilmesi de böyle oldu. Kimi zaman doğal akıştan uzak, aşırıya kaçan eylemlerle kesintiye uğramak üzereyken sağduyu galip geldi de orta yola yakın bir seyir takip edilebildi.
«İşbu bilmece Kadıköyü’nde Mekteb-i Halile-i Mahmudiye şakirdânı efendilerle talebâtı hanımlar taraflarından tertip olunarak en evvel kim bilirse ona yaldızlı bir nüsha kitap vereceklerdir. Kitap matbaamıza gönderilmiştir. Varaka-i hilyeler Cumadelevvel’in beşinci Cuma günü akşamına kadar kabul olunup ondan sonra gönderilecekler kabul olunamayacaktır. Varakaları siz yazmalısınız. Başkalarına yazdırmamalısınız. Kaba Türkçe olsun. Ağızdan nasıl çıkarsa öylece yazınız. Bizce asıl inşa ve kitabet o demektir.
Biz öyle yazanı severiz. Hatta ismini bile risaleye yazarız. İcabı halinde hediye bile veririz. Ha! Efendilerimiz bazı varakalar matbaaya gönderilmeyip öteye beriye bırakılıyor. Sonra elimize geçmediğinden ve isimleri risaleye yazılamadığından tekdir olunuyoruz. Bir daha bu tekdire müstahak olmamaklığımız için varakaların doğruca matbaaya gönderilmesini suret-i mahsusada rica ve istirham ederiz. »




RAMAZAN AYINDA SİGARA YASAĞI


1861 yılında Şirket-i Hayriye tarafından, Boğaziçi'nde işlettiği vapurlara "Ramazan'da sigara içmek yasaktır" ilanı asılmış. Birileri bu ilanları yırtıp atınca mesele Sadaret'e (Başbakanlık) yansımış. Oradan da Ticaret Nezareti'ne yazılan aşağıdaki yazıyla "Böyle kafanıza göre iş yapmadan Babıali'ye bir kere danışın. Vapurlara Müslümanlar bindiği kadar, ecnebiler de gayrimüslimler de parasını verip biniyor. Siz bu yasağı Müslümanlar için yazsanız da vapurdaki yabancılar, gayrimüslimler kulak asmayınca, uyduruk bir yasak olarak hükümetin nüfuzunu kırıp, zayıflatacak. İyisi mi siz bunu hiç yazmamış gibi davranın, yırtılan ilanların davasını gütmeyin" cevabı verilmiş.
«««Bu belge (Sadaret/Başbakanlık) tarafından Ticaret Nezareti’ne gönderilen tezkirenin müsveddesidir. Müsveddeyi Sadaret Mektupçusu / Başbakanlık Özel Kalemi Müdürü kaleme alır. Sadrazama sunar ve o gerekli gördüğü yerlerde düzeltmelerini yaptıktan sonra müsvedde son haliyle temize çekilerek ilgili birime gönderilir. Temiz nüsha gittiği birimin, müsvedde nüsha gönderen birimin kaleminde kalır ve arşivlenir. Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa, belgenin düzenlendiği tarihte sadrazamdır. Mektupçunun düzenlediği müsvedde, aynı kalem ve el yazısıyla tashih edilmiş. Bu durumda sadrazam tashihleri mektupçuya şifahen belirtip kaleme aldırmış olmalıdır. Osmanlı Arşivi’ndeki Ticaret Nezareti fonunun analitik tasnifi olmayıp dosya usulü bir tasnif olduğundan, bu belgenin Sadaret’ten gönderilen temiz nüshasının aranıp bulunması uzun bir süreye muhtaçtır.»»»




KEÇECİZADE FUAT PAŞA'NIN FRANSIZCA KONUŞMA BECERİSİ


Yurtdışında bir ülkeye ordusunun başında sefer maksadıyla giden padişahların haricinde, resmi çerçevede yabancı bir ülkeyi ziyaret eden ilk ve tek padişah Abdülaziz’dir. Sultan Aziz 1867 yılında 3. Napolyon tarafından Uluslararası Paris Fuarı’nın açılışına resmen davet edilmiş ve bu daveti kabul eden padişah gemiyle Fransa’ya gitmiştir. Oradan İngiltere’ye geçer ve ülkeye dönüşü Belçika, Prusya ve Avusturya üzerinden olur. Kalabalık bir maiyetle gerçekleşen bu gezinin safhalarından İstanbul gazeteleri günü gününe okuyucularını haberdar etmiştir.

Bu gazetelerden Ruzname-i Ayine-i Vatan’ın 19 Rebiülevvel 1284/21 Temmuz 1867 tarihli 46 numaralı nüshasında Keçecizade Fuat Paşa’nın Fransızca konuşmasını çok başarılı bulan İmparator 3. Napolyon’un Sultan Abdülaziz ile birlikte gezerken Şark dilleri mütercimini yanına almadan gezdiği haberi veriliyor.

«Fransa İmparatoru, übbehetlü devletlü Fuad Paşa hazretlerinin Fransız lisanını tekellümde olan talakatlerini ziyade beğenmiş ve bu cihetle elsine-i Şarkıyye mütercimini Zât-ı Hümâyûn-ı Mülûkâne ile beraber gezdiklerinde hiç yanına almamıştır.»








HATT-I HÜMAYUN TASNİFİNDEKİ HİTABET TEVCİHLERİ

 

Günümüzde Osmanlı Arşivi’ndeki “Hatt-ı Hümayun Fonu”nun ilk nüvesi Tanzimat devrinde Hazine-i Evrak kurulduktan sonra ilk nazır Muhsin Bey zamanında tasnif edilen evrak grubudur. Vaktiyle konuldukları sandıklara ve sandık içindeki evrak tomarlarına göre numara almış olan bu evrakı ilk kullananlar, mesela Uzunçarşılı, kullandığı Hatt-ı Hümayunlar için sandık numaralarına göre referans vermiştir. O ilk tasnif 1970’lere kadar birkaç defa elden geçmiş, orijinal sandık numaraları değiştirilerek yeni numara verilmiş, bu arada tomar ve “vak’a dosyası” halinde derli toplu bir şekilde bulunan evrak dağıtılarak her gömleğe bir belge gelecek şekilde yeniden tasnif edilmiştir. 2010 veya 2011 yılına kadar kullanılan HAT fonu belgeleri bunlardan ibarettir ve tasnifin dosya sayısı 1445 olup en son hatt-ı hümayun numarası 59448’dir.
Arşiv’in 1986-87’de yeniden yapılandırılıp tasnif faaliyetlerinin hızlandırılmasından sonra ortaya çıkan veya 19. yüzyıldaki ilk tasnif çalışmalarında tasnif dışı bırakılan bir hayli belgenin de HAT fonuna eklenmesine karar verilince zaten orijinal olmayan ve kısmen hatalı eski numara sistemine devam etmek anlamsız olacaktı. Güncel “Tasnif Talimatnamesi” uyarınca dosya/gömlek numarası verilen 16500 civarında yeni Hatt-ı Hümayun belgesiyle HAT fonu son şeklini aldı. Yeni eklenen belgeler 1446-1666 dosya numaraları altında araştırmaya açıldı.
Bu girişi niye yaptım? Yeni tasnifteki Hatt-ı Hümayunların neredeyse 1/3’ünün sadece ve sadece Anadolu’nun dört bir yanındaki köylerde “mescitlerin camiye tahvili” meselesine ait olmasından dolayı yaptım. Eski tasnifçiler nedense bu konudaki belgeleri tasnif dışı bırakmışlar. Oysa günümüzde Anadolu’daki birçok yerleşim yerinin tarihiyle birebir alakalı bu belgeler asla ihmal edilmemeliydi. Hatta bazı köylerin defter kayıtları haricinde belge üzerinde adları sadece bu hatt-ı hümayunlarda geçiyor. Bu mesele İslam Fıkhı ile alakalıdır. İslam dininin Arap yarımadasından çıkıp geniş bölgelere yayılmasıyla ortaya çıkan hukuk sisteminde kurallar devlete göre oluşturulmaya başlandıktan sonra Cuma namazı kılınabilmesi için birçok şekil ve şart belirlenmiştir. Her mezhebin kuralları da birbirinden farklıdır. Anadolu topraklarına hükmeden Osmanlılar Hanefi fıkhını esas aldıklarından eskiden köylerde Cuma namazı kılınmazdı. Köylerdeki minbersiz ibadethanelere mescit denilirdi. O mescide usul ve kuralına uygun bir şekilde minber konulursa cami adı verilir ve ancak o zaman hutbe okunup Cuma kılınabilirdi.
Sistem şöyle çalışıyordu: Mescitte veya camide namaz kıldıran görevliye imam, camide minbere çıkıp hutbe okuyana hatip denilirdi. Bu iki görevi de uhdesine alan din adamı artık imam-hatip olurdu. Devletin din adamlarına ödediği bir maaş bulunmadığı için o mescide minber koyan hayırseverin hatip için makul bir ücret belirleyerek bunu temin edebileceği bir vakıf kurması gerekirdi. Bu şartlar yerine getirilse bile padişahtan berat alınmadan o camide hutbe okunması imkansızdı. Berât yazılması için de “hitabet tevcihi tezkiresi” adı verilen belge üzerine padişah kendi eliyle “izn-i hümayunum olmuştur” cümlesini veya benzerini yazarak izin verirdi. Böylelikle mescit camiye dönüşür ve hutbe okunabilir hale gelirdi. Malumdur, sikke gibi hutbe de Osmanlıda hâkimiyet alametlerinden biridir. Padişahın adı hutbede okunarak bir anlamda kutsanır ve tabi olunur. İşte bu tür belgeler yani Anadolu’da mescitlerin camiye tahvili/çevrilmesi Üçüncü Selim devrinde birden bire çoğalmaya başlıyor ve 18 yıllık iktidarının sonuna kadar giderek artıyor. Bununla da kalmıyor ve İkinci Mahmud devrinde o kadar artıyor ki eskiden her köy veya şehir mescidinin camiye çevrilmesi için tek tek belge düzenlenirken işlem hacminden dolayı 10-15 hitabet tevcihi tek kâğıda yazılıp hepsine birden aynı hatt-ı hümayunla izin veriliyor. Bu konu araştırılmayı fazlasıyla hak etmektedir. Ben araştıracak olanlara şimdilik bu kadar ipucu vermekle yetiniyorum.
Ekteki belge örnek olması için verilmiştir. Neredeyse üç asır boyunca aynı şekilde belge üretilmiştir. Buradaki belge Bursa'da Yıldırım Bayezid Camii hatibinin kendi isteğiyle görevini başkasına devretmesine Üçüncü Selim'in izin verdiğine dairdir. Padişahın "İzn-i Hümayunum Olmuştur" yazısı işaretlidir.