30 Kasım 2018 Cuma

TÜRKÇE EZAN

Ezanın Türkçe okunup okunmaması tartışmalarına dinî açıdan değil ancak tarih nokta-i nazarından bakabilirim. Gördüğüm benim için hiç şaşırtıcı değildir. Selçuklular, Osmanlılar ezanı da kameti de Cuma hutbesini de Arapça okudular. Bu saydıklarım Cumhuriyet devrinde bir süre Türkçe okundu. Sadece ezan ve kamet 18 yıl Türkçe okundu ama Cuma hutbesi halen Türkçe okunuyor.Müslüman kitleler Türkçe ezandan Arapça ezana geçildiğinde bayram ettiler ama hutbenin de Arapça okunmaya başlanması gerektiğini akıllarına dahi getirmediler. Yüzyıllar içinde aldığı şekiller itibariyle hutbenin dinî bir olgudan ziyade politik bir araç olduğu apaçıktır. Birçok kaynağa göre hutbenin Arapçadan başka dilde okunması Cuma’nın sıhhatine zarar veriyor. Farklı yorumlar da var ama geneli böyle... Böyle olduğu bilindiği halde ezanın Türkçe okunmasına, dinî bir ibadete devletin müdahalesinden rahatsız oldukları için karşı çıkanlar, hutbeyi de Arapça okumanın kavgasını niçin vermiyorlar da aksine milletin anlaması için Türkçe okunmasında fayda görüyorlar? Bu mantıkla gidilince, anlaşılarak, hazmedilerek okunması iyi bir şeyse namaz surelerinin Arapça yerine Türkçe okunmasına niye karşı çıkıyorlar? Bu soruların cevabını biliyorum, sizlerden beklemiyorum, tartışma olması için de sormadım. Sadece içimi döküp rahatlıyorum…

OSMANLININ ORTODOKS ERMENİLERİNE KATOLİK ÇENGELİ


Osmanlıda, Balkanlar, Kafkasya, Anadolu, Arap coğrafyası ve Akdeniz adalarındaki Ortodoks Hıristiyanlık millet temeli üzerine kuruludur. Osmanlı egemenliğine geçtikten sonraki ilk evrede Rum, Ermeni, Gürcü kiliseleri vardı. Zamanla Sırp, Bulgar, Romen ulusları da milliyetçilik sürecinde kendi kiliselerini kurdular. Tamamı Ortodoks olan bu kiliselere tabi Osmanlı tebaası gayrimüslimlere Katolik Kilisesi ile Protestan Kilisesi misyonerleri çengel attı. Gayeleri elbette Osmanlı topraklarında din ve kilise yoluyla kendilerine tabi olacak kitleler oluşturmaktı. Açtıkları okullar ve gezgin papazları ile birçok Ortodoksu Katolik veya Protestan yaptılar. Her cemaat içinde karışıklığa ve çatışmaya varan bu durum asayişin temini konusunda hassas olan Osmanlı rejimini de huzursuz etti. Frenklerin Osmanlının kontrolündeki müesses Ermeni Patrikhanesinden ayırıp Roma’daki Papa’ya bağladıkları Katolik cemaati mensuplarının durumu çok politik olaylara sebep olmuştur. Bizzat Ortodoks Ermenilerin, Divan-ı Hümayun’a, Babıali’ye yağdırdıkları yüzlerce dilekçede kendilerinden ayrılıp Katolik veya Protestan olan Ermenileri şikayet ettikleri, sürülmesini, hapsedilmesini, bir şekilde cezalandırılmalarını istedikleri görülür.
Belgede adları yazılı olanlar Katolik olup Ortodoks Ermenilere Katoliklik propagandası yapmak ve Katolik kiliselerine gitmelerine ruhsat vermek suretiyle kendilerine bağlayıp cemaatleri arasına ayrılık sokup karışıklığa sebep olduklarından beş arkadaşları ile birlikte Tersane’de küreğe konulmaları için ferman verilmiştir.

BELGE METNİ:

Fi 9 Ra sene 1118 [21 Haziran 1706]


İstanbul Patriki Mardiros nâm
Kudüs-i Şerif Patriki Matyos nâm
Sanos Papas nâm
Kones? Kethüda nâm
Kirkor Papas nâm
Bektaş nâm
Avanes nâm


Mesfûrîn Efrenc ayininde olup Ermeni taifesin Frenk ayinine tergîb ve Frenk kilisesine varmağa ruhsat da verip kendilere mütabaat ve taife-i merkûmenin beynlerine tefrika ve ihtilallerine bais beş nefer refikleriyle Tersane-i Amire’de küreğe vaz’ oluna deyü fermân-ı âlî.


MASLAHATA MAŞALLAH

Sultan Reşad mesane hastalığından muzdariptir. Ameliyat için Alman Profesör İsrail'i çağırırlar. Zorlukla yürüyen padişah, Esvapçıbaşı Sabit Bey'in koltuğunda, sarayda ameliyathane olarak hazırlanan odaya gelir. Padişahı muayene etmek için yanına gelen Prof. İsrail, padişahın çarpık bacaklarına, davul gibi karnına bakarak yüksek sesle söylenmeye başlar. "Haşmetmeab, hiç kendinize bakmamışsınız, ne bu haliniz" diye söylendikçe padişah ne dediğini anlamak için Başmabeynci Lütfi Simavi Bey'e işaret eder. Lütfi Simavi Bey doktorun dediklerini birebir tercüme etse uygun düşmeyeceği için hemen kıvırır. "Maslahat-ı Şahanenin azametine hayran olduğunu söylüyor" der. Sultan Reşad pek memnun kalır ve "Söyleyin gavura, kendi dilinde maşallah desin" emrini verir.

III. SELİM'İN NARH UYGULAMASINA TEPKİSİ-PİYASALAR VE FİYATLAR

Üçüncü Selim asırlarca süren Osmanlı düzenini Nizam-ı Cedid ile değiştirmeye kalktı. Sonu iyi bitmese de yeni bir hazine ve ordu oluşturdu. Kolay değil, bu hengâmede piyasanın kurallarını biraz anlamış.

Sadrazamın seferde olduğu bir sırada sadrazam yerine görevli olan sadaret kaymakamına kendi eliyle bir hat yazmış. O devrin belediye başkanı gibi görevleri olan İstanbul Efendisi adı verilen kadı kafasına göre kiraz, enginar ve yoğurt fiyatlarına narh koymuş. Üçüncü Selim de tebdile çıktığı bir sırada bu yiyecek maddelerinin piyasada bulunmadığını, bulunanın da pahalı olduğunu kaymakama söylüyor. İstanbul efendisinin kafasına göre takılmamasını, azletmekle kalmayıp sürgüne göndereceği tehdidini de eksik bırakmıyor. (Bu arada geçenlerde İslam'ın narha bakışına dair yazdığım notu da hatırlatayım.)

Bu meseleyi biraz karışık buldum. Padişah kadıyı haksız yere suçluyor gibi. Kiraz, erik ve yoğurt üretiminde, pazara girmesinde rekolte azlığı söz konusu olmasa yüksek narh verildikten sonra da bulunmamaları söz konusu olmazdı, sadece daha pahalı olurdu. Hem bulunamayıp hem de eski fiyatından yukarıya bir narh verilmişse üretim azlığındandır. Bunda kadının suçu yok. Fiyatların daha fahiş hale getirilmemesi için önceki fiyatından biraz yüksek ama piyasanın talebinden daha düşük bir narh belirlemiş olmalı. Yine de fiyatı uygun bulmayan üreticinin piyasaya mal sürmediği anlaşılıyor. Osmanlıda olduğu gibi kapalı bir ekonominiz de olsa, kapitalist ve enternasyonal bir piyasanız da olsa fiyatları arz-talep dengesinin belirlediğine dair güzel bir belge.

BELGE METNİ

Kaymakam Paşa
Handa olan eşyaları defter edip defterin tarafıma irsal edesin. Ve dünkü gün tebdile çıktım, bazı [Zı ile yazılmış] şeyleri sual eyledim. Kiraz ve enginar, yoğurt böyle şeylere İslambol efendisi nark [narh olmalı Kaf ile yazılmış] vermiş. Vallahi böyle şeylere nark verildiğini hiç işitmedim. Şeyler bulunmayor, bulunsa da pahalı. İslambol efendisine söylesen böyle şeyler etmesin. Vallahülazim nefyederim. Azl ile kurtulamaz. Kiraz, yoğurt, enginar bu makule şeylere izin versin zira bulunmayor. Bunlar ucuz olsun diye nark vereceğine mukaddem pahasından ziyadeye nark veriyor. Böyle şeyler etmesin kendi bilir.



ŞÜKUFE NİHAL-COĞRAFYA BÖLÜMÜNÜN İLK KADIN MEZUNU EDEBİYATÇIMIZ

Kız-erkek karma eğitim Cumhuriyet devrinin icadı değildir. 1919 yılında İstanbul Darülfünunu Coğrafya bölümünün ilk kadın mezunu Şükufe Nihal, bölüm arkadaşları ve hocaları arasında anısını ebedileştiriyor. Sonraki yılların ünlü edebiyatçısı Şükufe Nihal ile birlikte büyük coğrafyacı Faik Sabri [Duran] Bey'in de aynı karede olması açısından tarihi bir fotoğraf. Yanındaki Hamdi Bey, daha sonra Şükufe Nihal ile evlenip ayrılan Limancı Hamdi adıyla bilinen Ahmet Hamdi Başar. 

Peki, bu fotoğrafı nerede buldum? Abu Dabililer almış götürmüş, AKKASAH sitesine erişime açmışlar.





BİR REHİNCİNİN DEFTERİNDEN-1739 YILINDAN

Osmanlı Devleti hatırı sayılır servet sahiplerinin ölümünden sonra menkul gayrimenkul cinsinden mallarına, paralarına, nesi var nesi yoksa el koyardı. Belgeleri günümüze ulaşan böyle bir olayda 1739 yılında Kapalıçarşı rehincilerinden biri ölmüş. Devlet, dükkandaki rehin bırakılan eşyaların sahiplerinden ulaşabildiklerine, borcunu öde rehindeki eşyanı kurtar demiş. Bunlardan parası olanlar eşyasını kurtarmış. Parası olmayanlar ile rehin eşyaların ulaşılamayan sahiplerinin ortaya çıkması için dört yıl beklenilmiş. Gelen giden olmayınca bu eşyalar müzayedeye çıkarılmak istenilmiş. Bunun için düzenlenen defterde neler var neler... Tam on sayfa dolusu eşya kayıtlı. Elmaslar, zümrütler, bilezikler, küpeler, kıymetli saatler, mücevherli hançerler, kılıçlar.. Velhasıl bugün mevcut olsalardı defterdeki eşyalarla muhteşem bir müze kurulurdu. Listelere baktım baktım bu kadar kıymetli eşya arasında sadece bir tek kitap gördüm. Hem de Osmanlı hukukunun en önemli kitaplarından Dürer kitabı. Kitabın sahibi borcunu ödeyemediğine göre belki de gariban bir medrese öğrencisiydi. Okulunu bitirebildi mi acaba?...


EMPERYALİZMİN TEŞHİSİ


Osmanlı Devleti'ni mali yönden iflasa sürükleyen, Düyun-ı Umumiye belasını başına saran en önemli hususun dışarıdan borç alınan paralarla yapılan saraylar, köşkler, kasırlar olduğunu öğrettiler yıllarca. Bundaki birinci etkenin Osmanlı hanedanını, yönetici sınıfı kötülemek olduğunu biliyoruz. Cumhuriyetin ilk devrindeki bu tavrı bir dereceye kadar anlarım. O yıllar geçtikten sonra da aynı mavallara devam edilmesini anlayamam. Oysa iflasın gerçek sebebidemiryolları, limanlar ve deniz fenerleri yatırımcılarına verilen km. garantisi, çeşitli imtiyazlar ile reel maliyetin çok üstünde şişirilmiş fiyatlarla rantabl olmayan tesisler için borçlandırılarak soyulmamızdı. Valide Sultanından sadrazamına, paşalarından memurlarına kadar rüşvet çarkına dişli olmuş bir grubun aldıkları rüşvetler sayesinde bu acımasız faiz oranlarıyla borçlanmaya maruz kaldık. Bazı onurlu tarihçiler soygunu afişe ettiler, hırsızın adını da emperyalizm ve yerli işbirlikçileri olarak kayda geçirdiler ama asla makbul olmadılar. O devirde gerçeklere kulaklarını tıkayanlar, kamuoyunun bilinçlenmesini istemeyenler gelinen durumdan hakkıyla sorumludurlar.

FOTOĞRAFTAN ÇIKAN HİKAYE: HÜSEYİN RİFAT RAKISI


Şu fotoğraf sanırım Karaköy'deki Kadıköy-Haydarpaşa iskelesini gösteriyor. İskeledeki tabelada ne yazdığını okumak için resmi büyüttüğümde "Vapurlardan çıkılur-Sortie" yazısını gördüm. O anda daha ilginç bir yazıyı fark ettim. O küçük, büfe kılıklı dükkanda içki satılıyor. Levhada da "Hüseyin Rifat Rakısı" reklam ediliyor. Bu Hüseyin Rifat da kim ola ki dedim... Meğer İbnülemin'in "Son Şairler" tezkiresine girecek kadar şairmiş. İzmir'de yaşarken İzmir'in Yunan işgaline uğraması üzerine geldiği İstanbul'da "Üzüm Kızı" ismiyle ün salan rakıyı imal etmeye başlamış. Aslında şair kısmı şaraba "Bint-i İneb" derler ama Hüseyin Rifat'ın şiir dünyası bunu rakıya da teşmil etmiş. Meşhur olmuş olmasına ama bir yahudinin kaşkarikosu, ardından Tekel idaresi onu işinden men etmiş. İşgal İstanbul'undan bir foto bizi bir hikayeye götürdü.






ERMENİ GENCİ TOROS’UN HİDAYETE ERİP MÜSLÜMAN OLMASI

İhtida kavramı gayrimüslimlerin hidayete ererek Müslüman olmalarını ifade eder. Teorik olarak insanların Müslüman olması için bir törene, kayıt kuyuda ihtiyaç yoktur. Kişinin Müslüman olması için “Ben Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in onun kulu ve resulü olduğuna şahitlik ederim” demesi yeterlidir.

Klasik dönemde toplu ihtida dışındaki bireysel ihtidalar hoş karşılanmıştır. Hatta Müslüman olanlara gayrimüslim kıyafetini terk edip, Müslüman kıyafetine bürünmeleri için hatırı sayılır meblağlar ödenir, bu paraya “kisve baha” denilirdi. Bazen de bir vakıftan ücret tahsis edilirdi. Ancak Osmanlı zamanında her önüne gelen gayrimüslim “ben kelime-i şehadet getirdim, artık Müslümanım” diyemezdi. Dediği Allah katında kabul olsa bile devlet nazarında geçerli değildi. Öncelikle mensup olduğu cemaat itiraz ederdi. Müslümanlarda olduğu gibi gayrimüslimlerin de yerine getirmeye zorunlu oldukları yükümlülükleri vardı.

Bunlar uzun Osmanlı asırlarında 1856’ya kadar cizye denilen vergiyi ödemekle yükümlüydüler. Ayrıca mensup oldukları kiliselere de belirli paralar öderlerdi. Devlet, bir köyün, kasabanın gayrimüslimlerinden tahsil edeceği cizyeyi yıllar öncesinde kelle sayımıyla belirlediği fiyat üzerinden bir mültezime satar, satın alan da önce devlete ödediği parayı çıkarıp üzerinden kâr etmeye bakardı.

Tek tük ihtidalar pek sorun olmasa da bir köyün, kasabanın topluca “biz topyekûn Müslüman olduk, artık cizye yerine öşür ödeyeceğiz” demesi asla kabul edilemezdi. Çünkü cizye üzerine kurulu bütün hesaplar şaşardı. Mültezim zarar eder, o köyün cizye gelirinin ilhak edildiği valide sultan veya padişah kızı sultanların vakıflarının muhasebeleri açık verirdi. O yüzden toplu ihtidalar asla kabul edilmemiştir ve verilen fetvalarda da bunların cizyeden kurtulmak için Müslüman oldukları düşüncesiyle ihtidaları geçerli sayılmamıştır. 

Kiliseler de tek tük gerçekleşen ihtidalara gelirleri azaldığı için veryansın eder, bunların baskıyla, zorla Müslüman edildikleri veya yaşlarının küçük olduğu bahanesiyle kendilerini himaye eden (Osmanlı bu himayeyi hiçbir zaman kabul etmek istememiştir) devletlere şikâyet yağdırırlardı. Tanzimat sonrasında Batılı ülkelerin müdahalesi daha da artınca işin ciddiyeti değişti. Artık mahalli meclislerde gayrimüslim cemaat temsilcilerinin huzurunda ihtidalar gerçekleştiriliyor ve tanzim edilen mazbata İstanbul’a gönderiliyordu. Ekte, Konya’dan Manisa’ya gelip Mevlevi tarikatine giren 18 yaşındaki Toros adlı Ermeni gencinin hiçbir tarafın baskı ve zorlaması olmadan, aklı başındayken, Hıristiyan cemaat başlarının da hazır bulundukları bir oturumda Hıristiyanlığı terk ile Müslümanlığı kabul edip Ahmed Sadık ismini aldığını belgeleyen mazbatayı görüyorsunuz.

BELGE METNİ:

Medine-i Konya’da vaki Saray Sokağı Mahallesi mütemekkinlerinden ve Ermeni milletinden olup bundan dört mah mukaddem Manisa’ya gelerek Mevlevi Şeyhi Reşadetlü Mustafa Efendi’nin hizmetinde bulunan tahminen on sekiz yaşında Toros veled-i Ohannes metrepolid vekili ve reaya kocabaşıları hazır olduğu halde akd olunan meclis-i şer’-i şerifde bir taraftan cebr u ikrâh olunmayarak mücerred kendi hüsn ü rızâsıyla merkûm âyin-i Mesîha’yı terk ile dîn-i beyzâ-i Muhammediyye’yi kabul eylediğin tekrâr ale’t-tekrâr ikrâr u itirâf etmiş ve merkûm tâmü’l-âkil olarak ol vechile kabul-i İslâmiyeti hususunda bir taraftan icbâr u iğfâl misillü hâlât vukû’a gelmediği tahakkuk ve tebeyyün eylemiş olduğundan merkûm telkîn-i dîn-i mübîn olunarak rızasıyla ismi Ahmed Sadık tesmiye olunmuş olmağla ol bâbda emr u ferman hazret-i men lehü’l-emrindir. Fî 19 [Ramaza]N. Sene [12]66 [29 Temmuz 1850]

Saruhan Livasının Kaymakamı, Şer’iye Hâkimi, Mal Müdürü, Müftü, Liva Meclisi Azaları, Ziraat Müdürü, Rum-Ermeni ve Musevi Cemaat Kocabaşılarının mühürleri.

2 Kasım 2018 Cuma

ÜSKÜDAR SELİMİYE CAMİİNİN CEPHANE VE MÜHİMMAT DEPOSU OLARAK KULLANILMASI

Osmanlıyı bitiren savaşların en büyüklerinden 93 Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) sırasında Ruslar Ayastefanos’a (günümüzün Yeşilköy’ü) kadar gelmişlerdi. Savaş süresince Balkanlarda yaşayan Türklerin büyük bir kısmı evlerini, barklarını, çiftini, çubuğunu terk edip can havliyle Rusların önünden kaçmışlardı. Edirne’den öteye İstanbul önlerine yığılan göçmen kitlesi Büyükçekmece’de durdurulmuş, akrabalarının yanına gidebilenler, firaren İstanbul’a girebilenlerin haricinde çoğunluğu Güney Marmara’ya yerleştirilmişti. Osmanlının savunma ve savaş gücü kalmayınca Rusların İstanbul’a girmesi an meselesi olmuş, devlet ricali tarafından Sultan II. Abdülhamid’in haremiyle birlikte Konya’ya veya İç Anadolu’da daha korunaklı bir şehre gitmesi önerilmişti. Sultan Abdülhamid bizzat savaşmayı göze alıp bu teklifi geri çevirmişti ama sonuçta anlaşma yoluna gitmeyi tercih etti.

3 Mart 1878’de Ayastefanos Anlaşması çok ağır şartlar dayatılmasına rağmen imzalandı. Uluslararası dengeyi tamamen Rusların lehine değiştiren bu anlaşmaya Düvel-i Muazzama’nın tepkisi çok sert oldu. İmzalanan anlaşma yürürlüğe girmeden Berlin Kongresi toplandı ve 13 Temmuz 1878’de oradaki anlaşmayla dengeler korunmaya çalışıldı. Tabii ki Mart-Temmuz arasında Rus Ordusu İstanbul’un yanı başında mevzilerini terk etmeden durumun alacağı şekle göre hareket etmeyi bekliyordu.

İşte bu sıralarda İstanbul’da heyecan had safhadadır. 19 Nisan 1878 tarihli ve Nusret (muhtemelen Çerkes Nusret Paşa) mühürlü bir jurnalde yaşanan telaşın izleri görülüyor. Jurnalde İngiltere ile Rusya’nın Berlin’e giden yolda görüşmeleri kesilirse Rus Ordusu’nun İstanbul’a saldırı emri aldığı bildiriliyor. Rus subaylarının gerek tebdil-i kıyafetle gerekse resmi üniformalarıyla İstanbul’un sokaklarında serbestçe gezerek keşif faaliyetleri yürütmelerine bir çare bulunması talep ediliyor.

En can alıcı husus Tophane’de bulunan cephane ve mühimmatın, geceleyin karşı yakaya, Üsküdar’da Selimiye Camii’ne nakledilmesidir. Böylesine tarihi bir caminin mühimmat deposu olarak kullanılması hemen yanında Selimiye Kışlasının bulunmasından kaynaklanmıştır. Muhtemelen tek bir yere cephane ve mühimmat yığılması durumunda sabotaja maruz kalınırsa tahribatın büyüklüğü düşünülerek bu durumun korkutucu olduğu vurgulanmıştır.

Bu savaşta Balkanlarda birçok caminin arpa-buğday-cephane deposu olarak kullanılması dolayısıyla tahrip olduğu ve Berlin Anlaşması sonrasında kurulan Bulgaristan Prensliği devrinde bu camilerin izi-bucağı kalmadığı kayıtlıdır. Üsküdar Selimiye Camii'nin ne kadar süre depo olarak kullanıldığını henüz tespit edemediysem de çalışmalarım sürmektedir.

Belgede renkli işaretlenen kısım:
«Geceleri Tophane’den mühimmat ve cephanenin Üsküdar’a naklolunduğu ve yalnız Selimiye Cami-i Şerifi’ne konulduğundan muhataradan salim olmadığını Üsküdar ahalisinden bazı asdıka haber vermiş olduğu. »



20 Ekim 2018 Cumartesi

TAZİYELERE TEŞEKKÜR-ESKİ GAZETE İLANI ÖRNEKLERİNDEN

Günümüzde sosyal medyada cenaze, hastalık, evlilik gibi duyuruları yadırgayanlara rastlıyorum. Bu ortam bizim kendi medyamız. Tabii ki duyurular da olacaktır. İnsanlar mağara resimlerinden bu yana kendilerini ifade edebilecekleri her türlü vasıtayı hakkıyla değerlendirdiler. Neden bugünkü davranış biçimleri yadırganıyor anlamış değilim. İnsanın naturasında var olan bu özelliğini yargılamak kimsenin haddi olmasa gerek. Size ters geliyorsa ilgilenmezsiniz, biz de bu yüzden insanlığınızı tartarız, olur biter.

Eskiler de bizim gibi davranıyorlardı. Bursa'da yerel bir gazeteye verilmiş şu ilan günümüzden hiç de farklı değil. Buyurun:

«Teşekkür-i Aleni
Merhume validemizin vefatından dolayı gerek bizzat, gerekse tahriren beyan-ı taziyet buyuran gerekse cenaze alayına iştirak eden zevat-ı kirama ayrı ayrı beyan-ı teşekküre imkan bulunamadığından teşekkürâtımın alenen takdimine ceride-i muhteremenizin vesatatını rica ederim.

Bursa eşrafından Ruhîzade Serasker-i Esbak Redif Paşa merhumun mahdumu Halil Redif»

Bursalı hemşehrimiz Redif Paşa 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Osmanlı ordularının başkomutanıydı. II. Abdülhamid'i kandırdığını da söylerler. Hezimette payı büyüktür.


ÜÇÜNCÜ SELİM’İN GÖZÜ ÖNÜNDE YENİÇERİLERLE MOLLALARIN KAVGAYA TUTUŞMASI

Sultanahmet Camii’nde bir Mevlit Kandili gecesi medreseli suhtelerle (softalar) yeniçeri neferleri çok şiddetli bir kavgaya tutuşur. Mevlit gecesi için saray mutfağında özenle hazırlanıp tepsi tepsi camiye getirilen şekerlerin dağıtımı esnasında, klasik toplumsal reflekslerimiz devreye girince şekerler kapış kapışa gitmiş. Tabii ki kapanın elinde kalamamış… Millet birbirinin elindekini kapmanın mücadelesine düşünce kavga kaçınılmaz olmuş.

En örgütlü iki kesim olan yeniçeriler ile medreseli suhteler başlamışlar birbirlerini tartaklamaya. İnsanların gözü öylesine dönmüş ki ne cami, ne mevlit, ne de hemen yanı başlarındaki Sultan Selim kimsenin umurunda olmamış. Kavga caminin içinden dışarılara da taşmış ama daha büyük olaylara fırsat verilmeden önü alınmış.

Daha sonra Üçüncü Selim bu konu hakkında Sadaret Kaymakamından “yeniçerilerle suhteler arasındaki kavgaların olağan olduğuna” dair bir yazı almış olmalı ki aşağıdaki hatt-ı hümayunu göndermiş. Padişahın yönetim anlayışına dair güzel ipuçları da barındırıyor. Metinde kalktığından bahsedilen ama aslında kalkmayan “siyaset” günümüzde "politika"ya karşılık gelen kelime değil. Suçluların cezalandırılmasında padişahın yetkisine bırakılan idam cezasının uygulanmasına siyaset denilirdi. Attila İlhan’ın “An Gelir” şiirinde Pir Sultan’ın ölümünü tasvir ettiği siyaset meydanı işte o idam meydanıdır.

Hatt-ı Hümayun’un son cümlesi çok ilginç: “Bu halkı biraz korkutmalıdır”. Valla iyi yürekli bir padişah olduğu genel olarak kabul edilebilir. Halkı hiç korkutamamış.

Sultanahmet’teki kavga konusunda bloğumda paylaştığım eski bir yazı var ama bu belgeyi orada kullanmamıştım. O kadar güzel bir Türkçesi var ki hiç sadeleştirmeme gerek yok. “Ağdalı Osmanlıca” için “Saray lisanı” deyip duranları bizzat padişahın konuşma dilindeki yazısıyla biraz şaşırtalım.

Üçüncü Selim'in Hatt-ı Hümayunu:

«Kaymakam Paşa,
Bu günkü madde olağandır demişsin. Ben peder gününde çocuk değil idim. On üç yaşımda peder vefat etti. Her zaman giderdim. Gerçek, softalar biri biri ile şeker tabla kavgası ederler idi. Lakin vallahülazim böyle edepsizlik görmedim. Bugün sohtalar yeniçerileri döğdüler ve bir ihtiyar şorbacıyı nâhak döğdüklerini kendim gördüm. Eğer yeniçeriler sohtalara uysalar bir koca kavga olur idi. Yeniçerileri zabit deyü her köşe başlarına ecdadlarımız komuşdur. Onlar böyle etmen dedikleri içün zabiti benim karşımda döğmek kabahati azimdir. Şeyhü[l]İslam Efendiye haber gönderesin. Kabahatli sohtalardan birkaç danesin nefy [sürgün] eylesün ve onları biraz korkutsun. Bu nasıl şeydir, ben anda iken bu gûne hareketler ediyorlar. Sair yerlerde Allah bilür ne yapmazlar. Ortalık fesada varmış. Kimse kimseyi bilmiyor. Siyaset kalktı halktan da itaat kalktı. Bu halkı biraz korkutmalıdır.»


BERTHAULT'UN MEKKE GRAVÜRÜ

Mekke'nin 1790 yılı öncesi vaziyetini Berthault gravüründe görüyorsunuz. Mekke'de Hz. Muhammed devrinden sonra en bariz değişiklik Kabe'nin Mimar Sinan eseri revaklarla çevrilmesidir. Binalar Kabe etrafındaki tepelerle sınırlanmış ve hiçbir bina Kabe'den daha yüksek değildir. Osmanlının elinden çıkıncaya kadar da bu halini büyük ölçüde korudu. Petrol paralarıyla benliklerini kaybetmiş Suudi Arapların elinde bugünkü tanınmaz hale getirildi. Din, tarih, çevre ve bin beş yüz yıllık bir kültür katliama maruz bırakıldı.

Gravür: Berthault
D'Ohsonn'un "Osmanlının Genel Tablosu" kitabından.



II. ABDÜLHAMİD ARAPÇANIN RESMİ DİL OLMASINI TEKLİF ETMİŞ

II. Abdülhamid ilk Meclis-i Mebusan’ı niye tatil etti diye soranlara verilen ilk cevap genellikle şöyledir:

“Mecliste Arap mebuslar bile konuşmalarını Arapça yapmak istediler, Arapçanın resmi dil olmasını talep ettiler de Ahmed Vefik Paşa mani oldu. Ermeniler, Rumlar zaten kendi dillerinin resmi dil olmasını çoktan beridir istiyorlardı. Böyle böyle vatan parçalanacak, Türklük silinecekti. İşte tehlikeyi gören II. Abdülhamid devletin öncelikle dil üzerinden parçalanmasını önlemek için meclisi tatil etti.”

Üç aşağı beş yukarı bütün teviller bu yönde. Ben Hakkı Tarık US’un iki ciltlik Meclis-i Mebusan Zabıtlarını herkesin okumasını tavsiye ediyorum. Takvim-i Vekayi’lerde de bu kitapta yer alan zabıtları bulabilirsiniz. Bakın bakalım öyle mi? Bir iki ufak tefek tartışma dışında böyle bir genelleme yapılamaz. Aksine Osmanlıcılık ruhu meclisin Rum, Ermeni, Arap her etnisiteden üyesinde bariz bir şekilde görülüyor. Yukarıdaki uydurulan gerekçenin baştan aşağı yalan olduğunu, II. Abdülhamid’in kendi dilinden nakleden “Abdülhamid’e dair en güvenilir hatırat” olarak tanıtılan kitapta da görüyoruz. Meclisi kapattıktan biraz sonra tek kelime Türkçe bilmeyen, Arapça yazan Tunuslu Hayrettin Paşa’yı sadrazam yapan II. Abdülhamid’in Arapçaya, Türklüğe dair fikirleri hiç de anlatıldığı gibi değil. İbretle okunması gerekir. Anlatan II. Abdülhamid, soru soran Dr. Atıf Bey.

«“Arapça güzel lisandır. Şöhreddin Ağa iyi bilir. Nureddin Ağa gayet küçükken bizim yanımıza geldi. Arapçayı okuttu. O okur iyi söyleyemez. Keşke vaktiyle lisan-ı resmî Arapça kabul olunsaydı.” dedi. Sizin zamanınızda neden teşebbüs olunmadı? dedim. Cevaben “Olunmadı değil… Hayreddin Paşa’nın sadareti zamanında Arapçanın lisan-ı resmî olmasını ben teklif ettim… O zaman Said Paşa başkâtip idi. O itiraz etti. Sonra Türklük kalmaz dedi. O da boş idi. Neden kalmasın?!... Bilakis Araplarla daha sıkı rabıta olurdu. Zaten bizim eskiden evrak-ı resmiyemiz ele alınsa mealini, manasını anlamak için bir tarafa (Ahterî) lügatını bilmem hangi kâmusu koymalı, öyle ancak güçlükle mana çıkarılabilirdi. Şimdiki halde lisan-ı resmî sadeleştiği halde bile yine yine onda sekizi Arapçadır… Birkaç tanesi de Acemce…”»

İktibas: Atıf Hüseyin Bey, Sultan II. Abdülhamid’in Sürgün Günleri, haz. M. Metin Hülagü, İstanbul 2013, s. 280-281.

YABANCI İSİMLERİN OKUNDUĞU GİBİ YAZILMASI

Türkçede yabancı isimler okunduğu gibi yazılırdı. Sonraları İngilizcesini, Almancasını, Fransızcasını vs. yazıp okumamız için kırk takla attırdılar. Hatta Rusça, Farsça, Arapça, Yunanca, Bulgarca gibi alfabesi Latin temelli olmayan dillerdeki isimleri de İngilizcede yazıldığı gibi bize aktarıp telaffuz etmemizi istediler. Oysa farklı alfabe sistemlerinden nakillerde her dil kendi okuyuşuna, söyleyişine göre harf dizimini belirliyor. Biz de haliyle kendi telaffuzumuza göre yazmalıydık ama hatırlıyorum ki yıllarca Khumeyni/Komeyni, Homeyni/Humeyni imlaları yan yana kullanılmıştı. Kril alfabesiyle yazılışını veremiyorum ama İngilizler Khrushchev yazarken bizim de aynı imlayı kullanmamız kadar anlamsız bir şey olamayacağından bizler Kruşçev şeklini tercih ettik. Şimdilerde de bizim kültürümüzde yaşayan Ebubekir'i Abubakar, Kerim Abdülcabbar'ı "Kareem Abdul Jabbar" yazanları görüyorum. Bu saçmalıkların terk edilmesi için çok geç kaldık. Ekteki fotoğraf Osmanlıda büro açıp çalışan bir müşavire ait. Adam antetine kendi ismini nasıl da okunduğu gibi yazdırmış. Edmon E. İştekelmahir. İşte bu kadar.



ANTİK DÖNEME AİT KUDÜS PLANI-1840

Thomas Kelly adlı bir İngiliz 1840 civarında Kudüs'ün antik dönemdeki Süleyman Mabedi ve diğer önemli noktalarının konumlandırıldığı haritayı yaptığında bizde eski haritayı bırakın oranın güncel basit bir krokisi bile yoktu. Sapasağlam duran Selahattin Eyyübi İmareti'ni harabe olarak gösterip yerine Latin Katolik Kilisesi yaptıran mutasarrıfından, nazırına, padişahına kadar topyekün bir Osmanlı yönetimi vardı.


II. ABDÜLHAMİD'İN PROTESTOCU SOFTALARLA KARŞILAŞMASI

II. Meşrutiyet'in ilan edilmesinden sonra II. Abdülhamid aleyhine dönen bir grup, "şeriat isterük" sloganlarıyla protesto yürüyüşü yaparak Yıldız Sarayı'nın önüne yığıldıklarında neler olduğunu Mabeyn Başkatibi Ali Cevad Bey açıklıyor. Anlatının en önemli yeri son cümledeki "mütebessimane" kelimesidir. II. Abdülhamid "Padişahım, çoban isteriz. Çobansız sürü olmaz. Şeriat emrediyor. Meyhaneler kapanmalı. İslam kadınları açık saçık sokaklarda gezmemeli. Resim çıkartılmamalı. Tiyatrolar kapanmalı. Korkma, tecelliyat var. Evliya perde altında tecelli ediyor." diyenlere "İcap eden emir verilir. Mukteza-yı şeriat icra olunur. Müsterih o!un hoca efendi." diyor ama mabeyncisine de bıyık altından gülümsüyor.




DİPLOMA TÖRENİNE AİLELER VE HALK KATILAMAZ

Osmanlı devrinde halkın bir araya gelmesinden, toplanmasından devletin rahatsızlık duyduğu zamanlar oldukça fazladır. "Cami" adı üstünde cem' olunan toplanılan yer olduğu halde buralardaki toplanmaya engel olunmaz, hatta teşvik edilirdi. Kitlelerin camide vaaz-nasihat dinleyip, ibadet edip gitmeleri oldukça kontrol altına alındığından devletin buralardan endişesi yoktu. Zira mescitlerde Cuma kılınmazdı. Cuma kılınan camilerde de beratla hitabeti tasdik edilmemiş adamlara hutbe okutturulmaz, beratı olmayan imama namaz kıldırılmazdı. Aklına esen vaaz vermeye kalkamazdı. İmam ve hatiplerin çeşitli vakıflardan tahsis edilmiş hatırı sayılır gelirleri olur ve bu geliri sahiplenirler, kaptırmamaya çalışırlardı.

Mescit ve camilerde 'dünya kelamı' konuşulması dinen yasaklanmıştı. Namaz öncesi verilen vaaz Türkçeydi ama hutbe asla Türkçe okunmazdı. Gerek hutbede, gerekse vaazda padişaha, vezirlere, devlete dair sarf edilen bir kelam, ufak bir eleştiri hemen merkeze yetiştirilirdi. Failinin göreceği en hafif ceza genellikle bir adada cezirebent, bir üst ceza da kalebent edilmesiydi. Devlet, daha ziyade kahvehane, meyhane, bayram yerleri gibi halkın serbestçe oturup konuştuğu yerlere odaklanır, muhalefetin buralardan toplumun geneline yayılmamasına çalışırdı.

II. Abdülhamid devrinde istibdat yönetimine uygun bir şekilde toplantıların tamamı yasaklanmış, kahvehane ve meyhaneler hafiyelerin cirit attığı yerler olmuştu. İstanbul böyleydi ama taşra da farklı değildi. Bir medresenin mezunlarının icazet törenine ailelerinin dahi katılmasına izin verilmemesi devlet meselesi haline getiriliyordu.

Ayvacık kazasının Kızılcatuzla köyünde Sultan I. Murad'ın inşa ettirdiği külliyenin medresesinden mezun olanlara yapılan diploma töreninde akrabalarının ve civar köyler halkının da hazır bulunmasına izin verilmesi müderris tarafından rica edilmiş. Biga Mutasarrıflığı böyle tehlikeli bir izni veremeyeceği için doğruca İçişleri Bakanlığına durumu bildirmiş. Bizzat Dâhiliye Nazırı Memduh Paşa'nın imzasıyla, toplanmak yasak olduğundan icazet töreninde yalnızca öğrenciler ve müderrislerinin bulunabileceği, köylerden bir takım adamların törene gelmesine izin verilmemesi emredilmiş.

BELGE METNİ:

DÂHİLİYE NEZARETİ
HUSUSİ
Ayvacık kazasının Kızılcatuzla karyesinde huld-âşiyân Hüdavendigâr Gazi hazretlerinin bina ve ihya-kerdeleri olan medresede ikmâl-i nüsah eden talebe-i uluma icazet-name itası resminde talebenin akrabaları civar kurâ halkının müctemian hazır bulunmalarına müsaade olunması müderris efendi tarafından niyaz olunduğu Biga Mutasarrıflığından alınan tahriratta izbâr ve muamele-i lazime istifsâr edilmesiyle ictimâ‘at memnû‘ olduğundan talebe-i mûmâileyhime icazetname itası sırasında yalnız kendileriyle müderrisleri bulundurulup köylerden bir takım adamların ve civar kura halkının müctemi‘an huzuruna meydan verilmemesi şifre ile cevâben mutasarrıflığa yazıldığı maruzdur. Ol babda emr u ferman hazret-i men-lehü'l-emrindir. Fî 25 Cumadelahire sene 325 ve fî 15 Eylül sene 318. [28 Eylül 1902]
Dâhiliye Nazırı
bende
[İmza: Memduh]

22 Eylül 2018 Cumartesi

REAYA FUKARASI AHVALİ BEYANINDADIR

hazırlayan: Sinan ÇULUK 

Devlet idare etmenin en kolay usullerinden biri vergi salıp tahsil etmek, vatandaşın kanını emmektir. Osmanlının daha haşmetinin zeval bulmadığı devirlerde bile bu yola gidilerek nice fesat ve zulmün ortaya çıkmasına sebep olunmuştur. İşte Dördüncü Murad gibi sert bir padişaha bile aşağıdaki sözleri söyleyebilen Koçi Bey gibilerine bugün daha fazla ihtiyacımız olduğu kesindir.

KOÇİ BEY'İN DÖRDÜNCÜ MURAD'A SUNDUĞU RAPORDUR

Saadetlü ve devletlü Hakan-ı İskender-Haşmet hazretlerinin zamir-i tab-nâk-i münevverlerine nihân olmaya ki:


990 tarihine gelince reaya fukarasından her bir nefer başına kırkar akçe ve ellişer akçe cizye ve kırkar akçe hane avarızı ve koyundan bir akçe resm-i ganem alınıp ziyade alınmazdı. Ancak mübaşir olanlar cizyeden ve hane avarızından ikişer (s.65) ve üçer ve gayeti beşer akçe gulamiye namiyle alıp tecavüze kimsenin zehresi yoğidi. Ve Havass-ı Hümayun yazısı iki bin dört yüz kırk bir yük akçe olup ümena ve ammâlden ekall mertebede yazısı tahsil olunsa ol meblağ akçe hasıl olup dahil-i hazine olurdu. Hâlâ ulufeli kul taifesi ziyade olup, kul ziyade oldukça masraf ziyade olup, masraf ziyade oldukça teklif ziyade olup, teklif ziyade oldukça reayaya taaddi ziyade olup âlem harap olmuştur. Mukaddema kırkar ellişer akçe alınan hane-i cizyeden şimdi yalnız Mîrî için her bir neferden ikişer yüz kırkar akçe ve her hane avarızından üçer yüz akçe ve her koyun başına bir akçe tayin olunup ve altı bölük halkı birkaç senedir tahsil-i mâl-ı Padişahî’yi kendilere hidmet edip vükela-i saltanattan cümle defterleri tagallüben alıp alâ-mele’in-nâs Sultan Mehmed Han Cami-i Şerifi hareminde mezat edip birer, belki birer buçuk kuruş gulamiye ile Zeyd u Amr’a (s.66) satıp alanlar dahi birer kuruşa kâni‘ olmayıp Memalik-i İslamiye’den yedişer sekizer yüz akçe cizye ve avarız cem‘ olunmağa başladı. Ve her koyundan yedişer sekizer akçe alınıp Anadolu vilayetlerinde hod koyun başına yirmişer otuzar akçe alır oldular. Ya bu zulme reaya nice takat getirsin? Ve Halk-ı âlem bu cevri nice geçirsin? Havass-ı Hümayun hali hod diğer-gûn olmuştur. Dört yüz seksen dört yük akçe yazısı olan Gürcistan ve Gence ve Revan ve Bağdad memleketlerinde olan Havass-ı Hümayun karyeleri elden çıkıp düşman eline girdi. Ve bir bölüğü dahi hilaf-ı şer‘ temlîk ve vakıf ve başmaklık oldu. Ve bir bölüğü harabe müşrif oldu. Ve bir bölüğü vüzera havassı oldu. Hâlâ mevcut olan Havass-ı Hümayun karyelerinden yüz yük akçe ancak dâhil-i hazine olup mâ‘adâdan nâm u nişân kalmadı. Velhasıl şimdiki halde reaya fukarasına olan zulm u taaddi bir tarihte ve bir iklimde ve bir padişah (s.67) memleketinde olmamıştır. Memalik-i İslamiye’den bir memlekette zerre kadar bir ferde zulm olsa rûz-ı cezâda mülûkden suâl olunur, vükelâdan sorulmaz. Ve anlara sipariş ettim demek huzur-ı Rabbi’l-Âlemîn’de cevap olmaz. Âh-ı serd-i mazlûmân hânumânlar harap eder. Eşk-i çeşm-i derdmendân dünyâyı garkâb-ı fenâ eder. “Küfr ile dünya durur, zulümle durmaz”. Adalet tûl ömre sebeptir ve intizâm-ı ahvâl-i fukara padişahlara mûcib-i cennettir. Bu dediklerim kelam benim değildir. Ulema ve Meşayih kavlidir. İtimat buyurulmazsa onlardan sual oluna. Ahval böyledir. Bâkî emr u ferman saadetlü sultanım hazretlerinindir.


















4 Eylül 2018 Salı

EYVAH BİLEMEDİM, ÖNCE İDAM ETMELİ, SONRA BİLDİRMELİYDİM.


En son idam edilen sadrazam Benderli Ali Paşa’dır. 1821’deki Yunan İsyanı sırasında sadrazam oldu. Çıldır Valiliğinden Çirmen Mutasarrıflığına tayin edilmişti. Yoldayken, 28 Mart 1821’de sadaret tevcih edildi. İstanbul’a ancak 21 Nisan’da ulaşabildi. Gelir gelmez ayağının tozuyla, isyanın elebaşı olması dolayısıyla İkinci Mahmud’un emri üzerine Patrik Grigorios’u 22 Nisan’da idam ettirdi. O devrin devlet kahyası, en nüfuzlu adamı Halet Efendi’nin idamı için de II. Mahmud’dan izin istedi. Padişah nüfuzunu, etkisini bildiği Halet Efendi’yi idam ettirmeyi çok istese de cesaret edemedi. Çünkü Halet yeniçerileri ayaklandırırsa Mahmud’u tahtından indirebilirdi. Bu durumda idam isteğine olumlu cevap veremezdi ama fiilen on günlük sadrazam Benderliyi 30 Nisan’da sadaretten azledip Kıbrıs’a sürdürdü. Hızını alamayıp peşinden idam fermanı da gönderdi.

Benderli fermanı gördüğünde “Eyvah bilemedim, evvel idam edeydim, sonra padişaha bildireydim” diye hayıflanmış. Ne çare hemen kafasını gövdesinden ayırıp İstanbul’a göndermişler ve saray önündeki ibret taşında sergilemişler. Rumlarla uğraşan bir adam olmasına rağmen Halet’in yönlendirmesiyle kafasının yanına koydukları idam yaftasına da “Rumların tahrik ve kışkırtmasıyla Devlet-i Aliyye’nin düzenini bozmaya çalışan Benderlinin kesik kafasıdır” yazmışlar.

METİN: (CEVDET TARİHİNDEN)


«Benderli Ali Paşa Kıbrıs’a nefyedildi ve arkasından idamı içün mübaşir-i mahsus ile emr-i ali gönderildi. Mübaşir varıp emr-i aliyi ibraz ettikte “Eyvah bilemedim, evvel icra sonra inha etmeli imiş” diyerek Halet-i ma’hude hakkında olan fikrini meydana koymuş. Çe faide heman idam ile ser-i maktû’ı İstanbul’a getirilmiş ve Saray-ı Hümayun pişkahında nazargah-ı ibrete konulmuş ve üzerindeki yaftasında (Rum milletinin ve sair bazı ashab-ı garazın tahrik ve iğvasıyla maazallahi Teala Devlet-i Aliyye’yi ifsad ve ihlale sa’y eden Benderli Ali Paşa’nın ser-i maktu’ıdır) deyü yazılmış.»



11 Ağustos 2018 Cumartesi

BERGAMA – KARAOSMANZADE ÖMER AĞA SEBİLİ


Yaz tatilinde sağda solda gezerken arada bir çıkan hoş sürprizler gayet sevindirici oluyor. Bergama’da gezerken biblo gibi duran bir sebili gördüğümde sağ tarafındaki kitabeye dikkat ettim. Meğer Karaosmanzadelere ait bir sebilin karşısındaymışım. Üstelik sebilin karşısındaki Yeni Cami'yi yaptıranlar da onlarmış. Karaosmanzade ailesi birkaç yüzyıl Manisa ayanlığı ile ün yapmış, Batı Anadolu’nun neredeyse tamamında nüfuzu etkili olan bir aile. Daha fazla bilgi isteyenlerin klavyelerinin ucundaki ansiklopedik malumata ulaşmakta zorluk çekmeyeceklerini bildiğimden kitabenin transkripsiyonunu vermekle yetiniyorum.



Transkripsiyonu:
1-Cenâb -ı cûd-pîşe-i Karaosman Ağazade
2-Ki namı Hacı Ömer Ağa mürüvvet-i merhamet kanı
3-Yapup iş bu sebîli mevki’inde kıldı hoş hayrı
4-İbâdullah içün itdi aceb lutf-i firâvânı
5-Cenâb-ı Hazret-i Mevlâ ide müstağrak-ı rahmet
6-Devânına revân olsun anın eltâf -ı Rabbânî
7-Hitam buldukda ol âsâr-ı kevser-rîz-i bî-hemtâ
8-Du’aya cem olunca da’iyân–ı hayr-hâhânı
9-Gelüp iki hünerver söylediler cevher-i tarih[i]
10-Sebil-i Hacı Ömer Ağa ola makbul-i Mennânî
sene 1229





ŞIRNAK'TAN ÇEKİLEN İLK TELGRAF

17 Nisan 1332 Rumi (30 Nisan 1916) tarihli bu belge Şırnak Vilayeti’ne telgraf getirildikten sonra çekilen ilk telgraf olmalıdır. Belediye Reisi Corzade Abdurrahman ve Şırnaklı Mehmed Ağa imzalarını taşıyan bu telgrafla Sadaret’e (Başbakanlık) “Şırnak kasabasında telgraf hattının açılmasından duyulan şükran takdim, tebrike cüret ediliyor”.
Tam yüz yıl önce, Birinci Dünya Savaşı’nın en şiddetli zamanlarında bile, Doğu’nun ücra bir köşesine yatırım yapılabiliyormuş.




2 Ağustos 2018 Perşembe

MAR SABA MANASTIRI


İtalya Veliahdı Vittorio Emanuel’in Filistin seyahatinde bir gece misafir olduğu Mar Saba Manastırı çok ilginç bir mimariye sahip, önemli olaylara sahne olmuş, çok eski bir tarihi geçmişi bulunuyor. Kudüs ile Ölü Deniz arasında, çıplak tepelerin yamaçlarında kurulu. Bugünlere sapasağlam gelmesinde Osmanlı Devleti’nin büyük katkıları olmuş. Dağ başında kayanın taşın içinde ama kurulduğu yamacın hemen altındaki vadiyi şekillendiren dereye inen sel yolları üzerinde bulunuyor. Böyle sellerin birinde fotoğraflarda gördüğünüz sur gibi duvarları da yıkılmış. Korunaktan mahrum olunca da Urban eşkıyasının (göçebe Araplar) saldırılarına maruz kalmış. II. Mustafa devrinde bir kere elden geçirilmesi için ferman gönderilmiş. Manastır rahipleri III. Ahmed devrinde de İstanbul’a Divan-ı Hümayun’a gelip hallerini, çaresizliklerini arz ettiklerinde gereken ilgi gösterilerek manastırın tamiratı ve ilave binaların inşa edilmesine izin verilmiş. Mühimme Defterinde gördüğüm bu ferman suretinin aslı Kudüs Kadılığına gönderilmiş ama bugün kim bilir nerededir.

BELGE METNİ
Kudüs-i Şerif Mollasına Hüküm ki;
Kudüs-i Şerif hâricinde vâki‘ Mar Sava nâm manastırda sâkin Rum râhibleri gelüp manastır-ı mezbûr feth-i Hâkânî'den berü yedlerinde terk ve hâlâ zabt u tasarruflarında olup lakin çölde ve dere içinde vâki‘ ve etrâfında asla şenlik olmayıp bundan akdem seyl tuğyânında manastır-ı mezbûrun etrâfında olan bazı taş divârları ve dâhilinde bazı odaları yıkılup harâbe müşrif olup ve manastır-ı mezbûrun kadîmî kilisasının dahi kıble cânibinde olan divârları yıkılmağa meyletmekle taşradan dayaklar yapılmak ve sâir mahalleri tamire muhtaç olunduğundan mâ‘adâ bir tarafı dağ olmağla Urbân eşkıyâsı gelüp manastırların basup nicelerin katl ve eşyâların nehb u gâret etmekle mukaddemâ izn-i şer‘le eşkıyâ-yı mezbûr geldüği yerden divâr çekilüp seddolunup ancak bir tarafı uçurum başına değin varmayup bir mikdâr yeri açık kalmağla yine eşkıyâ-yı mezbûre ol mahalden gelüp zulm ü te‘addî eylediklerin bildirüp manastır-ı mezbûrun münhedim olan taş divârları ve odaları ve kadîmî kilisanın dahi kıble cânibinde meyleden divârına taşradan taş dayaklar yapılmak ve sâir termîme muhtaç mahalleri vaz‘-ı kadîmîsi üzre ta‘mîr olunmak ve eşkıyâ-yı mezbûre geldüği mahalde dahi mukaddemâ olan eski divârından uçurum başına değin açık olan yerine divâr çekilüp ve taşra kapusu üzerinde eşkıyâ-yı mezbûru gözetmek içün bir oda binâ olunmak üzre bundan akdem istid‘â-yı inâyet eylediklerinde

şer‘le keşf u ta‘mîr olunmak bâbında merhûm Sultan Mustafa Hân zamânında emr-i şerîf virildüğin bildirüp mûcebince müceddeden hükm-i hümâyûnum ricâ eyledikleri ecilden vech-i meşrûh üzre amel olunmak içün yazılmıştır. Fî Evâsıt-ı R. Sene 1118 [1706 yılı Temmuz sonlarında yazılmıştır]





16 Temmuz 2018 Pazartesi

VARAKA-i SAHİHA



"Arzuhal yazılmak içün varakadır. Kıymet-i Para 20" ne anlama geliyor?
Eskiden ecdadımız kıymetli kağıt veya damga pulu parası yoksa hakkını arayamazdı. 1845 yılından Turgut Özal'ın 80'li yıllardaki hükümetlerine kadar hak arama peşinde koşan Türk insanının en büyük silahı olan arzuhal/dilekçe kağıtları bedava değildi. Dilekçe yazmak için başlangıçta üzerinde soğuk damgayla varaka-i sahiha yazan kağıtlara yazmak mecburiydi. Soğuk damgalı kağıtlar 30 yıl sonra yerini damga puluna bıraktı. Bu sefer de pul parası vermek zorundaydı insanlar. II. Abdülhamid devrinin sonlarında hem pul, hem de "Hamidiye Hicaz Demiryolu İanesi" ibareli soğuk damga barındıran kağıtlar kullanıma girdi. Tabii ki dilekçe soğuk damgalı ve pullu bir kağıda yazılmamışsa hiçbir devlet dairesinde işlem görmüyordu. Özal'ın seksenli yılların sonundaki hükümetiyle ücretsiz, vergisiz dilekçeye kavuşuldu. Neyse ki hak aramadan gelir uman devlet mantığı günümüze kadar sürmedi.

MAL BIR TARAFA, PARA BİR TARAFA

Rahmetli babamın alışverişlerde bir kuralı vardı; "mal bir tarafa, para bir tarafa". Veresiye almak isteyene, malı hemen alayım, parayı akşama getiririm, yarın getiririm, diyene yüz vermezdi. Ben de bu kuralı tatbike çok çalıştım ama sonraları ekonomik sistem uymadı, "kredi kartı bir tarafa, mal bir tarafa oldu". Şu ekteki Mühimme kaydı eskilerin bu kuralının ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Mısır Valisi Ali Paşa'dan alacaklı olan dört kişi, senetleri ellerinde, alacak tahsili için vekillerini Ali Paşa'nın yanına göndermişler. Ali Paşa, senedin arkasına alacaklıların ağzından "2600 tuğralı altını aldım" yazıp "bana senedi verin, mahalline göstereyim, sonra altınları ödeyeyim" diyerek parayı ödemeden senedi almış. Tam bu sırada İstanbul'dan padişahın gönderdiği adamı vasıtasıyla valilikten azledilip, hapsedilmiş ve mallarına el konulmuş. Alacaklılar altınları tahsil edemedikleri gibi ellerindeki senetten de olmuşlar. Neyse ki Divan-ı Hümayun'a başvurduklarında geri çevrilmeyip anlatılan hikayenin doğruluğu ispatlanırsa paralarının ödenmesi istenilmiş.


LİSAN EMPERYALİZMİ

Fas hükümetinin Paris elçisine Fransızlar Fransızca öğretiyor. Olayı iki dakikada emperyalizme bağlarım da şimdi girmeyelim. Sadece II. Abdülhamid'in Tunus'tan getirip sadrazam yaptığı Hayrettin Paşa'nın Arapça'nın yanında sular seller gibi Fransızca bilirken, Türkçe bilmediğini, öğretilmediğini, raporlarını bile Arapça kaleme aldığını hatırlatıp bırakalım.

BOMONTİ BİRA FABRİKASI


Servet-i Fünun mecmuasının 23 Haziran 1910 tarih ve 994 numaralı nüshasında Bomonti Bira Fabrikası’nın fotoğrafı ile hakkında övgü dolu bir yazı yer alıyor. Bu yazı bazı önemli unsurlar barındırıyor. İşin bira kısmına takılıp “bakın işte Osmanlıda içki fabrikası da vardı/yoktu” tartışmasına girmeden, Osmanlının son zamanlarında, sanayileşmeye, endüstriye yönelik bakış açısına bir ışık bulabiliriz. Bu yazıda “şehirlerin etrafının siyah duman savuran sütunlarla süslenmesi” cümlesinde dışa vuran zihniyeti, dünyanın en nezih mekânlarından olan Haliç ve çevresini o zehirli dumanları salan fabrika bacalarına terk eden anlayışı, günümüzden geriye doğru bakarak değil, devrin şartlarını göz önünde bulundurarak, insaflı değerlendirmek zorundayız.

METİN (Havaimeşrep sadeleştirilmiştir)
Dersaadet Bira Fabrikası-Bir Sanayi Müessesi
Bir milletin servet derecesini anlamak ve ölçmek isterseniz memleketi dâhilinde geziniz. Köy ve kırlarda ekilip, dikilmemiş boş arazi az ise ve şehirler civarında medeniyet ormanı denilen fabrika bacaları çok ise o milletin zengin olduğuna hükmediniz. Bilakis boş arazi çok ve fabrika bacası yok ise anlayınız ki memleket fakirdir.

İktisadi bir gerçek olan şu hale göre memleketimizin cidden fakir olması gerekir ve fakirdir. Fakat fakirlik ve sefaletimiz giderilemez değildir. Arazimizi ekip biçelim, fabrikaları kurmaya çalışalım, ticaretin ana yolunda ilerleyelim. Fakirliğimiz derhal refah ve servete dönüşecektir.
Medeniyet ormanı dedikleri şu fabrika bacalarının önemini ve maddi kıymetinin hakkını verdiğimiz gibi artık onların sayılarını arttırmaktan başka bir şey düşünmememiz gerekir. Şüphe yok ki az zaman sonra şehrimizin etrafı da yavaş yavaş Avrupa ülkeleri gibi şu siyah duman savuran sütunlarla süslenecektir. Gerçekte devr-i sabık [II. Abdülhamid’in 33 yıl süren saltanat devri] ilerlemenin her kısmına düşman olduğu gibi sanayi ve ticareti de kesintiye uğrattı. Onun için İstanbul civarında hangi fabrika kurulmuş ise mutlaka ya gerilemeye yahut üretimi durdurmaya mahkum kalmıştı. Beykoz kağıt fabrikası, Paşabahçe mum fabrikası, Çekmece kibrit fabrikası, Göksu tuğla fabrikası hep bu meyandadır. Bu fabrikaların başarısızlığı, müteşebbislerin iktidarsızlığından ve gayretsizliğinden ziyade, geçen yönetimin fabrikalara izin vermek için müteşebbislerden aldığı bahşişlerden ve sonradan çıkardığı güçlükler ve müdahalelerden ileri gelmiştir. Eski hükümetin sanayi girişimlerine karşı icat eylediği tahripkâr tedbirlere tahammül edebilerek yeni devre varlığını nakledebilen müesseseler arasında mühim olarak Feriköy Bira Fabrikasını yâd edebiliriz.
Bu fabrika 3 000 000 Frank sermaye ile anonim şirket halinde kurulmuş olup senede yetmiş bin hektolitre bira üretip satar. Bir hektolitrenin bin şişe olması itibariyle Feriköy fabrikasının imalatı senede yetmiş milyon şişe oluyor.
Bu miktar arpa suyunu üretmeye uygun olmak üzere fabrika sırf Eskişehir ve Çay kazaları mahsulü olmak şartıyla 2500 ton buğday tüketir.
Fabrika üç yüz elli kişiden aşağı olmamak üzere amele istihdam ediyor. Bu amele tamamen Osmanlıdır. İçlerinde teknik eleman olmak üzere on ecnebi bulunuyor.
Fabrikanın arpa suyunda yüzde 3 ila 4 nispetinde ispirto bulunur ki bu da arpanın doğal yollardan mayalanmasıyla elde edilir. Bu hesaba göre bir şişe birada 35 gram kadar arpa ispirtosu var demektir. Bu açıdan Avrupa’nın hiçbir tarafında bira yani arpa suyu alkollü içeceklerden sayılmaz. Gerçekte meyvelerin tamamında ve sebzede bile az miktarda ispirto bulunduğu bugün ispatlanmıştır. Şu halde Feriköy bira fabrikasının üretim ve tüketimi genişledikçe iki mühim fayda sağlanmış olur. Öncelikle her türlü nasihate ve önlemlere rağmen memlekete gelip tüketilen ve memleketimiz getirilip tüketiminin engellenmesi imkansız olan ecnebi biralarının miktarı şu yerli rakip ile tabii ki azalır. Yani paramız memleketimizde kalır.
İkinci olarak o ecnebi biraları uzun müddet dayanabilmek için mutlaka yüzde on nispetinde ispirto içerir. Bu miktar ispirtonun arpanın mayalanmasından üretilmesi mümkün olmayacağından, çaresizce adi ispirto ilavesiyle sağlanır. Bu ise tüketicilerin sağlığına zararlı, zehirleyicidir.



FRANSIZCA OSMANLI-TUNUS ANLAŞMASI

1910 tarihli bu anlaşmaya bakınız. Orijinal ıslak imza ve mühürlü metindir. Tunus ile Trablusgarb (Libya) arasında hududun tayini için imzalanmış. Tunus elimizden çıkalı 30 sene olmuş, sözde bağımsız ama Fransızların elinde bildiğin sömürge. Biz de emirlik olarak tanıyoruz. Ne hikmetse anlaşma metni Fransızca... Yetmediği gibi bizim murahhaslar imzalarını da Latin alfabesiyle atmışlar. Normaldir. Hariciyemiz Abdülmecid döneminden itibaren yurtdışındaki elçilikleriyle bile Fransızca yazışıyor. Resmi yazışma dili neredeyse 50 yıl Fransızca. Bilinsin..



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ BOTANİK BAHÇESİ


İstanbul Müftülüğü bahçesindeki Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi'ni müftülüğe devretmeye çalışanlara şu gravürü hatırlatmak isterim. İki cami arasında yer alan eliböğründelerle desteklenmiş binalar bugünkü müftülüğün 250 yıl önceki halidir. Burası aslında Yeniçeri Ağasının karargahıydı. II. Mahmud'un kanlı bir şekilde Ocağı ortadan kaldırmasından sonra Şeyhülislamlık dairesi haline getirildi.
Osmanlıda müftülük, şeyhülislamlık olarak anılan makamın o zamana kadar müstakil bir binası hiç olmamıştı. Şeyhülislamlar kendi konaklarının selamlık dairelerini makam haline getirirler, oradan idare ederlerdi. Artık ne derseniz deyiniz, devletin dini etkisi altına almak için gerçekleştirdiği bir operasyon mudur, şeyhülislamlar ve maiyetindeki ilmiye sınıfı dinin hadimi olmak yerine devletin maaşlı bir kulu olmak istedikleri için midir bu operasyon memnuniyetle gerçekleşti. Yeniçeri Ağasının kışlası bundan sonra Meşihat ve Fetvahane adıyla bilinecek, nabza göre fetvaların ardı kesilmeyecektir. Yeniçeriler asi ilan edilmekle kanları heder oldu. Bektaşi tekkeleri de hukuken ve fiilen ortadan kaldırılıp vakıflarına çöküldü.
Cumhuriyet döneminin başlarında burası farklı hizmetlere tahsis edilse de sonunda İstanbul Müftülüğü binası olarak tescillendi. Geniş bir alanda kurulan Botanik Bahçesi de günümüze kadar binlerce bitkiyle zenginleşti. Şimdi burayı Müftülüğe devretmek yetmez. Mademki eski sahibine devretmek gerekiyor, ilk sahibi Yeniçeri Ocağının hakkıdır. Eğer Ocak mevcut değil diyorsanız onu da bir zahmet kuruverin.


OSMANLIDA YAYIN YASAĞINA BİR ÖRNEK


Osmanlılar Türkçe gazeteyle Avrupa’dan iki yüz yıl sonra tanıştı. İlk gazete de öyle Takvim-i Vekayi falan değil, Kavalalı hanedanının hüküm sürdüğü ama Osmanlıya tabi olan Mısır’da Kahire’de basılan Vakayi-i Mısriyye adlı gazeteydi. Etkinliği ve tirajları oldukça zayıf olan gazetelere başlangıçta medeniyet vasıtası olarak bakılıyordu.
Biraz zaman geçince bilhassa Jön-Türk muhalefetinin sesi olarak etkisini arttırması kısıtlama ve yasaklamaları beraberinde getirdi. Ortalığı denetime almak için çıkarılan kanuna göre matbuat serbestti ama “kanunlar dairesinde” serbestti. Herhangi bir olumsuz haberin duyulması istenilmezse anında sansür edilir, o haber yayınlanmaz, yayınlayan gazete, mecmua kapatılırdı. İstenilmeyen haberler yurt dışı kaynaklı matbuatta yer aldığında da bunların yurda girişine engel olunurdu.
Sadece kapitülasyon zırhına bürünmüş sefaret mensuplarına gelen veya bunlara ait lokallerdeki gazetelere karışılamıyordu. Sefaret mensupları da kendilerine gelen yasaklanmış gazeteleri, adamları aracılığı ile kıraathanelere dağıttıklarından buraların denetimi çok önem arz ediyordu.
Sürekli teftişe tabi tutulan kıraathanelerde yasaklanmış yayınlar bulunursa anında müsadere ediliyordu. Yani günümüzde Osmanlının en önem verdiği kültürel kurumlardan olduğu iddia edilen kıraathaneler, hükümet açısından pek makbul yerler değildi. Zaten gazete-mecmua-kitap barındırabilenlerinin sayısı da bir elin parmaklarını geçmezdi.
#tarih dergisinin bu ayki 50. sayısında yazdığım, 1891’de meydana gelen Orient-Express’in Sinekli istasyonundan sonraki demiryolunda hattan çıkarılıp soyulması hadisesini de Osmanlı tebaası yayın yasakları sebebiyle duyamadı. Avrupa’da yer yerinden oynasa da, gazeteler, dergiler günlerce bu olayın haberlerini yapsa da bizim tarafta kapı duvardı. Dahili matbuat kolayca halledilmişti ama harici matbuat ısrarla haber yapıyor ve bu haberlerin yer aldığı gazete ve mecmuaların denetimi zorlaşıyordu. Türkiye’ye yönelik haberlerin çıktığı yayınlar sefaretlerimiz vasıtasıyla telgrafla İstanbul’a bildiriliyor, gelen haberler anında değerlendirilip hemen yasaklama kararları çıkartılıyordu.
Ekteki belgede Zabtiye Nazırı Nazım Bey’in Yıldız Sarayı’na yazdığı tezkireyi görüyorsunuz. İkinci ekte de Osmanlı Devleti sınırları içine girişinin yasaklanması istenilen Le Petit Journal gazetesi var. Tren soygununu kapaktan görüp haber yapan bu gazete ve Le Petit Parisienne gibi benzerlerinin girişi ve dağıtımı yasaklandı. Osmanlı yurttaşları, birkaçı müstesna, bu sayıyı hiç göremediler. Şimdi sizlerin görmesi için paylaşıyorum.

BELGE METNİ:
Zabtiye Nezareti
Mektubi Kalemi
Aded

Paris'te tab' olunan {Pöti Jurnal} nâm gazete matbaasında {Şark'ta Eşkıyalık Sinekli'de Katarın Eşkıya Tarafından Derdesti} serlevhasıyla boyalı olarak muzır bir resim tersim u tab' olunup mezkur gazetenin önümüzdeki Pazartesi günü katar ile Dersaadet'e vürud edecek nüshası ile birlikte geleceği haber alındığı Beyoğlu Mutasarrıflığından bâ-jurnal bildirilmiş ve derhal takayyüdât-ı mahsûsa iltizâmıyla mezkûr gazete ve tasvir gelince duhûl ve intişarına meydan verilmeyerek elde edilmesi İstanbul Polis Müdiriyetine tebliğ edilmiş olmağla maruzdur. Ol babda emr u ferman hazret-i veliyyü'l-emrindir.

8 Haziran 1307
Zabtiye Nazırı
bende
Nazım




KALEBEND EDİLEN CİNCİ HOCA


Cin çağıran, tılsım, sihir ve büyü ile meşgul olan, muska yazıp insanların kalplerini büyülerim diyerek halkın mallarına konan hilekar bir şeyhin affedilmeyip, Bozcaada'da kale hapsine konulduğunun belgesi. Osmanlı zamanında bu şekilde şeyh, dede, baba, mürşid kılığında halkın dini duygularını istismar eden, mallarını menfaati için devşiren soytarılara hiç müsamaha gösterilmezdi. Hoca, şeyh kısmının Osmanlıda belirli ölçülerde dokunulmazlığı vardı ama suç işleyene, halk arasında fitne fesat çıkarana tahammül edilmezdi. Buradaki Şeyh İsmail de Ruus'a kayıtlı, resmi bir şeyh olmalı ki ancak Rumeli Kazaskeri Mevlana Mahmud'un izniyle cezalandırılabiliyor. Şeyh İsmail, bugün Ayasofya'nın kuzeyinde el sanatları çarşısı olarak faaliyet gösteren Cafer Ağa Medresesi'nde yakalanıp hapsedilmiş. Burada geçici hapsin ardından kalebentliğe gönderiliyor. Bir medresede şeyhin işi olmaz, belki medreseliler tarafından yakalanıp hapsedilmiştir. Belki de hemen yan tarafındaki Sinan Erdebili Tekkesi'nin şeyhlerinden biriydi. Kim olduğunu araştırmaya başladım bile.

BELGE METNİ:
Bozcaada Kalesi dizdarına hüküm ki;
İstanbul'da Ayasofya-i Kebir kurbunda Cafer Ağa Medresesi'nde ahz u haps olunan Şeyh İsmail'in cin daveti ve tılsımat-ı batıla ve an-cehlin rukye kağıtları tahriri misillü hıyel edip ve teshir-i kulûb iderin diyerek halkın malların alıp bais-i fesad ve ihtilal olduğu lede'ş-şer' zahir olmağın mezburun şerri ref' olunmak içün ta'zir ve haps ve te'dip misillü ceza tertip olunması meşru' olduğun bilfiil Rumeli Kazaskeri olan Mevlana Mahmud edamallahü teala fezailuhu ilam eylemeğin mevlana-yı müşarunileyhin ilamı mucebince mezbur Şeyh İsmail Bozcaada Kalesi'nde kalebend olunmak üzere yazılmıştır.
Fi Evasıt-ı L. 1119 [5-14 Ocak 1708]