9 Haziran 2018 Cumartesi

KIRLANGIÇ BALIĞI NAM-I DİĞER DERVİŞ BALIK

Kırlangıç balığına "Derviş Balığı" da derlermiş. Neden acaba? Günümüzde açıklaması şöyle yapılıyor:
- "Kırlangıç balığı su yüzüne çıkınca hava keselerinden uğuldamaya benzer ses çıkar bu sebeple balıkçılar arasında derviş balığı olarak da bilinir."
Uğuldama ile dervişlik arasında bir bağ kurabilmek imkansız. Belki bu cümleleri yazanlar da işin aslını bilmiyorlar. Osmanlı devrine ait bir gazetede yayınlanmış okur mektubu benim için mevzuyu anlaşılır hale getirdi. Osmanlı insanı duyduğu sesi uğuldama olarak algılamıyormuş, balığın düpedüz "HU" sesi çıkardığını duyuyorlarmış. Yeni duyduğum bu bilgi belki Boğaziçi balıkçılarına malumdur ama paylaşmadan edemedim..

MEKTUP METNİ:


«VARAKA

Mahlûlât İdaresi ketebesinden Adil Efendi tarafından tebliğ olunmuştur:

Muteber gazetelerinin on beşinci nüshasının mütenevvia kısmında münderiç “Balıklar dilsiz midir?” unvanlı bir fıkrada tabî’iyyûndan bir zatın netice-i tedkikatı olarak sair hayvanlar gibi balıkların dahi kendilerine mahsus bir lisanları olduğu yazılmıştır. Esmâkden bazılarının sadaları Boğaziçi sayyâdlarınca [avcılarınca] mesmu’dur.

Ezcümle "Kırlangıç" tabir olunan balık denizden çıkarken ve kayık içinde sağ bulunduğu müddetçe ufakları yavaş, büyükleri yani iki üç okkalıkları adeta sert bir sada ile "HU" diye bağırmakta imişler. Bu sebepten dolayı buna "Derviş Balığı" dahi diyorlar. Hatta bazı sayyadlar bu hayvanı avlamazlar ve şayet ağlarında veya oltalarında zuhur edecek olsa incitmeksizin denize salıverirler imiş. Tatlı su balığı nev’inden olup “Terkos” gölünde kesretle bulunan “Yayın” balığının dahi kurbağadan daha bed ve adeta karabatak kuşu gibi bir sada ile ötmekte olduğu mezkûr göl üzerinde geşt ü güzâr eden kayıklardan işitildiği gibi karadan dahi işitilir imiş. Balıkların garâib-i âdâtından olmak üzere “Yunus balığı” kılıç balığı saydına mahsus ağlara tutulduğu veya karaya vurduğu vakit gözlerinden yaş akmakta ve inlemektedir. “Kalyonos” tabir olunan balık dahi sath-ı bahrde yüzerken ıslık çalar ki onun bu hali kılıç balığı sayyâdlarına –yerlerine avdet etmeleri için- bir ihtar yerine kaim oluyor. Zira o hayvanın o civarda bulunduğu müddetçe kılıç balığından eser görülmez.»

SOYTARI KAVUĞU


Keçecizade Fuad Paşa ile Mehmed Emin Âlî Paşa, Mustafa Reşid Paşa’nın politikadaki en kabiliyetli talebeleri olarak Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde devleti yıllarca idare etmişlerdi. 1869’da Fuad Paşa ölünce Âlî Paşa tek kaldı. Onun da 1871’de ölümüyle Sultan Aziz “işte şimdi padişah olduğumu anladım” demiştir. Hükümet bu otoriter paşaların elindeyken Sultan Aziz’in sarayında hokkabazların, komedyenlerin gösterileri, orta oyunu ve tiyatro temsilleri izlenirdi. Koskoca padişah askeriyeye, bürokrasiye ve yönetime olan muhalefetini bu gibi temsilleri izlerken gösterir, paşalarla dalga geçilirken kahkaha atarmış. Daha sonra bir darbeyle onu tahtından indirecek olan Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın da böyle bir gösteride Sultan Aziz’in izni ve yol vermesiyle komedyenler tarafından alaya alınmasından dolayı Sultan Aziz’den nefret ettiği rivayetleri vardır. Bir de Mehmed Emin Âlî Paşa ile dalga geçmeye kalkmıştır ama kalktığına kalkacağına pişman olup aldığı dersle oturmuştur.
Sultan Aziz böyle gösterilerin birinde orta oyunundaki kavuklunun başından kavuğunu çıkarttırıp “Paşa şu kavuğu giy bakalım yakışacak mı?” diyerek Sadrazam Âlî Paşa’ya uzatmış. Âlî Paşa hemen “Ferman Hünkârımındır” diyerek koynundan sadaret mührünü çıkartıp padişahın önüne koyarken kavuğa uzanmış. Sultan Aziz, paşanın sadaretten istifası anlamına gelen hareketinden sarsılmış tabii ki. “Paşa ne oldu da mührü teslim ettin” der demez Âlî Paşa “Devlet-i Aliyye’nin sadrazamı ve hünkârımın vekili olan bir adam bu rütbeyi üzerinde taşıdığı sürece bu soytarı kavuğunu giyemez” demiş.
Kızarıp bozaran ve yaptığına pişman olan Sultan Aziz sadece “Aman paşa sen de hiç şakaya gelmiyorsun” diyebilmiş.

4 Haziran 2018 Pazartesi

SULTAN IV. MUSTAFA VE PADİŞAHTAN 'TEK ADAM' YARATMA GELENEĞİ

Bu ayın yazısı IV. Mustafa'nın bir hatt-ı hümayununda dile getirdiği hissiyat üzerine yazıldı. Padişahların "astığı astık kestiği kestik" adamlar olduğuna dair zihinlerimize yerleşen bilgiye (aslında kanaate) taban tabana zıt bir mektuptan yola çıkarak, Osmanlıdaki yönetim anlayışında tek adamın iki dudağı arasından çıkan kararlardan ziyade meşveret meclislerinde alınan kararların önemli olduğunu yazdım.
Yıllarını kafes arkasında geçirmiş şehzadelerin tahta çıktıklarında neler hissettiklerinin, esaret altındayken birdenbire dünyanın hakimi konumuna yükselmelerinin kendilerinde yarattığı ruhi fırtınanın belgelere yansıyan yönlerini, çeşitli güç odaklarının padişahlara müdahalelerini, bu müdahalelere direnen padişahları ve sair zengin metrukatı dört sayfalık bir yazıya sığdırmanın zorluğu ortada. Ben de bu ay dergi sayfalarına sığmayan aynı konudaki belgeleri ve değerlendirmeleri Facebook sayfamdan paylaşmaya devam edeceğim.
[Spot cümledeki "usül"ü "usul" olarak göreceğinize şüphem yok  ]

Tarih Dergisi, s. 49, Haziran 2018.


EL-MÜLÛKÜ MÜLHEMÛN



Osmanlıda ve umumen İslam topluluklarında bazı yönetim formülleri vardır. En çok bilineni sultanların "Zıllullahi fi'l-Arz" oluşudur. "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" anlamına gelen bu formül Emevi saltanatından itibaren hiç çekinilmeden kullanılır. Ulema bu formülün altını doldurmak için epey uğraş vermiştir. Daha çok halka yönelik propaganda unsuru olarak kullanıldığından yaygınlıkla bilinir. Bir de "el-Mülûkü Mülhemûn" formülü vardır ki "Padişahların doğrudan doğruya Allah'ın ilhamıyla hükmettikleri" anlamına gelir. Bu iddianın da muhtevasını doldurmak için canhıraş bir çaba gösteren ulema, Allah'tan ilham alan hükümdarlar tarafından cömertçe takdir edilmişlerdir. Yine de ikinci formül çok bilinmez. Çünkü halktan ziyade devlet adamlarından bir odağın diğerini susturmak, bazen de bir kısım yöneticilerin padişahları kararlarını gerçekten Allah'ın ilhamıyla verdiklerine inandırmak için kullanılır. Böylelikle daha üst düzey bir formül haline gelince aşağı tabakaya pek yansımamıştır.

#tarih dergisinin  Haziran 2018 49. sayısındaki  yazımın konusu bu minvalde. Şimdilik size bir "Mülukü Mülhemun" levhası sunayım. 

Otomatik alternatif metin yok.

MEKRUH MADDELERI HEP PADİŞAHLARIN ÜZERİNE SAYARLAR

Şehzadelikten sonra tahta oturan padişahların idari yaklaşımlarına dair önemli veriler barındıran bir belgeyi paylaşıyorum. Sultan Üçüncü Selim'in hatt-ı hümayunundan çıkarılmış belge sureti, Prusya ile Osmanlı Devleti'nin ittifak muahedesi görüşmeleri sırasında, Sadaret Kaymakamı tarafından padişaha sunulan bir takririn üzerine yazılmıştır. Prusya ile ittifak muahedesi 31 Ocak 1790'da imzalandığına göre belgenin tarihi bundan öncesine aittir. 7 Nisan 1789'da 28 yaşında tahta çıkan Üçüncü Selim'in hattında yazılı olan "ben padişah olalı bir sene dahi olmadı" cümlesi de bunu teyit eder.

Muahedeye ilişkin yürütülen müzakerelerde Prusya elçisi bir an önce istediği cevapların verilmesinde ısrarcıdır. Seferde olan sadrazam yerine sadaret kaymakamı bir fikir beyan etmeyip cevabı padişaha bırakmıştır. Üçüncü Selim hatt-ı hümayunu bunun üzerine yazıyor. Daha bir yılı dolmayan bir padişah olarak, kendi fikrine göre cevap vermek istemez. Çünkü hangi cevabın devlete hayırlı olacağı hakkında bir bilgisi olmadığı için çekinmektedir. 

Çekinmekte de haklıdır zira yaşadığı çağda, kendinden önceki padişahlar zamanında ne kadar kerih görülen, devlet aleyhine icraatlar varsa, bunlara padişahların sebep olduğunu gösteren bir zümre vardır. O yüzden "devletimde bu kadar devlet adamı ve ulema varken onlar uygun görürse ne güzel, aksi takdirde şu iş olsun demem" diyerek öncesini bilmediği, sonunu kestiremediği işlere karışmak istemez. Yine de en azından elçinin kabul etmeyeceğini bildiğinden gerçekleşmeyecek bir önerinin de reisülküttaba (Dışişleri Bakanı) söylenmesini talep ederek idare-i maslahattan çekinmez. Onun için önemli olan sadrazamın bu konuda söyleyecekleridir. 

Üçüncü Selim'in saltanatının ilk yılındaki çekingenlik ve çekimserliğini, devleti ve devlet adamlarını tanıdıkça üzerinden attığını, yine de her konuda meşveretle, istişare edilerek karar verilmesinde ısrarcı olduğunu belirtelim.


SÛRET-İ HATT-I HÜMAYUN


Kaymakam Paşa

Ben padişah olalı bir sene dahi olmadı. Devletime ne vechile hayırlı olacağını bilemem. Ve benim re'yim ile cevap vermem. Se[le]flerim zamanında olan mekrûh maddeleri hep padişahların üzerine sayarlar. Devletimde bu kadar ricâl ve ulemâ var. Münasip görürler ise ne güzel. Yoksa ben elbet şu iş olsun demem. Yine Reis Efendi'ye söyleyesin. Şuna bir çare eylesin yahut elçiye cevap versin ki "Rusya ve Nemçelü bizden sulh istiyor. Eğer şân-ı devletimize layık sulh olur ise edeceğiz. Yok, olmamış, cenk ederiz. Onun için size senet veremiyoruz. Eğer razı iseniz size senet verelim. Sulh olursak bile sulh olalım. Ne zaman bizde ve sizde cenk zuhur eder ise yine ittifâken cenk edelim." diye şöyle söyleyesin. Razı olur ise sabah senedi verelim. Eğer olmaz ise sadrazama bakalım ne cevap eder.

Görüntünün olası içeriği: yazı

1 Haziran 2018 Cuma

TÜFENKPERVER TEKKE ŞEYHİ VECHİ EFENDİ

Kanlıca Mihrabad Yolunda mevcut Ataullah Efendi Dergâhı, meskun mahalden biraz uzak olduğundan mıdır nedir, şeyhi olan Vechi Efendi geceleri silah atıp ahaliyi korkutup heyecanlandırmaktan bir türlü vazgeçememiş. En sonunda adamın birinin
kulübesinin çatısını da saçma manyağı yapmış. Meclis-i Meşayıh bu mesele için toplanıp koskoca mazbata düzenlemiş. Sadece bununla kalsa iyi, Şehremaneti, Beykoz Kaymakamlığı da şikayetleri aktarmışlar. Merak ettim bu şeyhi ama Sefine-i Evliya'da adını bulamadım. Hüseyin Vassaf'ın çağdaşı, kesin tanıyordur ama niye yazmadı acep.

BELGE METNİ:

«Kanlıca Dergâhı postnişini Vechî Efendi geceleri silah endaht ederek ahaliyi havf ve halecana düşürmekte olduğundan ve hatta geçenlerde bir gece attığı tüfengin saçması Reji Kolcusu Hacı Mehmed’in kulübesinin sakafına (çatısına) isabet ettiği ve bu halden ictinab etmesi lüzumu bi’d-defeat tefhim edildiği beyanıyla bu yüzden bir hadise zuhuruna mahal kalmamak üzere mumaileyhe Meclis-i Meşayıh’ça tenbihat-ı lazime ifası hakkında Beykoz kazası kaymakamlığından alınan tahriratın lefiyle ifa-yı muktezasına dair Şehremanet-i Celilesinden bi’t-takdîm havale buyurulan tezkire ve melfufatı kıraet ve mütalaa olundu.

Badema bu gibi ahvalde bulunmaması dergâh-ı mezkur postnişini mumaileyh Vecheddin Efendi’ye ekiden tenbih olunmuş olduğundan melfufat-ı mezburun iadesiyle cevaben emanet-i müşarunileyhaya izbar buyurulması tezekkür kılındı. 29 Rebiülahir sene 318 [26 Ağustos 1900]
[Meclis-i Meşayıh üyelerinin imzaları]»



DİLSİZCE MUALLİMİ

Bu belge esasen İzmir'de Türkçe, günlük, resimli, Şaklaban ismiyle çıkarılacak gazetenin ruhsatının alınmasına dair usulden bahsediyor. Benim öne çıkarmak istediğim husus ise çok farklı.

İlk defa bu belgede gördüğüm ve henüz başka yerde rastlamadığım bir kelimeye dikkat çekmek istedim. Gazeteye ruhsat talep eden arzuhal sahibi Dilsizce Muallimi Mehmed Kadri Efendi imiş.

"Dilsizce Muallimi" sağır dilsiz okulunda çocuklara işaret dili öğretmeni olmalı. Ne güzel yakıştırmışlar. Derleme, Tarama sözlüklerine ilave edilmeli.


İNŞAAT İZNİ



Gerek fetvalara, gerekse mahkemelerden verilmiş yüzlerce karara bakarak kent kültüründe, âdâbında, kentlileşmede Osmanlıdan geride olduğumuzu rahatlıkla söylerim. Osmanlıda rastgele ev yapamazdınız. İnşa edeceğiniz eviniz komşularınızdan birinin manzarasını kesemezdi. Eskiden var olan bir evin yanına inşa edilecek evin pencereleri, komşusunun bahçesini veya pencerelerini göremezdi. Mahremiyet ihlali söz konusu olduğunda yapılmışsa bile yıktırılırdı.

Sunduğum belgede görüleceği üzere, Ayvansaray ve Balat'taki Karabaş ile Hacı İsa Mahallesi muhtarları Balat'ta deniz kenarında buharlı değirmen ile kirişhane arasındaki boş arsaya benzerleri gibi kargir bir binanın inşaatına izin vermişler. Muhtarların izni olmasaydı, bir sakınca görselerdi, o arsaya sittin sene kimse inşaat yapamazdı.

Bugün böyle mi? Hukuk devleti olduğumuz halde, kenti kent yapacak olan nazım planlarını kimse kent sakinlerine, oturanlara sormuyor, onaylandıktan sonra da kimse uymuyor. Hele bir de inşaat başlasın, kimse durduramıyor. İmar affı gibi ucube usuller de hukuk devleti olmanın gereğini yer ile yeksan ediyor.

BELGE METNİ

«Bâdî-i terkîm-i ilmuhaber oldur ki;
Asitân[e]de Balat haricinde leb-i deryâda vapur değirmeni ile kirişhane beyinlerinde olan arsa üzerine emsâli misillü kârgîr olarak ebniye inşâ olunmaklıkda mahallece ve mevki'ce mahzurdan sâlim olduğunu müş‘ir işbu ilmuhaber hâk-i pâ-yi devletlerine takdîm olundu. Bâkî emr hazret-i men-lehü'l-emrindir.»
[Karabaş ve Hacı İsa Mahallelerinin birinci ve ikinci muhtarlarının mühürleri]


YAZI KALICIDIR

Bir yazma kitabın kenarında görmüştüm.

«el-hattu bâkî, ve'l-ömru fânî
el-abdu âsî, ve'r-Rabbu âfî»

Yazı kalıcıdır
Ömür geçicidir
Kul isyankardır
Rab âffedicidir.


AFTOS PIYOS

Sultan İkinci Abdülhamid muhalifi Jön Türklerin kaçtıkları Avrupa'da yaptıkları muhalefetten günümüze kalan mirasta ilginç konularla karşılaşıyorum. Köprülüzade Ressam Galib Bey'in Paris'te 1897'de çıkardığı "İncili Çavuş" adlı mizah gazetesinde rastladığım hiciv çok keskin. Bambaşka bir cülûsname numunesi olsun diye paylaşayım. Yunancadan dilimize argo olarak geçmiş "Aftos piyos" tabiri de kullanılmış.

İKTİBAS

«İncili Çavuş'un kapı yoldaşlarından bir şair-i âteş-zebânın muhrib-i Memâlik-i Osmânî ve nâşir-i mefsedet-i şeytânî, kasrullahi ikbâl ve iclâlehum hazretlerinin velâdet-i pür-şe‘âmetleri münâsebetiyle tebrîk-nâmesidir:

Ettiğin günden beri tahta cülûs
Etti istîlâ serâser mülkü Rûs
Kîsesinde milletin mâfiş fülûs
Ey Şehinşâh-ı Cihân! Aftos piyos.»


OSMANLI HANIMLARI ORKESTRASI




Musiki-i Osmanî Hanımlar Dershanesi menfaatine, Kemanî Kevser, Hanende Zehra, Tanburî Şeref ve Udî İrfan hanımlardan ve diğerleri erkek musiki erbabından bir heyet tarafından, kadın-erkek yüzlerce dinleyici karşısında, Beyazıt Türkocağı'nda bir konser verilmiş. Hanımların öne çıkarılması önemli. O yüzden matbuat haberi verirken "Sanat hayatında parlak bir tekamül" başlığını da kullanmış. Vay sen misin konser veren, haber yapan! Hepsi de caiz değil. Şeyhülislam Haydarizade İbrahim Efendi böyle diyor. Aslında Kuva-yı Milliye aleyhine fetvayı imzalamamak için görevinden ayrılan şeyhülislamdır kendisi. Severim ama bu yazısını ayrı tutuyorum. Belki de o hanımlar ilk oda orkestramızın elemanlarıydı.Belgeyi vakit yokluğundan satır satır çeviremedim. İsteyenler çevirip yorumlara yazabilir.

MUAMELECİ-TEFECİ


Yatıp kalkıp halimize şükredelim. Bizler faiz görmemişiz. Eskiden faizcilere, tefecilere "muameleci" denilirdi. Bunlardan Niğbolu civarında faaliyet gösteren Dizman Ahmet adlı biri üç-dört köyün ahalisine bir kese akçe borç vermiş. Nasıl bir faiz sistemiyse verdiği bir kese akçeye karşı on dört yıldır her sene riba olarak iki kese akçelerini alıyormuş. Ödeyemeyenlerin mallarına el koymayı da ihmal etmiyor tabii ki. Durum Divan-ı Hümayun'a yansıyınca tayin edilen görevlinin nezaretinde, tefecinin mağdur ettiği halka paralarının iadesi istenmiş. Tefeciyi de kalebent etmişler ama iki ay sonra tahliye edilmiş. Ya halka paralarını iade etmiştir veya yetkililere iyi para yedirmiştir. Durum böyle böyle...


ASKERE FINDIK VE PEYNİR YEDİRMEYİN, UYUZ OLURLAR

Gıda teröristi Frenk hekimler daha 1840-44 yıllarında bizim güzelim kuruyemişlerimize, peynirlerimize iftira atıp, askerlerimizi doğal enerjiden mahrum etmeye çalışmışlar. Halkımız onların görüşlerine itibar etmediği gibi sağda, solda çekiştirmeyi de ihmal etmemiş. Unutmadan söyleyelim; Hitler ordusu Rusya'ya doğru ilerlerken sırt çantaları bizim toprakların ürünü kuruyemişlerle doluydu.

Kupür, Cengiz KIRLI, "Sultan ve Kamuoyu" kitabından.


BAKIRKÖY'ÜN 20 METRELİK BİZANS SÜTUNU NEREDE?


İstanbulun fethinden yaklaşık 1000 yıl önce (447'de) Hun İmparatoru Attilla'nın İstanbul kuşatması anısına dikilmiş bir sütun var mı?

60'lı yılların Turing mecmuasındaki bir habere göre 20 metrelik böyle bir sütun var ve Hebdomon'da (Bakırköy) bulunuyor. Şimdi nerede acaba? Kısa bir web soruşturmasında rastladığım şu alıntıda bahsedilenle aynı sütun mu acaba? Konuyla ilgisi olanların dikkatine sunuyorum.

«II. Teodisius'un Bakırköy'de, Hebdomon'da diktirmiş olduğu anıtsal bir sütunun yazılı kaidesi, günümüzde Ayasofya Müzesi'nin ön bahçesinde sergilenmektedir.. Bu sütun, bir zamanlar Arkeoloji Müzesi'nde uzun yıllar çalışmış olan meşhur "Müzeci" Bekir Bey'in arsasında bulunmuştur. daha sonra üzerine yazlık sinema yapılmıştır. Arsanın bir bölümü üzerinde yer alan bir apartmanda Bekir Bey'in torunu halen oturmaktadır. Aileden aldığımız bilgilere göre Bekir Bey bu işe çok önem vermiş ve sütun zarar görmesin diye tekrar toprak altına gömdürmüştür. Söz konusu sütun, bugün hâlâ evin arka bahçesinde toprak altında bulunmaktadır.» eskidenbakirkoy.blogcu.com

KEŞANLI RAMAZAN DAVULCUSU


II. Mahmud, 1823-24'te Keçecizade İzzet Molla'yı Keşan'a sürgüne yollar. Burada karşısına çıkan "Ramazan Davulcusu" İzzet Molla'ya hayatının en kötü üç gecesini yaşatır. Hain davulcu için 155'i arayamaz ama Mihnet-Keşan adlı eserinde Türk Edebiyatı'na Ramazan davulcusu aleyhtarı en güzel şiiri hediye eder. Nur içinde yatsın.

SIFAT-I PASBAN-I BED-MANZAR U BED-ELHAN

Fakat geceler vardı bir pāsbān
Bed-elhān u bed-sūret ü bed-zebān

Aceb bekçi kim pāsbān-ı felek
Sadāsın işitdikçe ürkmek gerek

Verir nağmesi savma belkim zarar
Sezā Ermeni zangocu olsa gerek

Nevālar ki gūş eylese ez-kazā
Kulağın tıkar būm-ı dehşet-fezā

Gelir ehl-i tab‘a eğer konsa hem
Yanında eşek bülbül-i hoş-neğam

Çomak kolları karnı gūyā dühül
Alā zū‘mihi'l-bātıl üstād-ı kül

Çıkık göğsü mānende-i dümbelek
Sadā hirre vü kaz ile müşterek

Katı bü'l-aceb heykeli var idi
Başında biraz da keli var idi

Acebdir ki hem kel idi hem fodul
Olur olmaza çalmaz idi davul

Yarım nağmecik eksik etmek muhāl
Bütün dinlemezsen eder infi‘āl

Gelip ibtidāki gece çaldı sāz
Nedir çaresi dinlemiştik biraz

İkinci gece geldi ol bed-sadā
Hudā kimseyi etmesin mübtelā

O şebde ne hāl ise sabreyledim
Tahammül ile nefse cebreyledim

Üçüncü gece kalmadı tākatim
Dedim mūsikî ile yok ülfetim

Heder olmasın nağme-i cān-güdāz
Varup başka yerde çağırsın biraz

Koyunca uşak destine bahşişi
Hemān karnının tabla dönmüş şişi

Olup münfa‘il akçeyi etdi red
Demiş olsa gencîne-i lā-yu‘ad

Tamām olmadan bestehā-yı takbîl (sakîl?)
Alıp akçeyi kendim etmem rezîl

O şeb fi'l-hakîka edip infi‘āl
Demiş bir daha gelmek emr-i muhāl

Darıldı bana gerçi ol küştenî
Kesildi ya bāri tenennî tenî

Bunu gūş eden kizbe haml etmesin
Tarîk-ı hilāfa çıkıp gitmesin

Bu ālem anın bir eşin görmemiş
Anın gibi bir seg dahi ürmemiş

Mu‘arrā sesi güfte vü besteden
Muhazzin idi āh-ı dil-hasteden

Mukadder imiş dinledik üç gece
O üç geceden görmedim güç gece

Haram etdi zālim bana uykuyu
Gözüm Yūsuf-ı hāba oldu kuyu

Girerdim dolaba hicāb etmesem
Cünūndan eğer ictināb etmesem

Hayāli girip hābıma gāhice
Dalardım yemm-i dehşete ol gece

Kedi mavlasa bekçi geldi sanıp
Üfürdüm (okurdum?) iki yanıma uyanıp

Bir ay çıkmadan nağmesi gūşdan
Beri etdi kāfir beni hūşdan



(İki kelimenin transliterasyonunda kararsız kaldım. Metni özellikle sadeleştirmediğimi söylemeye gerek duymuyorum ama anlaşılamayan kelimeler için Kubbealtı Lugati'ne tıklayıveriniz lütfen.)