29 Kasım 2014 Cumartesi

TOGAN


Müellif Ahmed Zeki Velîdî (yeni soy adı ile Togan) 1890 senesi 10 Kânûn-ı Evvel’de Başkurtistan’da Yurmatı kantonluğunda Közen karyesinde doğmuş ve 1916 senesine kadar hayatını muallimlikte geçirmiştir. Mezkur sene Ufa’da Osmaniye Mektebi’nde muallim iken Ufa vilayeti İslamlarını temsil etmek üzere Duma’nın «Müslüman Fraksiyonu Buyurası» azası olarak Petersburg’a gönderilmiş ve o günden itibaren Başkurtistan ve Türkistan siyasi meseleleriyle meşgul olmuştur. 1923 senesinde Rusya’dan ayrılmış. 1927 senesi bidayetinden beri İstanbul Darülfünunu’nda, 1935-1939 senelerinde Almanya’da Bonn ve Göttingen Üniversitelerinde hocalık etmiştir. 1939 sene Eylül’ünden itibaren tekrar İstanbul Üniversitesi’nde profesördür.

"Bugünkü Türkistan" kitabından iktibas.




DERSİM


Son sözü önce söylüyorum; Hem Osmanlı hem de Cumhuriyet Türkiyesi için Dersim’in Aydın’dan, Bursa’dan Kozan’dan farkı yoktur. Bursa’da Aydın’da Kozan’da isyan ve şekavet alıp başını gitseydi, uzun yıllar boyunca etraf vilayetlerde binlerce mağdurun dilekçeleri Ankara’ya yağsaydı Osmanlı da Cumhuriyet de Dersim’e ettikleri sabır kadar sabretmezler, oralardaki asayişi ihlal eden unsurların köküne kibrit suyu ekerlerdi.
Hem Osmanlı hem de Cumhuriyet kesinlikle Dersim’i bir asayiş sorunu olarak ele almıştır. Siz oradaki Kızılbaşlara Sünnilik propagandası ve eğitimi verme niyetlerine bakmayın. Sünnilik itaatkar vatandaş yetiştirdiği için tercih ediliyordu, başka bir sebebi yoktur, uslu Alevi olduktan sonra devletin hiç de umurunda değildir.
Dersim Dersim diye yatıp kalkanlara, hoplayıp zıplayanlara bir şey demek mümkün değil. Tamam onlar balık hafızalı… Peki ama hepimiz balık hafızalı olmadığımız için mi bizlere kızıp kızıp köpürüyorsunuz. İlla ki sizin uydurmalarınızı sorgusuz sualsiz kabullenmek zorunda mıyız? Hadi bakalım bir saha araştırmasına çıkın… Elazığ, Erzincan, Divriği, Arapgir, Arguvan, Çemişgezek merkez ve köylerinde kısa bir soruşturma yapın. Buralarda yaşayan torunları bir dinleyin de görün bakalım…

Dedelerinin anlatmaktan bıkmadığı, yüzlerce cana kıyan, binlerce sürü hayvanını kaçıran, ambarlar dolusu ekinlerini çalıp zavallı köylüleri bir kış boyunca açlığa mahkum eden Dersim eşkıyasından neler çektiklerini sizlere de anlatsınlar.
İnanmazsanız aşağıda adresini verdiğim siteye üye olun. Katalogları sorgulayın, arama bölümüne “Dersim” yazın ve Türkiye’nin en zengin veri tabanından belge özetleri önünüze gelsin, basireti bağlananların basarı açılsın. Sorgulama hanesine istediğiniz, aklınıza ne gelirse yazın. Görün bakalım ülkenin tarihi gerçekleri ne alemde….

http://katalog.devletarsivleri.gov.tr/Giris.aspx?ReturnUrl=%2f


HEKİMBAŞININ DEVLET KETHÜDASIYLA "BOKTAN" İMTİHANI

Bir defterde rastladığım şu hikaye Türkçe'nin iki yüz sene önce kullanılan halinin bugün de ne kadar rahat anlaşılabildiğinin göstergesi. Şimdilerde okullarda, kültürel altyapısı tamamen kaybolmuş çocuklara en ağır divan edebiyatı metinlerini okutup bir nefret zinciri oluşturuyorlar. Osmanlı vaktinde bile küçük, azınlık bir zümrenin dışında toplumun genelinin anlamadığı edebi sayıklamaları gençlere gösterip "İşte Osmanlıca bu" diyenlerin belli bir maksadı olmalıydı. Onların vardı diyelim, ya şimdikilere ne oluyor da hâlâ Osmanlıca diye bir dil varmış gibi gözümüze gözümüze sokuyorlar.

Bu kısa izahı yapıyorum ki bu latife metninde geçen atalarımızın da büyük bir rahatlıkla kullandıkları Türkçe kelimeleri ayıp falan diye yadırgamayın. Bunlar bizim dilimizin, atalarımızın konuştukları lisanın güzelliklerinden, dışlamayın. [Belge sadeleştirilmeden, üslup özelliklerine dokunulmadan yeni yazıya aktarılmıştır]


METİN

Letayif
Sultan Mustafa-yı Sâlis zamanında vuku' bulan seferde Ordu Hekimbaşısı olan hekimi Devlet Kethüdası'na götürmüşler. Hekim:
-İnşallah yarın gelürüm, kazuranızı saklasunlar bakalım.
Demiş. Ertesi gün hekim geldikde abdest leğenini ağzına değin bok ve sidik ile dolu hekimin önüne getürmüşler. Biçare hekim:
-Behey sultanım, bir şişeye kosanız olmaz mıydı ve hem sade bok demiş idik.
Dedikde vezir kethüdası hasta ağa:
-Behey efendi, bu işte, cümlesi içinde. Bak da hastalığım nedendir ve hiç taama isteğim yoktur.
Dedikde hekime infial ârız olup:
-Behey efendim, bir koca leğen bok, bir şey yenmese neden olur.
Deyüp üç dane şaf yapup bırakır ve 
-Efendim yavaş yavaş birin sabah ve birin öğleyin ve birin ahşam isti'mâl edin.
Deyüp veda' edüp gider. Ertesi günü geldikde:
-Aman efendim, iki danesini güçle isti'mâl eyledim. Zira gayet tuzlu.
Dedikde hekimin canı başına sıçrayup:
-Ne yapdınız.
Dedikde:
-Sizin re'yiniz üzere ekl eyledim.
Dedikde gayri hekimin sabrı kalmayup:
-Behey efendim, anı götünüze sokun dedim.
Dedikde:
-Ben ne bileyim, isti'mâl eyle dediniz, ben de yedim" demiş.
İşte bu zat ismi yad şimdilerde olmaz ordu-yı hümayunda Devlet Kethüdası'ydı.




DÖRDÜNCÜ MURAD'IN TOPKAPI SARAYI'NDAKİ "ÇANKAYA SOFRASI"



Evliya Çelebi'ye itimadım çoktur. Bazı hikayeleri akıl almaz gelse de vardır bir hikmeti der geçerim. Kendinin Sultan Dördüncü Murad'a takdim edilmesini anlattığı bir bahis var ki vuku bulduğundan zerre kadar şüphe etmem. Hasoda denilen yerde padişaha takdim edilmiş ve orada geçen saatleri sayfalarca anlatmıştır. Mekânın yan tarafında "Kutsal Emanetler" saklanmaktadır. İç tarafta tahtında oturan Dördüncü Murad'ın yanında onu sefahat alemlerine alıştırdığı söylenen Emirguneoğlu bulunmaktadır. Evliya bu meclise musahip olarak katılmıştır yani padişahın dost meclisinin neşe kaynağı "Cem Yılmaz" vaziyetindedir. Çeşitli fasıllar geçilir, Evliya bunlara Hüseyin Baykara faslı demektedir. Müzik ve şamata tam gaz sürerken padişah yeri geldikçe Evliya'ya bir yandan ezan, diğer yandan da Kuran okutur. Günümüzün kafasıyla asla bir yere oturtamayacağımız eylem bu aralarda olur. Arada sırada "çakır getirin" diye emreder. "Çakır" bunların dilinde "bâde"ye yani içkiye denmektedir.Vaktiyle içkiye çakır denildiği günümüzde unutulmuş, sadece "çakırkeyf olmak" deyimi kalmıştır. Dördüncü Murad bâdesini içer, az sonra Evliya'ya Kuran okumasını emreder, o da okur. 

Aynı meclis altında içki, bâde, şarkı, türkü, ezan, Kuran hepsini birden cem etmek bugünün kafa yapısıyla Çankaya Sofralarının kaynağını bilmeden dillerine dolayanlara tarihten gelen iyi bir ders olur. 

«"Hey şâhım Perverdigâr seni ıslâh eyleye. Pes munlar belî benî âdem değillerdir. Ohum zemînden mantar kimi çıharlar" dedi. "Anın içün senin askerinin cânları acıyup yoldaşları kanın anlar dahi Revân kal‘asında menden alup yedi günde Îrân-zemîn askerinin kökün kesdiler" deyü cevâb etdikde bu hoş-âmed kelâmdan pâdişâh haz edüp "Çakır" deyüp bir kâse nûş etdi ve ba‘de'l-asr sohbet tamâmında hakîre, 

"Bir aşr-ı Kur’ân-ı azîm tilâvet eyle" 

deyü hitâb etdikde üstâdımız Evliyâ Efendi'den gördüğümüz üzre leyle-i Kadir'de Ayasofya-i Kebîr'de sûre-i En‘âm âhirinde kalup Bismillah ile sûre-i A‘râf'ın ibtidâsından bed’ edüp iki yüz altı aded âyet-i şerîfi savt-ı a‘lâ ile on iki makâm yirmi dörd şube ve kırk sekiz terkîb üzre itmâm edüp ba‘de'd-du‘â Sultân Osmân'ı ve pederi Sultân Ahmed'i ve Âl-i Osmâniyân'ın selâtîn-i seleflerinin rûh-ı şerîflerin yâd edüp savâb-ı Kur’ân-ı azîmi rûhlarına hibe eyleyüp Fâtihatü'l-kitâb ile hatm-i kelâm edüp dest-i şerîflerinde yek-pâre mücevher balık dişinden bir arka kaşağısı var idi, hakîre ihsân etdi. 

Andan Mîr'e hitâb edüp eydir: 

"Ya Mîr, Acem'de böyle Kur’ân-ı azîm okunur mu?" buyurdular.»

ANADOLU'NUN EN ESKİ MEDRESESİ



Türklerin Anadolu'da geçen zamanını tarihçilerimiz tespit etmiş ama geniş kitlelere aktaramamışlar. Bazı dönüm noktaları basmakalıp ifade edilir. 1071'de Anadolu'ya ayak bastık ama birden bire 1299'da Osmanlı devrine geçtik gibi algı oluşturulmuş. Osmanlının da İstanbul'un fethine kadar olan tarihinde büyük boşluklar bulunmaktadır. Böylece neredeyse 1071-1471 arasındaki 400 yılın hesabı Türk Milleti'ne doğru dürüst verilememektedir.

Oysa Türk Devleti 1071'den itibaren kesintisiz olarak bu topraklarda hakimiyetini tescil ettirmiştir. Arada değişen sadece hanedanlar olmuştur. Kutalmışoğlu Süleyman Şah 1075 tarihinde Bizanslılardan aldığı İznik'i Anadolu Selçuklu Devleti'nin başkenti yaparken, Danişmentliler de 1080'de Sivas'ı alarak kendi devletlerini kurdular. İşte bu Danişmentli hükümdarlarından Nizameddin Yağıbasan 1164 tarihinden önce Anadolu'nun ilk medresesini Niksar kazasında yaptırdı. Çoğumuzun bırakın adını bilmeyi manasını bile kafamıza göre "küpe, tuluma yağ basan" şeklinde tefsir ettiğimiz bu hükümdar, ne yazık ki unutulmaya mahkum edilmiş. Aslında "yağı" özbeöz Türkçe bir kelime olarak "düşman" manasına gelir. Düşmanları apansız basan, sindiren bu melikin ilme, irfana da belli bir saygısı ve rağbeti olmasaydı Anadolu'nun ilk medresesini yaptırmazdı.

Şimdiki mirasyediler olarak bizler Çorum'da üniversiteye ad ararken Hititleri aklımıza getiriyoruz da yıllarını Çorum civarında geçiren, Anadolu'nun bu ilk medrese yaptıran adamını hatırlamıyoruz bile. Vay halimize.

BİRİNCİ UMUMİ MÜFETTİŞLİĞİN DERSİM RAPORUNDAN “AŞİRETLERİN GENEL DURUMU”

SİNAN ÇULUK

Dersim Harekatları öncesinde idari, sosyal, siyasi ve iktisadi tedbirlerle bu havalinin asayişsizlik ortamına son verilmesi amaçlanmıştı. Devlet aslında bu bölgedeki ağalık ve şeyhlik düzenini ortadan kaldırmayı düşünüyordu. Bu maksatla 1926 senesinde hazırlanan raporların birinden derlediğim Dersim havzasındaki aşiretlere dair genel bilgileri sunuyorum.

ŞADİLİ AŞİRETİ: Reisleri Kemisor karyeli Mehmet Efendi. İsyan ve muhalefetleri yoktur. Kureyşan aşiretiyle kavga halindedirler. Diğer aşiretlerle hoş geçinirler. 100 erkek, 150 kadın, 100 sığır, 400 koyun, 100 keçi, 20 merkep, 60 silah, 2000 cephaneleri vardır.

HORMEK AŞİRETİ: Reisleri Civrekli Süleyman Ağa’dır. Göçebe olmayıp meskûndurlar. Nazimiye’nin Artilli aşiretiyle kavgalılardır. Diğer aşiretlerle dost geçinirler. Mevkileri yayladır, bazı seneler Kiğı’nın Sepet Dağı’na çıkarlar. Öteden beri hükümete itaat ederler, isyanlara iştirakleri yoktur. 200 erkek, 300 kadın, 7 at, 3000 sığır, 400 koyun, 500 keçi, 10 katır, 20 merkep, 200 silah ve 10000 cephaneleri vardır.

KARSAN AŞİRETİ: Reisleri Musa Ağa’dır. Civarlarındaki aşiretlerle dost halinde değillerdir. Birbirlerinden nefret ederler. Diğer aşiretlerle dost geçinirler. Tamamen meskûnlardır. Yaz mevsiminde kendi muhitlerinde yaylaklarını yaparlar. Hükümete itaatkardırlar, isyanları ve bu hareketlere iştirakleri yoktr. 400 erkek, 500 kadın, 60 at, 500 sığır, 100 koyun, 1000 keçi, 4 katır, 30 merkep, 3000 silah, 3000 cephaneleri vardır.

ŞEYH MEHMEDAN AŞİRETİ Reisleri Harikli Kigo Ağa’dır. Tamamen meskûnlardır. Civar, uzak hiçbir aşiretle kavga veya düşmanlıkları yoktur. Hükümete isyan veya muhalefetlere iştirak etmemişlerdir. Yaylakları yoktur. 200 erkek, 300 kadın, 3 at, 200 sığır, 100 koyun, 300 keçi, 20 merkep, 100 silah, 15000 cephaneleri vardır.

HAYDERANLI AŞİRETİ Hüseynan namıyla iki kabileye ayrılmıştır. Nazımiye’nin Artili, Ovacık’ın Şeyh Hasan aşiretleriyle düşmanlık halindedirler. Bu aşiretin adı Abaga’dan Adilcevaz’a kadar yayılmıştır. Güney ve Güneybatıya doğru Kör Hüseyin Paşa’nın nüfuzu nereye kadar gitmişse o yere kadar herkesi Hayderan yapmış, birçok ufak tefek kabileleri nüfuzu altına almıştır. Şeyh Hasan aşiretinden maada diğer aşiretlerle halen dostturlar. Aşiret tamamıyla meskûndur. Kışlak ve yaylakları hudutları dahilinde bulunan Haydaran dağlarıdır. İtaatlerine itimat edilmez. 400 erkek, 600 kadın, 7 at, 500 sığır, 200 koyun, 200 keçi, 10 katır, 50 merkep, 250 silah, 15-20 bin cephaneleri vardır.

ARTİLİ AŞİRETİ Mahmudan, Abbasan, Ferhadan namlarıyla üç kabileye ayrılmışlardır. Reis-i umumi Kirişli Yusuf Ağa’dır. Karsanlı ve Mazgirdin Alanlı aşiretleriyle dostturlar. Tamamıyla meskûn olup yaylak yerleri civarlarındaki Pertek ve Guher dağlarıdır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında genellikle isyan etmişler, kaza merkezini ve hükümet binalarını tamamen yağma ve tahrip etmişlerdir. 1500 erkek, 2000 kadın, 10 at, 1000 sığır, 150 koyun, 2000 keçi, 5 katır, 60 merkep, 1000 tüfek vardır.

KUREYŞAN AŞİRETİ: Hüsniyan, Gülnan, Elyan, Muavlyan, Kalyan namlarıyla beş kısımdır. Reis-i umumi Ballıca köyünden Derviş İbrahim Ağa’dır. Halen Artilli aşiretiyle düşmanlık halindedirler. Diğer aşiretlerle dostturlar. Tamamıyla meskûn bulunmaktadırlar. Kışlak ve yaylakları Zerkavit namındaki Derecakaran ve Temkin dağlarıdır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında kamilen isyan ederek kaza merkezini baştan başa denecek derecede yağma ve tahrip etmişlerdir. 1000 erkek, 1200 kadın, 10 at, 800 sığır, 150 koyun, 1500 keçi, 12 katır, 50 merkep, 700 tüfek.

LOLAN AŞİRETİ: Reisleri Sap köyünden Rıza Efendi’dir. Yaylak zamanında Mazgird’in Hizan aşireti dâhiline göçerler. Hükümete bağlıdırlar. Önceden de isyan ettikleri vaki değildir. Mazgird’in Demenan aşireti ile münaferet halindedirler. Diğer aşiretlerle hoş geçinirler. Tamamıyla meskûndurlar. 100 erkek, 150 kadın, 2 at, 100 sığır, 50 koyun, 200 keçi, 1 katır, 20 merkep, 50 tüfek.

KOÇ UŞAĞI AŞİRETİ: Koç uşağı, Seyithan uşağı, İsmail uşağı, Kerik uşağı, Resik uşağı, namlarıyla beş kabileye ayrılır. Reis-i umumi İbrahim Ağa’dır. Hiçbir aşiretle dostlukları yoktur. Tamamen meskûndurlar. Kendi köyleri civarında yaylakları vardır. Koç uşağı aşiretinin hudutlarında ve havzalarındaki zirveler çok yüksektir. Garp Kırklartepesi 2703, Yılandağı 3000 metre irtifaındadır. Hükümete kesinlikle itaatleri yoktur. Birçok fırsat ve bahanelerle defalarca isyan etmişlerdir. En son 1926 yılında üzerlerine askeri harekât yapılmıştır. 2500 erkek, 1500 kadın, 20 at, 200 sığır, 800 keçi, 200 katır, küçük çaplı mavzer olmak üzere 500 tüfekleri vardır.

AŞAĞI ABBAS UŞAĞI AŞİRETİ: Zeynozadeler ve Hasan İbrahimler namıyla ikiye ayrılır. Aşiret kamilen Zeynozadeler Mustafa ve İbrahim ağaların elindedir. Pelvenik aşiretiyle düşmandırlar. Aşağı Karaballı ve Ferhat uşağı aşiretleriyle dostturlar. Aşiret havzasında 2200 metre yüksekliğinde Kızıldağ tepesi vardır. Hükümete zahiren itaat ederler, itimat ve emniyet edilemez. 800 erkek, 700 kadın, 10 at, 500 sığır, 1000 koyun, 2000 keçi, 30 katır, 15 merkep, 300 silahları vardır.

BAHTİYAR AŞİRETİ: Rotanlı ve Bahtiyari adlı iki kabileye bölünmüşlerdir. Aşiret reisleri Süleyman ve Yusuf ağalardır. Yukarı Abbas ve Laçin uşağı aşiretleriyle düşmandırlar. Aşağı Karaballı ve Aşağı Abbas uşağı aşiretleriyle dostlukları vardır. Meskûn oldukları köy yayla olduğundan yaylaya gitmezler. Daimi surette isyana eğilimlidirler. Muhtelif tarihlerde askeri harekâtı icap ettirecek isyanlar yapmışlardır. 1800 erkek, 1200 kadın, 10 at, 1200 sığır, 500 koyun, 2500 keçi, 45 katır, 15 merkep, 300 silahları vardır.

YUKARI ABBAS UŞAĞI AŞİRETİ: Aşiret, Mori Mustafa İksor, Seyit İbrahim zadeler namıyla üç kaileye bölünmüştür. Aşiret reisi Seyit Rıza ile biraderi Seyit ağadır. Seyit Rıza’nın Şeyh Hasan Baba ve Hüseyin adlı üç oğlu vardır. Üç kabileye ayrılan bu aşiret Seyit Rıza’nın emrindedir. Kalan, Demenan ve Bahtiyar aşiretleriyle düşmanlık ve hasım halindedirler. Yukarı Karaballı ve Kırgan aşiretleriyle dostturlar. Aşiret tamamıyla meskûndur. Kuzey tarafında Munzur silsileleri bulunur. Aşinek havzasında yüksek irtifalı tepeler vardır. Kozdağı tepesi 2124, Kızıltepesi 2257, Döjeyk tepesi 2890, Horran tepesi 2570 metredir. Köylerinin civarları yaylaklıdır. Hükümete asla itaat etmezler. Devlete birçok defalar isyan etmişlerdir. 1500 erkek, 1200 kadın, 10 at, 2000 sığır, 800 koyun, 1500 keçi, 50 katır, 500 silahları vardır.

YUKARI KARABALLI AŞİRETİ: Fendanlı, Karaballı namıyla iki kabiledir. Hüseyin Ağazade aşiretin reisidir. Kalan aşiretiyle düşmanca nefret halindedirler. Yukarı Abbas uşağı ve Kırganlılarla dostturlar. Geçindikleri havzanın Kuzey kısımlarında 1850 rakımlı Hazan tepesi, güneyde 1900 rakımlı Tavuktepesi vardır. Tamamıyla meskûndur. Yaylakları kendi köyleri civarındadır. Hükümete olan itaatlerine itimat edilemez. Muhtelif tarihlerde birçok defalar isyan etmişlerdir. 900 erkek, 600 kadın, 3 at, 1000 sığır, 500 koyun, 1700 keçi, 10 katır, 300 küçük çaplı mavzerleri vardır.

LAÇİN UŞAĞI AŞİRETİ: Reis Kakpiri Yusuf Ağa’dır. Bahtiyar ve Koçuşaklarıyla hasımdırlar. Aşağı Karaballı Ferhat uşağı ile dostturlar. Tamamen meskûndurlar. Yaylakları kendi köyleridir. Hükümete itaatleri zayıftır. Muhtelif tarihlerde geniş bölgelere yayılan isyanlar yapmışlardır. 700 erkek, 500 kadın, 10 at, 1000 sığır, 200 koyun, 1000 keçi, 15 katır, 150 mavzerleri vardır.

FERHAT UŞAĞI AŞİRETİ: Kahramanağazade, Alişanağazade, Diyapağazade, Zengolar, Küçükaliler namıyla beş kabileye ayrılır. Aşiret reisi Kahramanağazade Diyap Ağa ve Cemşit Ağalardır. Koçuşağı aşireti ile düşmanlıkları vardır. Karahallı ve Aşağı Abbas uşağı ile dostturlar. Havzalarında doğuda Er Mustafa tepesi 1800, ortada Kızıl Ziyaret tepesi 1750 metre irtifaındadır. Aşiret tamamıyla meskûndur. Köylerinin dışındaki yaylalara giderler. Hasat zamanı dönerler. Başkaca kışlakları yoktur. Hükümete itaat etmezler. Birçok defalar isyan etmişlerdir. 1700 erkek, 1500 kadın, 30 at, 100 sığır, 1500 koyun, 3500 keçi, 40 katır, 30 merkep, 700 mavzerleri vardır.

KIRGAN AŞİRETİ: Şatoğulları, Tahrip uşağı, Miruslar namıyla üç kabileye ayrılır. Reisleri Süleyman Ağa’dır. Yukarı Abbas Uşağı ile hasımdırlar. Kureyşan ve Aşağı Abbas uşağı aşiretleriyle dostturlar. Meskûn oldukları yer civarında yaylakları vardır. Hükümete itaatleri yoktur. Muhtelif tarihlerde çok defalar isyan etmişlerdir. 2500 erkek, 1200 kadın, 20 at, 1300 sığır, 1000 koyun, 3000 keçi, 50 katır, 350 mavzerleri vardır.

PİLVENK AŞİRETİ: Halfanlı ve Ziyanlı adında iki kabileye ayrılırlar. Tekmil civarlarında bulunan aşiretlerle düşmanlık halindedirler. Tamamen meskûndurlar. Yaylakları çok yoktur. Kendi hudutları dâhilinde Kümülkan ve buna yakın bazı dağlara yaylalara giderler. Umumi harpte isyan, Pertek nahiye merkezini yağma ve kaza yönetimini düşürmeye çalışmışlardır. 2000 erkek, 1600 kadın, 80 at, 5000 sığır, 2000 koyun, 1200 keçi, 200 katır, 200 merkep, 1000 mavzerleri vardır.

AŞAĞI KARABALLI AŞİRETİ: Aşiret, Kangolar ve Ali Kefolar adıyla iki kabileye ayrılmıştır. Reisleri Kangozade Mehmet Ali Ağa ve Koç Ağa’dır. Koç uşağı aşireti ile düşmanlık halindedirler. Ferhat uşağı, Aşağı Abbas uşağı, Bahtiyari, Laçin uşağı aşiretleri ile dostturlar. Hükümete itaatleri yok denecek kadar zayıftır. Muhtelif tarihlerde isyan etmişlerdir. 2000 erkek, 1500 kadın, 25 at, 1500 sığır, 2000 koyun, 3000 keçi, 600 katır, 50 merkep, 800 mavzerleri vardır.

ŞAM UŞAĞI AŞİRETİ: Aşiret Lillo Ağa emrindedir. Aşağı Karaballı ile düşmandırlar. Koç uşağı, Maksut ve Bezkar uşaklarıyla dostturlar. Meskûn oldukları yerin civarında yaylakları vardır. Şarkta Tokmak Baba tepesi 2150, bitişiğinde Sivribaba tepesi 2250, batıda Hanife tepesi 2100 metre irtifaındadır. Hükümete itaatleri yoktur. Muhtelif tarihlerde isyanları olmuştur. 800 erkek, 700 kadın, 8 at, 1000 sığır, 1500 koyun, 2500 keçi, 40 katır, 200 mavzerleri vardır.

OVACIK KALAN AŞİRETİ: Aşiret Keçil uşağı, Kara oğulları, Pirim uşağı, Bal uşağı, Abbas uşağı namıyla beş kabileden oluşur. Reis Munzur ağazade Ali Ağa’dır. Yukarı Abbas, Yukarı Karaballı düşmanları, Ovacığın Beyt uşağı, Arslan uşağı aşiretleriyle dostturlar. Meskûn oldukları yerin etrafı tamamen dağlık ve yaylak olduğundan köylerinin etrafında kalırlar. Hükümete muhtelif tarihlerde isyan etmişlerdir. 3000 erkek, 2000 kadın, 150 at, 3000 sığır, 4000 koyun, 900 keçi, 100 katır, 1500 küçük çaplı mavzerleri vardır.

OVACIK MAKSUT UŞAĞI AŞİRETİ: Aşik uşağı, Ferhat uşağı, Holik uşağı, Taş uşağı, Buzik uşağı, Laçin uşağı, Söylemezler, Han oğulları adlarıyla sekiz kabileye bölünmüşlerdir. Bezkar, Beyt uşağı aşiretleriyle dostturlar. Arslan uşağı ile olan dostluklarını muhafaza ederler. Seyyar değillerdir. Yaz mevsiminde Munzur silsilesinde Fikirbey ve sair mevkilere yaylalara gidip üç ay sonra dönerler. Hükümete itaat hisleri yoktur. Muhtelif tarihlerde isyan etmişlerdir. 1700 erkek, 1300 kadın, 25 at, 2000 sığır, 700 koyun, 80 katır, 400 küçük çaplı mavzerleri vardır.

BENDİKAR UŞAĞI AŞİRETİ: Han uşağı, Söğütlü Abbas, Topuzoğlu adlı üç kabileden oluşur. Aşiret reisi İbrahim Ağa’dır. Ovacık Maksut uşağı ile dostturlar. Meskûn oldukları yerde kışlak ve yaylakları mevcuttur. Hükümete itaatleri yoktur. 800 erkek, 500 kadın, 5 at, 500 sığır, 500 koyun, 1500 keçi, 40 katır, 200 küçük çaplı mavzerleri vardır.

BEYİT UŞAĞI AŞİRETİ: Molla Mehmet oğulları, Süleyman oğulları, Sol Hasanlı namlı üç kabileden ibarettir. Aşiret reisi Zinal’dir. Sınır komşusu aşiretlerle dostturlar. Meskun oldukları yerde yaylak ve kışlakları bulunur. Her an isyana hazır bir haldedirler. Muhtelif tarihlerde isyan etmişlerdir. 700 erkek, 500 kadın, 20 at, 800 sığır, 300 koyun, 1500 keçi, 20 katır, 200 küçük çaplı mavzerleri vardır.

OVACIĞIN ARSLAN UŞAĞI AŞİRETİ: Gedikli Hüseyin Ağa, Pulurlu Seyit Ağa, Çolaklar ve Kozlucalar namıyla dört kabileye ayrılırlar. Aşiret reisi Pulurlu Mahmut Ağa’dır. Maksut uşağı ile düşmandırlar. Ovacığın Bezkar, Şam uşağı ve Beyit uşağıyla dostturlar. Aşiret tamamen meskûndur. Kışlak ve yaylakları Munzur silsilesindedir. Muhtelif tarihlerde pek çok isyan yapmışlardır. 1400 erkek, 1000 kadın, 80 at, 2000 sığır, 1000 koyun, 300 keçi, 50 katır, 300 küçük çaplı mavzerleri vardır.

Dersim’in belli başlı aşiretleri ve umumi vaziyetleri ile 1926 senesindeki silah miktarları bunlardır.





VANLI MEHMED EFENDİ



Sultan Dördüncü Mehmed devrinin en önemli din adamlarından olup sürgüne yollandığı Bursa-Kestel’de 1685 yılında vefat eden Vânî Mehmed Efendi’nin kendi inşa ettirdiği camideki kabridir. Sekiz-on sene önce bu fotoğrafı çektiğim vakit türbesinde ve haziredeki kitabeler kara boyalı bir el tarafından çalakalem boyanmıştı. İnşallah bu zaman zarfında elden geçirilip yapılan tahribatın izleri silinmiştir. Vani Mehmed Efendi “Türk Tarihi”nde tartışmalı bir kişiliktir. Meziyetleri ile zaaflarının muhasebesini yapmak benim açımdan mümkün değildir. Şu kadarını söylemeliyim ki bu ülkede ulema sınıfında Türk lafını telaffuz ederek Oğuz Kağan’dan bahseden nadir kişilerdendir. Sırf bu özelliği bile başka bir gözle incelenmesini gerektiriyor. Mezar kitabesinin okunuşu şöyledir.

SÜBHANALLAH
Kıdvetü ulemâi’s-sâlihîn
Zübdetü fuzalâi’l-kâmilîn
en-Nâtıku bi’l-Hakk
el-Vâizu li’l-halk
ed-Dâ’î-i ilallah
el-Mültecî-i ilâ civârullah
Muhammedü’l-Vânî Revvahallahü Rûhahu


Fî yevmi’l-Cum’ati
es-Sâlisü aşer
min Zilka’deti’ş-Şerîfe fî
şühûri sittetün
ve tis’ûne ve elf
senetün
1096
[11 Ekim 1685]


OSMANLININ SON DEVİR ÖZEL SEKTÖR FABRİKALARINDAN BAZILARI



Osmanlı Devleti'nin son döneminde sanayileşme faaliyetleri daha çok devlet eliyle yürütülmektedir. Askeri ihtiyaçlar öncelikli olmak üzere yerli üretime ağırlık verilmeye çalışılmaktadır. Özel sektörün yeterli sermaye birikimi olmadığından fabrikasyon üretim ve fabrikalaşma çok zayıftır. Servet-i Fünun dergisi özel sektöre sermaye birikimi ve fabrikalaşmayı teşvik yolunda bazı fabrika resimlerini seri halinde yayınlamış. Küçümsememek lazım, o devirde sınai üretimimiz çok sınırlıydı ve milletin gözünü açmak lazımdı. Zaten gurur duyulan tesislerin Göksu Tuğla Fabrikası, Paşabahçe İspermeçet Fabrikası, Ahırkapı Fanila Fabrikası ve Bomonti Bira Fabrikası olduğuna bakarsanız üretim çeşitliliği yerlerde geziyor, buna da şükür diyorlar. Bu resimleri künyeleriyle veriyorum ki bu konudan güzel bir makale çıkarıp kullanmak isteyenlere faydamız olsun.

Göksu Tuğla Kiremit Fabrikasının Derununda Delikli Tuğla İmali

Türk Darüssınaalarından: Ahırkapı Fanile Fabrikasının Derunu

Boğaziçinde Paşabahçe İspermeçet Fabrikası

Feriköyü'nde Bomonti Bira Fabrikası

OSMANLI DEVRİ İLK MAHALLE MUHTARLARI MÜHÜR ÖRNEKLERİNDEN

Mahalle muhtarlarına ait ilk mühür örneklerinden bir kaç tane...




AMERİKA’YI KİM KEŞFETTİ



Amerika’yı kim keşfettiyse keşfetmiştir. İlk kâşifi günümüzde tespit edebilecek hiçbir veri yoktur. Belki önümüzdeki yıllar, yüzyıllarda böyle bir tespiti gerçekleştirecek veriler ortaya çıkabilir. Şimdilik gerek Kolomb’un, gerek Müslümanların gerekse Vikinglerin keşifleri birer iddiadır ve sadece kendi toplumları için geçerlidir. Bu iddialardan uluslararası geçerliliği olan bilimsel bir sonuç çıkarmaya çalışarak sadece Kolomb’un iddiasını kabul edip diğer iddiaları kulak arkası edenlerin bilimsel düşünce anlayışı sakattır, emperyalizmin darbesiyle maluldür. Hiç kimsenin dikkate almadığı Amerika’nın eski sakinleri Kızılderililer, Perulular, İnkalar, Aztekler, Mayalar sanki bu dünyada yaşamamışlardır. Kuzey ve Güney Amerika’daki iskânları yüzlerce yıl öncesine dayanan ve buralarda muhteşem medeniyetler meydana getiren bu insanların ataları Amerika kıtasının gerçek kâşifleridir. Tayyip Erdoğan’ın dile getirdiği bu husus çok eski tarihlerden beri tartışılmaktadır. Cumhurbaşkanı bu noktayı dile getirirken emperyalist bilim tekeline çomak sokmayı düşünmemiş, akıllara zarar “Küba’ya cami inşa etmek” gibi tutarsız ve mantıksız bir önermeye temel tutmuştur.
27 Ocak 1870 tarihli Basiret gazetesinde de bu konuya dair bir haber yer almaktadır. Sanki bu tartışmalar hiç olmamış gibi “Amerika’yı yeniden keşfedenlere” ithaf olunur.

METİN:

“Lisan-aşinâyân-ı zemâneden Amerikalı Mösyö Hamle nâm zatın Çin lisanınca tetebbu’ etmiş olduğu kitaplardan Amerika kıtasını bundan bin dört yüz sene mukaddem Çinliler keşf edip kıt’a-i mezkûreyi kendi ıstılahlarınca (Forsani) nâmıyle tesmiye etmiş ve beş yüz sene mukaddemce dahi Çin köhnesinden bir takımı Amerika’ya gitmiş olduklarını istinbât eylemiş ve Çinlilerin sahîhan Amerika’da iskân edişlerine bir delîl-i aleni olmak üzere Amerika-yı Cenûbî kıt’asının ahali-i kadîmesiyle Çinliler beyninde şekil ve suret cihetiyle müşabehet-i külliye bulunduktan başka şu iki kavmin lisanlarınca dahi yekdiğerine mümasil nice lügat ve tabirat mevcut bulunduğunu tahriren beyan etmiştir.”





6 Kasım 2014 Perşembe

GENÇLİĞE HİTABE


Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılı 12 Eylül diktasının ilk senesine ve bizim de lise son sınıfta olduğumuz zamana denk gelmişti. 12 Eylül rejimi tüm okulların müfredatına Gençliğe Hitabe’yi ve İstiklal Marşı’nın on kıtasının tamamını ezberleme mecburiyetini getirmişti. İnkılap Tarihi ile Milli Güvenlik derslerinde bu ezberler papağan gibi tekrarlatılır ve muhtevasından nadiren bahsedilirdi. Baştan savma bir “dikta ritüeli” haline dönüşen bu derslerden hepimiz illallah demiştik. O muhteşem metinlerin ruhundan hocaların çoğu bî-haberdi. Haberdar olanlar da dayatma karşısında hassasiyetlerini kaybetmişler ve öğrencilere bu metinlerin ruhunu aksettiremiyorlardı. İşte şimdilerde ülkemizin kaderi, çoğunlukla o yıllarda yetişen neslin elinde ve ne hale geldiğimizi izaha lüzum yok. Zorla güzellik olmuyor, papağan gibi ezberlediğimiz metinleri bugünlerde daha bir serinkanlı okumakta fayda var. Size Bursa’da Ocak 1928’de yayınlanan “Asri Çiftçi” mecmuasında rastladığım “Gençliğe Hitabe” metnini hediye ediyorum. Alışageldiğimiz metinden farklı olarak ilk cümleye dikkatinizi çekerim. Bugün bu emanetin muhtevasını idrak edecek zihinlere ihtiyacımız had safhada.

"Gazi Hazretlerinin Türk Gençliğine Hitabı"

Bugün vâsıl olduğumuz netice asırlardan beri çekilen musibetlerin intibâhı ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu neticeyi Türk Gençliği’ne emanet ediyorum.

Ey Türk Gençliği!

Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
Ankara – 20 Teşrin-i Evvel 1927 Perşembe – Büyük Kongre Nutkunun Sonu


ISTILAH

Sinan ÇULUK

Artık kesin kararımı vermiş bulunuyorum. Toplum olarak hâlihâzır cehaletimizde ısrar ettiğimiz sürece bu topraklarda hayatiyetimizi sürdürmenin maddi manevi şartları ortadan kalkmıştır. Acilen akli, fikri, zihni, tatbiki, içtimai ve iktisadi bir hamleye ihtiyaç vardır. Aksi takdirde 2071 vizyonundan vazgeçtim 2023’ü bile göreceğimiz şüphelidir.
İki gündür 19. Yüzyılın ilk çeyreğinde inşa edilmiş bir kamu binasının keşif defteriyle cedelleşiyorum. Keşif defteri deyince günümüzdeki bina inşaat ihale şartnamesinden biraz dar kapsamlısını göz önüne getiriniz. Mimari proje olmamakla birlikte inşaatta kullanılan malzeme çeşitleri ve fiyatları ile tahmini maliyetinin çıkarılmasını hedefleyen bu defterlerden binlercesi bugün arşivimizdedir. Defteri elimizde olan ve günümüzde de hayatiyetini sürdüren bir bina, orijinal projesi bulunmasa da bu keşif defterleri sayesinde aslına yakın restore edilebilir. Böyle bir defteri çalışıyorum ama defter bana bakıyor, ben deftere bakıyorum, bir türlü sırlarını açmıyor ne yazık ki.
Yakınıp durmama bakarak zannetmeyin ki tarih öncesi devirden bahsediyorum, daha iki yüz sene önce inşa edilmiş ve bugün halen ayakta olan bir binanın inşa edildiği zamanki malzemelerin isimlerini bulamıyorum. Defterde yüzlerce inşaat malzemesinin adı geçiyor.
Eski metinleri okumayı bilenler sıkıntımı daha iyi anlayacaktır, defterdeki malzeme adlarını ancak bir hiyeroglif resmi gibi düşünün, o resimdeki kelimenin ne olduğunu bilmiyorsanız okuyamazsınız çünkü okuduğunuzun doğru olup olmadığından emin değilsinizdir. Ancak sözlüğe bakar ve doğru okunuşunu yakalarsınız. Eğer sözlüklerde de bulamazsanız o hiyeroglif gibi resmin çeşitli varyantlarda okunması mümkündür. Bu durumda yanlış okuma söz konusu ise anlamını araştırdığınızda da yanlış sonuçlara gitmeniz kaçınılmazdır. Düşünün ülkemizde yıllardır bu sahalarda çalışılıyor, restorasyonlar yapılıyor, ödüller alınıyor, okullarda mimarlık tarihi öğretiliyor. Ne yazık ki çok zayıf bir iki derlemenin dışında mimari tarihi terimler sözlüğümüz yok. Peki bu kadar restorasyon, malzemelerin orijinali bilinmeden nasıl yapıldı öyleyse? Bir de adamlara kızıyoruz ne biçim restorasyon bu diye. İşte hepsi de kılıfına uydurulduğu için öyle. Ne yapsın mimar-restoratör, birikimi var mı ki.
Eksiklerimiz sadece bu kadar mı? Doğru dürüst bir yer adları sözlüğümüz de yok. Bol keseden atıp tuttuğumuz yetmiş iki milletin de kimler olduğunu bilemiyoruz. Daha ne eksikliklerimiz var. El sanatlarımız unutuldu gitti, mahalli terimleri bırakın sanatların isimlerini bile unuttuk. Dünya kültürlerinde, sözlükçülüğünde binlerce ISTILAH=TERİM sözlükleri yer alıyor. Bu adamlar enayi mi? Neden zahmet çekip bu kadar uğraşıp didiniyorlar. Çünkü geleneği geleceğe aktaramazsan yeni teknolojiyi de ortaya koyamazsın. Bilim tuğla üstüne tuğla konularak örülür.
İşte biz de yıllardır teknolojiyi ithal ede ede kafa yormadık, terimleri de ithal ettik ve geldiğimiz nokta ortada. Velhasıl sosyal bilimlere önem vermeye vermeye bu topraklarda bulunmamızın sosyal temellerini de elimizden aldılar. Bundan sonra ancak bize verilenler kadar bir hayat hakkımız kalmıştır. Temmet…

ŞERİAT-TARİKAT

Osmanlı Arşivi'nin en büyük üstatlarından Ahmed Hamdi Tanyeli ile Abdülbaki Gölpınarlı'nın bir muhaveresi:
Bir gün, Ahmet Hamdi Tanyeli ile bir tekkeye soru sormaya gittik. Harem kapısını çaldığımda içerden kulak tırmalayan bir kadın sesinin adeta azarlarcasına “Kim o?” dediğini işittik.
Ahmet Hamdi Tanyeli bu herhalde kiracı olsa gerek dedi. Ve şeyhi sorduk.
Kadın yeniden feryat etti: “Onlar binanın öteki tarafında.”
Ahmet Hamdi, “Sana söylemedim mi,” dedi.
Binanın yakın aile fertleri dışındaki insanları karşılamak üzere ayrılmıs olan Selâmlık kısmına gittik. Ana girişten içeri bahçeye doğru yürüyüp, kapıyı çaldık. İçerden tatlı bir kadın sesi kim olduğumuzu sordu, şeyhi aradığımızı söyledik.
“Kendisi Hakka gitti,”diye yanıtladı. Şeyhin oğlunu sorduk. Aynı tatlı ses, “O da gitti,” diye yanıt verdi. Bir şeye ihtiyacımız olup olmadığını sorup, “Lütfen bahçedeki banka oturun, fakir hemen yanınıza gelecek,” dedi.
Oturduk. Birkaç dakika sonra evden orta yaşlı bir kadın çıktı ve bize türk kahvesi ikram etti. Yanımıza oturdu, hatırımızı sordu. Ona ne için orada olduğumuzu anlattık, o da bize elinden geldiğince bilgi verdi.
Biraz daha oturduk ve daha sonra kalkmak için izin istedik. Bize bahçe kapısına kadar eşlik etti ve ayrılırken arkamızdan o tatlı sesiyle, “Güle güle, sağlıcakla kalın. Uğur getirdiniz. İnşallah gene gelirsiniz,” dediğini işittik.
Ahmet Tanyeli bana döndü ve “İlk gittiğimiz yer şeriattı, burası ise tarikat,” dedi.
Yazının tamamı şu bağlantıda.

İSRAİL DEVLETİ’NİN MESCİD-İ AKSA İŞGALİ’Nİ PROTESTO EDİYORUM


İsrail Devleti, emperyalizmin Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika’daki tetikçisidir. Kuruluşundan itibaren Yahudiler ve Müslümanlar arasındaki kan gölünü besleyen en önemli kaynak olmuştur.
Kimse kusura bakmasın, her iki dinin müntesipleri arasında “Dini, Allah’a yakınlaşmak, kuldan sakınmak olarak idrak edemeyen, siyasi güç ve dünyevi kibirlerini arttırmak uğruna dini kullanan kesimler” bu çatışmayı körüklemekle emperyalizmin emellerine çanak tutmaktadırlar. Araplar açısından topraklarını savunmak kutsaldır fakat bu toprakları Osmanlının bütün uyarılarına rağmen bol paranın cazibesine tama’en Yahudilere satanlar da onlardır. Bu sayede Filistin’deki Yahudi nüfusu dengeleri bozacak kadar çoğalmıştır. Yahudiler ise Tanrı’nın vaad ettiği topraklara kavuşmak gibi tahrif edilmiş metinlere dayalı itikatlarının gereğini yerine getirmeğe çalışmaktadırlar. Bu inancı iki bin yıl ukdelerinde yaşatmışlar ve devlet olma yolunda ellerine geçen ilk fırsatta o bölgede gördükleri Müslümanları düşman bellemişlerdir.
Oysa iki bin sene önce Yahudiler Arz-ı Filistin’den sürüldüklerinde İslamiyet henüz dünyayı teşrif etmemişti. İslam orduları Kudüs’e geldiklerinde de karşılarında Yahudiler yoktu. Hristiyan toplumu Kudüs’ü Müslümanlara teslim ettiğinde yüzlerce yıldır Filistin’e ayak basamayan Yahudiler için de bir bayram olmuştu. Yüzlerce yıl sonra ilk defa Müslümanlar sayesinde Kudüs’ü görebilen Yahudiler, Haçlı Seferleri esnasında Müslümanlarla birlikte katledilmişti. Kudüs tekrar Haçlıların elinden kurtarıldığında yine Yahudilere eski yerlerine dönüş iznini Müslümanlar vermişti.
Birinci Dünya Savaşı’na kadar Kudüs’te yerleşik eski Yahudileri yerlerinden etmek, sürgüne yollama k Osmanlı Devleti’nin aklına bile gelmemişti. Ne var ki Bulgarları, Sırpları, Yunanlıları, Ermenileri, Arnavutları ve Arapları erimekte oldukları Devlet-i Aliyye potasından çıkarıp yeni etnik kimlikler inşa eden emperyalizm, Yahudileri de bu bölge için hazırlamıştır. Binlerce yıl Yahudileri soykırımlara, gettolara mahkûm eden Hıristiyan dünyası dost, binlerce yıl onları himaye eden İslam dünyası düşman olarak tanıtılmıştır. Zekâları ile övünen Yahudi milleti bu dolmayı iyi yutmuştur. Kimin düşman kimin dost olduğu kara günde belli olur. Kim ne derse desin emperyalizmin onlara ihtiyacı kalmadığında da kaderleriyle baş başa bırakılacaklardır.
Sinan ÇULUK

SURİYELİLER TÜRKİYE'DE ARTIK KALICI!


Tayyip Erdoğan 16 Aralık 2013’de AB ile “Vize Muafiyeti Mutabakatı ve Geri Kabul Anlaşması” imzalamıştı. Avrupa’nın neresinde olursa olsun yakalanan ve Türkiye’den geldiğini söyleyen her kaçağı şartsız olarak kabul etmeye hazır olduğumuzu beyan ettik. Üstelik Erdoğan bu tavizden bile “Avrupa’ya yük olmaya değil, yükünü almaya geliyoruz” diyerek övünç payesi çıkarabilmişti. Karşılığında kazandığımız başarı gibi lanse edilen “vizesiz serbest dolaşım hakkı”na aslında 1986’dan bu yana sahip olduğumuz halde AB tarafından yürürlüğe konmasını sağlayamamamızdan kimse bahsetmemişti.
Dün de Numan Kurtulmuş mülteci Suriyelilerin Türkiye’de kalıcı olacaklarını resmen ilan etti. Vatandaş olmadan kalıcı olamayacaklarına göre şimdilik 1 600 000 mülteciyi vatandaş olarak kabul edebiliriz. Halep ve civarının Esed tarafından ele geçirilmesi durumunda bu sayıya rahatlıkla bir milyon kişi daha eklenecek demektir. Bu işler duruluncaya kadar en azından çoğunluğu Arap üç milyon yeni nüfusumuz olacak gibi gözüküyor. Bir de AB ile imzalanan “Geri Kabul Anlaşması” icabınca mülteciler Avrupa’dan sınırlarımıza dayanırsa ne yapacağız.
Kesinlikle gördüğüm manzara şudur; Sırtını inşaat, maden, tekstil ve turizm gibi, vasıfsız elemanlara aşırı ihtiyaç gösteren sektörlere dayayan iktidar, ülkemizi Çin ile rekabet uğruna boğaz tokluğuna çalışan işçilerin olduğu bir işveren cennetine çevirmek niyetindedir. İktidarın böylesine basit hesapları olabilir ama AB’nin hesabı 1915 Tehciri ve 1924 Mübadelesi ile nüfus dengesi Türkler lehine bozulan Anadolu popülasyonunda Türklerin nispetini otuz yıl içinde ciddi ciddi azaltmayı hedeflemektir.
Sinan ÇULUK