16 Temmuz 2018 Pazartesi

VARAKA-i SAHİHA



"Arzuhal yazılmak içün varakadır. Kıymet-i Para 20" ne anlama geliyor?
Eskiden ecdadımız kıymetli kağıt veya damga pulu parası yoksa hakkını arayamazdı. 1845 yılından Turgut Özal'ın 80'li yıllardaki hükümetlerine kadar hak arama peşinde koşan Türk insanının en büyük silahı olan arzuhal/dilekçe kağıtları bedava değildi. Dilekçe yazmak için başlangıçta üzerinde soğuk damgayla varaka-i sahiha yazan kağıtlara yazmak mecburiydi. Soğuk damgalı kağıtlar 30 yıl sonra yerini damga puluna bıraktı. Bu sefer de pul parası vermek zorundaydı insanlar. II. Abdülhamid devrinin sonlarında hem pul, hem de "Hamidiye Hicaz Demiryolu İanesi" ibareli soğuk damga barındıran kağıtlar kullanıma girdi. Tabii ki dilekçe soğuk damgalı ve pullu bir kağıda yazılmamışsa hiçbir devlet dairesinde işlem görmüyordu. Özal'ın seksenli yılların sonundaki hükümetiyle ücretsiz, vergisiz dilekçeye kavuşuldu. Neyse ki hak aramadan gelir uman devlet mantığı günümüze kadar sürmedi.

MAL BIR TARAFA, PARA BİR TARAFA

Rahmetli babamın alışverişlerde bir kuralı vardı; "mal bir tarafa, para bir tarafa". Veresiye almak isteyene, malı hemen alayım, parayı akşama getiririm, yarın getiririm, diyene yüz vermezdi. Ben de bu kuralı tatbike çok çalıştım ama sonraları ekonomik sistem uymadı, "kredi kartı bir tarafa, mal bir tarafa oldu". Şu ekteki Mühimme kaydı eskilerin bu kuralının ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Mısır Valisi Ali Paşa'dan alacaklı olan dört kişi, senetleri ellerinde, alacak tahsili için vekillerini Ali Paşa'nın yanına göndermişler. Ali Paşa, senedin arkasına alacaklıların ağzından "2600 tuğralı altını aldım" yazıp "bana senedi verin, mahalline göstereyim, sonra altınları ödeyeyim" diyerek parayı ödemeden senedi almış. Tam bu sırada İstanbul'dan padişahın gönderdiği adamı vasıtasıyla valilikten azledilip, hapsedilmiş ve mallarına el konulmuş. Alacaklılar altınları tahsil edemedikleri gibi ellerindeki senetten de olmuşlar. Neyse ki Divan-ı Hümayun'a başvurduklarında geri çevrilmeyip anlatılan hikayenin doğruluğu ispatlanırsa paralarının ödenmesi istenilmiş.


LİSAN EMPERYALİZMİ

Fas hükümetinin Paris elçisine Fransızlar Fransızca öğretiyor. Olayı iki dakikada emperyalizme bağlarım da şimdi girmeyelim. Sadece II. Abdülhamid'in Tunus'tan getirip sadrazam yaptığı Hayrettin Paşa'nın Arapça'nın yanında sular seller gibi Fransızca bilirken, Türkçe bilmediğini, öğretilmediğini, raporlarını bile Arapça kaleme aldığını hatırlatıp bırakalım.

BOMONTİ BİRA FABRİKASI


Servet-i Fünun mecmuasının 23 Haziran 1910 tarih ve 994 numaralı nüshasında Bomonti Bira Fabrikası’nın fotoğrafı ile hakkında övgü dolu bir yazı yer alıyor. Bu yazı bazı önemli unsurlar barındırıyor. İşin bira kısmına takılıp “bakın işte Osmanlıda içki fabrikası da vardı/yoktu” tartışmasına girmeden, Osmanlının son zamanlarında, sanayileşmeye, endüstriye yönelik bakış açısına bir ışık bulabiliriz. Bu yazıda “şehirlerin etrafının siyah duman savuran sütunlarla süslenmesi” cümlesinde dışa vuran zihniyeti, dünyanın en nezih mekânlarından olan Haliç ve çevresini o zehirli dumanları salan fabrika bacalarına terk eden anlayışı, günümüzden geriye doğru bakarak değil, devrin şartlarını göz önünde bulundurarak, insaflı değerlendirmek zorundayız.

METİN (Havaimeşrep sadeleştirilmiştir)
Dersaadet Bira Fabrikası-Bir Sanayi Müessesi
Bir milletin servet derecesini anlamak ve ölçmek isterseniz memleketi dâhilinde geziniz. Köy ve kırlarda ekilip, dikilmemiş boş arazi az ise ve şehirler civarında medeniyet ormanı denilen fabrika bacaları çok ise o milletin zengin olduğuna hükmediniz. Bilakis boş arazi çok ve fabrika bacası yok ise anlayınız ki memleket fakirdir.

İktisadi bir gerçek olan şu hale göre memleketimizin cidden fakir olması gerekir ve fakirdir. Fakat fakirlik ve sefaletimiz giderilemez değildir. Arazimizi ekip biçelim, fabrikaları kurmaya çalışalım, ticaretin ana yolunda ilerleyelim. Fakirliğimiz derhal refah ve servete dönüşecektir.
Medeniyet ormanı dedikleri şu fabrika bacalarının önemini ve maddi kıymetinin hakkını verdiğimiz gibi artık onların sayılarını arttırmaktan başka bir şey düşünmememiz gerekir. Şüphe yok ki az zaman sonra şehrimizin etrafı da yavaş yavaş Avrupa ülkeleri gibi şu siyah duman savuran sütunlarla süslenecektir. Gerçekte devr-i sabık [II. Abdülhamid’in 33 yıl süren saltanat devri] ilerlemenin her kısmına düşman olduğu gibi sanayi ve ticareti de kesintiye uğrattı. Onun için İstanbul civarında hangi fabrika kurulmuş ise mutlaka ya gerilemeye yahut üretimi durdurmaya mahkum kalmıştı. Beykoz kağıt fabrikası, Paşabahçe mum fabrikası, Çekmece kibrit fabrikası, Göksu tuğla fabrikası hep bu meyandadır. Bu fabrikaların başarısızlığı, müteşebbislerin iktidarsızlığından ve gayretsizliğinden ziyade, geçen yönetimin fabrikalara izin vermek için müteşebbislerden aldığı bahşişlerden ve sonradan çıkardığı güçlükler ve müdahalelerden ileri gelmiştir. Eski hükümetin sanayi girişimlerine karşı icat eylediği tahripkâr tedbirlere tahammül edebilerek yeni devre varlığını nakledebilen müesseseler arasında mühim olarak Feriköy Bira Fabrikasını yâd edebiliriz.
Bu fabrika 3 000 000 Frank sermaye ile anonim şirket halinde kurulmuş olup senede yetmiş bin hektolitre bira üretip satar. Bir hektolitrenin bin şişe olması itibariyle Feriköy fabrikasının imalatı senede yetmiş milyon şişe oluyor.
Bu miktar arpa suyunu üretmeye uygun olmak üzere fabrika sırf Eskişehir ve Çay kazaları mahsulü olmak şartıyla 2500 ton buğday tüketir.
Fabrika üç yüz elli kişiden aşağı olmamak üzere amele istihdam ediyor. Bu amele tamamen Osmanlıdır. İçlerinde teknik eleman olmak üzere on ecnebi bulunuyor.
Fabrikanın arpa suyunda yüzde 3 ila 4 nispetinde ispirto bulunur ki bu da arpanın doğal yollardan mayalanmasıyla elde edilir. Bu hesaba göre bir şişe birada 35 gram kadar arpa ispirtosu var demektir. Bu açıdan Avrupa’nın hiçbir tarafında bira yani arpa suyu alkollü içeceklerden sayılmaz. Gerçekte meyvelerin tamamında ve sebzede bile az miktarda ispirto bulunduğu bugün ispatlanmıştır. Şu halde Feriköy bira fabrikasının üretim ve tüketimi genişledikçe iki mühim fayda sağlanmış olur. Öncelikle her türlü nasihate ve önlemlere rağmen memlekete gelip tüketilen ve memleketimiz getirilip tüketiminin engellenmesi imkansız olan ecnebi biralarının miktarı şu yerli rakip ile tabii ki azalır. Yani paramız memleketimizde kalır.
İkinci olarak o ecnebi biraları uzun müddet dayanabilmek için mutlaka yüzde on nispetinde ispirto içerir. Bu miktar ispirtonun arpanın mayalanmasından üretilmesi mümkün olmayacağından, çaresizce adi ispirto ilavesiyle sağlanır. Bu ise tüketicilerin sağlığına zararlı, zehirleyicidir.



FRANSIZCA OSMANLI-TUNUS ANLAŞMASI

1910 tarihli bu anlaşmaya bakınız. Orijinal ıslak imza ve mühürlü metindir. Tunus ile Trablusgarb (Libya) arasında hududun tayini için imzalanmış. Tunus elimizden çıkalı 30 sene olmuş, sözde bağımsız ama Fransızların elinde bildiğin sömürge. Biz de emirlik olarak tanıyoruz. Ne hikmetse anlaşma metni Fransızca... Yetmediği gibi bizim murahhaslar imzalarını da Latin alfabesiyle atmışlar. Normaldir. Hariciyemiz Abdülmecid döneminden itibaren yurtdışındaki elçilikleriyle bile Fransızca yazışıyor. Resmi yazışma dili neredeyse 50 yıl Fransızca. Bilinsin..



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ BOTANİK BAHÇESİ


İstanbul Müftülüğü bahçesindeki Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi'ni müftülüğe devretmeye çalışanlara şu gravürü hatırlatmak isterim. İki cami arasında yer alan eliböğründelerle desteklenmiş binalar bugünkü müftülüğün 250 yıl önceki halidir. Burası aslında Yeniçeri Ağasının karargahıydı. II. Mahmud'un kanlı bir şekilde Ocağı ortadan kaldırmasından sonra Şeyhülislamlık dairesi haline getirildi.
Osmanlıda müftülük, şeyhülislamlık olarak anılan makamın o zamana kadar müstakil bir binası hiç olmamıştı. Şeyhülislamlar kendi konaklarının selamlık dairelerini makam haline getirirler, oradan idare ederlerdi. Artık ne derseniz deyiniz, devletin dini etkisi altına almak için gerçekleştirdiği bir operasyon mudur, şeyhülislamlar ve maiyetindeki ilmiye sınıfı dinin hadimi olmak yerine devletin maaşlı bir kulu olmak istedikleri için midir bu operasyon memnuniyetle gerçekleşti. Yeniçeri Ağasının kışlası bundan sonra Meşihat ve Fetvahane adıyla bilinecek, nabza göre fetvaların ardı kesilmeyecektir. Yeniçeriler asi ilan edilmekle kanları heder oldu. Bektaşi tekkeleri de hukuken ve fiilen ortadan kaldırılıp vakıflarına çöküldü.
Cumhuriyet döneminin başlarında burası farklı hizmetlere tahsis edilse de sonunda İstanbul Müftülüğü binası olarak tescillendi. Geniş bir alanda kurulan Botanik Bahçesi de günümüze kadar binlerce bitkiyle zenginleşti. Şimdi burayı Müftülüğe devretmek yetmez. Mademki eski sahibine devretmek gerekiyor, ilk sahibi Yeniçeri Ocağının hakkıdır. Eğer Ocak mevcut değil diyorsanız onu da bir zahmet kuruverin.


OSMANLIDA YAYIN YASAĞINA BİR ÖRNEK


Osmanlılar Türkçe gazeteyle Avrupa’dan iki yüz yıl sonra tanıştı. İlk gazete de öyle Takvim-i Vekayi falan değil, Kavalalı hanedanının hüküm sürdüğü ama Osmanlıya tabi olan Mısır’da Kahire’de basılan Vakayi-i Mısriyye adlı gazeteydi. Etkinliği ve tirajları oldukça zayıf olan gazetelere başlangıçta medeniyet vasıtası olarak bakılıyordu.
Biraz zaman geçince bilhassa Jön-Türk muhalefetinin sesi olarak etkisini arttırması kısıtlama ve yasaklamaları beraberinde getirdi. Ortalığı denetime almak için çıkarılan kanuna göre matbuat serbestti ama “kanunlar dairesinde” serbestti. Herhangi bir olumsuz haberin duyulması istenilmezse anında sansür edilir, o haber yayınlanmaz, yayınlayan gazete, mecmua kapatılırdı. İstenilmeyen haberler yurt dışı kaynaklı matbuatta yer aldığında da bunların yurda girişine engel olunurdu.
Sadece kapitülasyon zırhına bürünmüş sefaret mensuplarına gelen veya bunlara ait lokallerdeki gazetelere karışılamıyordu. Sefaret mensupları da kendilerine gelen yasaklanmış gazeteleri, adamları aracılığı ile kıraathanelere dağıttıklarından buraların denetimi çok önem arz ediyordu.
Sürekli teftişe tabi tutulan kıraathanelerde yasaklanmış yayınlar bulunursa anında müsadere ediliyordu. Yani günümüzde Osmanlının en önem verdiği kültürel kurumlardan olduğu iddia edilen kıraathaneler, hükümet açısından pek makbul yerler değildi. Zaten gazete-mecmua-kitap barındırabilenlerinin sayısı da bir elin parmaklarını geçmezdi.
#tarih dergisinin bu ayki 50. sayısında yazdığım, 1891’de meydana gelen Orient-Express’in Sinekli istasyonundan sonraki demiryolunda hattan çıkarılıp soyulması hadisesini de Osmanlı tebaası yayın yasakları sebebiyle duyamadı. Avrupa’da yer yerinden oynasa da, gazeteler, dergiler günlerce bu olayın haberlerini yapsa da bizim tarafta kapı duvardı. Dahili matbuat kolayca halledilmişti ama harici matbuat ısrarla haber yapıyor ve bu haberlerin yer aldığı gazete ve mecmuaların denetimi zorlaşıyordu. Türkiye’ye yönelik haberlerin çıktığı yayınlar sefaretlerimiz vasıtasıyla telgrafla İstanbul’a bildiriliyor, gelen haberler anında değerlendirilip hemen yasaklama kararları çıkartılıyordu.
Ekteki belgede Zabtiye Nazırı Nazım Bey’in Yıldız Sarayı’na yazdığı tezkireyi görüyorsunuz. İkinci ekte de Osmanlı Devleti sınırları içine girişinin yasaklanması istenilen Le Petit Journal gazetesi var. Tren soygununu kapaktan görüp haber yapan bu gazete ve Le Petit Parisienne gibi benzerlerinin girişi ve dağıtımı yasaklandı. Osmanlı yurttaşları, birkaçı müstesna, bu sayıyı hiç göremediler. Şimdi sizlerin görmesi için paylaşıyorum.

BELGE METNİ:
Zabtiye Nezareti
Mektubi Kalemi
Aded

Paris'te tab' olunan {Pöti Jurnal} nâm gazete matbaasında {Şark'ta Eşkıyalık Sinekli'de Katarın Eşkıya Tarafından Derdesti} serlevhasıyla boyalı olarak muzır bir resim tersim u tab' olunup mezkur gazetenin önümüzdeki Pazartesi günü katar ile Dersaadet'e vürud edecek nüshası ile birlikte geleceği haber alındığı Beyoğlu Mutasarrıflığından bâ-jurnal bildirilmiş ve derhal takayyüdât-ı mahsûsa iltizâmıyla mezkûr gazete ve tasvir gelince duhûl ve intişarına meydan verilmeyerek elde edilmesi İstanbul Polis Müdiriyetine tebliğ edilmiş olmağla maruzdur. Ol babda emr u ferman hazret-i veliyyü'l-emrindir.

8 Haziran 1307
Zabtiye Nazırı
bende
Nazım




KALEBEND EDİLEN CİNCİ HOCA


Cin çağıran, tılsım, sihir ve büyü ile meşgul olan, muska yazıp insanların kalplerini büyülerim diyerek halkın mallarına konan hilekar bir şeyhin affedilmeyip, Bozcaada'da kale hapsine konulduğunun belgesi. Osmanlı zamanında bu şekilde şeyh, dede, baba, mürşid kılığında halkın dini duygularını istismar eden, mallarını menfaati için devşiren soytarılara hiç müsamaha gösterilmezdi. Hoca, şeyh kısmının Osmanlıda belirli ölçülerde dokunulmazlığı vardı ama suç işleyene, halk arasında fitne fesat çıkarana tahammül edilmezdi. Buradaki Şeyh İsmail de Ruus'a kayıtlı, resmi bir şeyh olmalı ki ancak Rumeli Kazaskeri Mevlana Mahmud'un izniyle cezalandırılabiliyor. Şeyh İsmail, bugün Ayasofya'nın kuzeyinde el sanatları çarşısı olarak faaliyet gösteren Cafer Ağa Medresesi'nde yakalanıp hapsedilmiş. Burada geçici hapsin ardından kalebentliğe gönderiliyor. Bir medresede şeyhin işi olmaz, belki medreseliler tarafından yakalanıp hapsedilmiştir. Belki de hemen yan tarafındaki Sinan Erdebili Tekkesi'nin şeyhlerinden biriydi. Kim olduğunu araştırmaya başladım bile.

BELGE METNİ:
Bozcaada Kalesi dizdarına hüküm ki;
İstanbul'da Ayasofya-i Kebir kurbunda Cafer Ağa Medresesi'nde ahz u haps olunan Şeyh İsmail'in cin daveti ve tılsımat-ı batıla ve an-cehlin rukye kağıtları tahriri misillü hıyel edip ve teshir-i kulûb iderin diyerek halkın malların alıp bais-i fesad ve ihtilal olduğu lede'ş-şer' zahir olmağın mezburun şerri ref' olunmak içün ta'zir ve haps ve te'dip misillü ceza tertip olunması meşru' olduğun bilfiil Rumeli Kazaskeri olan Mevlana Mahmud edamallahü teala fezailuhu ilam eylemeğin mevlana-yı müşarunileyhin ilamı mucebince mezbur Şeyh İsmail Bozcaada Kalesi'nde kalebend olunmak üzere yazılmıştır.
Fi Evasıt-ı L. 1119 [5-14 Ocak 1708]


HİCAZ DEMIRYOLU- ÖNCELİK DİNİ Mİ ASKERİ Mİ?

Hamidiye-Hicaz Demiryolu projesinde birinci öncelik asla dinî olmayıp askerîdir. Hicaz'ı elde tutabilmenin, hilafet iddiasını sürdürebilmenin derdindeki Osmanlı, yabancı bir gücün (bilhassa İngilizlerin) müdahalesi veya Arapların isyanı gibi hızlı müdahale edilmesi gereken zamanlarda, bölgeye askeri ve lojistik desteği kısa sürede ulaştırabilmenin hesaplarını yapıyordu. Tabii ki bu yol hacıların hacca gitmelerini de kolaylaştıracaktı ama senede bir defa işe yarayacak bu iş için kimse parmağını kıpırdatmaz, paracıklarını da yatırmazdı. Bize yansıyan görüşlere göre Abdülhamid bu hattın gavur parasıyla inşa edilmesini istememiş, yabancı sermaye yerine yerli kaynaklar ve dünya Müslümanlarının bağışlarıyla yapılmasını tercih etmişti. Hac mevsimi dışındaki 11 ayda o hattın yolcu kapasitesi ve elde edilen gelir açısından kendini amorti edip etmediğini araştırmadığım için bir şey söyleyemem ama tahminime göre hiçbir zaman rantabl kullanılamamıştır. Belki de bu açıdan da uluslararası sermayenin o hatta talip olmaması söz konusudur. O zamanlar için tabii ki bu projenin dinî karakteri pompalandı durdu ve dedelerimiz de biz de hiç sorgulamadan kabul ettik. Günümüzdeki laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin din sosu yüksek uygulamalarının çoğu da güvenlik kaygısıyla, olumsuz bir durumda halkın askeri ve lojistik desteğini kazanmak uğruna gerçekleşiyor olabilir. (Neyse, olabilir dedim, öyle kalsın)

ZALİMİN MUMU KIRILIR MI SÖNER Mİ?



Ne kadar şu’le-füzûn olsa da şem’-i zâlim
Âh-ı mazlûm ile elbette sınur çok sürmez.


(Ne kadar ışık saçsa da zalimin mumu)
(Mazlumun ahı ile elbette kırılır çok sürmez.)

Bir yazmanın iç kapağında görüp fotoğrafını aldığım, sonra nereden aldığımı bulamadığım bu beyiti 15 Temmuz anısına takdim ediyorum. Yıllarca insanlara zulmedip masumları mazlum kılan, o mazlumların arşa çıkan ahlarıyla belasını bulan, kul hakkı yemekten korkmayan FETO ve türevleri bu dünyada rahat yüzü görmesinler, içtikleri su, aldıkları nefes dizlerine dursun, bunlara özenen tüm karanlık odaklara da numune olsun.
[Söz dizimiyle olsun, ahengiyle olsun müstesna güzellikte bir anlam içeren bu beyitin nâzımını bilmiyorum. Sahibini Fuzuli, Baki olarak belirtenler kadar anonim diyen de çıkmış. Ayrıca çok yerde Füzun»Fürûz ile yer değiştirmiş. En çok ilgimi çeken de istisnasız “elbette söner çok sürmez” kısmı. Benim gördüğüm metinde “sınur” yazılı. Sınmak “Sırp Sındığı” savaşının adlandırılmasında kullanıldığı gibi Sırpların kırıldığı yer. Bu kelime aynı zamanda kol-bacak kırılmalarını tedavi edene sınıkçı denilerek halen yaşatılıyor.Bu yüzden “zalimin mumunun kırılması” anlamı daha doğru geliyor. Ekteki resimlerde 19. Yüzyıla ait olduğu söylenen levhada da eski yazı ile “söner” yazılmış. Yalnız eski yazıda böyle “nun” harfiyle yazılmayp “nef” harfiyle yazılması gerekir. Bu yanlışlığın da levhanın eski olmayıp günümüze yakın bir tarihin ürünü olmasıyla alakası olabilir. Eski Türk Edebiyatı ile meşgul arkadaşların izahlarını bekliyorum, yanıldığım hususlar varsa düzeltelim.]



15 Temmuz 2018 Pazar

PARİS BÜYÜKELÇİSİ VELİYÜDDİN EFENDİ’NİN FRANSIZCA MEKTUBU

Paris Büyükelçimiz Veliyüddin Efendi 17 Ocak 1853 tarihinde “Ambassade Ottoman” antetli bir kağıda Fransızca mektup yazar. İmzasını da “Vely” şeklinde atmıştır. Osmanlı Hariciye Nazırı Fuad Efendi’ye gönderdiği mektup, Osmanlı Hariciye Nezareti’ne geldiğinde ayrıca Türkçeye çevrilir ve aslıyla birlikte Keçecizade Fuad Efendi’ye takdim edilir.
Osmanlı Hariciye Nezareti’nde bir zamanlar resmi dilin Fransızca olduğunun en bariz örneği bu mektup ve benzerleridir. Yabancı başkentlerdeki Musurus, Karatodori paşalar gibi Osmanlı büyükelçilerinin gayrimüslim tebaadan seçildikleri için ve bunların da Türkçeleri zayıf olduğundan yazışmaların Fransızca yapıldığı yönündeki tezin tutarsızlığını ikisi de Türk olan ve Türkçeyi çok iyi kullanan Veliyüddin ile Fuad Efendi arasındaki bu mektup ve benzeri yazışmalar çok iyi ortaya koyuyor.
Mektubunda III. Napolyon tarafından kabulünü anlatan Veliyüddin Efendi, konuşmasını Türkçe yaptığını, Fransız tercümanın konuşmayı çevirip Napolyon’a aktardığını anlatır. Napolyon aslında Veli Efendi'nin Fransızca bildiğini ve tercümanı aradan çıkarıp Fransızca konuşmak istediğini de belirtir. Buna rağmen resmi görüşme Türkçe cereyan etmiş, konuşmanın sonunda Napolyon sefaret heyetinin ve tercümanların dışarı çıkmasını emredip, Veli Efendi ile on beş dakika Fransızca sohbet etmiştir.
Veli Efendi bu macerayı anlatırken "Osmanlıca" tabirini aklına bile getirmeden mektubun üç yerinde "Türkçe" tabirini kullanmıştır. Çünkü o tarihlerde "Osmanlılık ve Osmanlıca" tabirleri henüz yaygınlıkla kullanılmıyordu.







FERMAN SAHTEKARI YAHYA

Sahte ferman yazmak suçundan kürek cezasına çarptırılan Yahya, öylesine becerikli bir adammış ki küreğe konulduğu yerden yine affedildiğine dair sahte ferman düzenleyerek firar etmiş. Ancak firardan sonra yakalanmama becerisi, sahte ferman tanzimi kadar üst düzey olmadığından hemen yakayı kaptırmış. Yakalandıktan sonra kalebent cezasına çarptırılarak Bozcaada kalesine kapatılmış.
İşte bu sırada karısı Şerife (peygamber torunu hanımlardan olmalı ki isim yeri boş bırakılarak Şerife sıfatı ile yetinilmiş) padişaha bir arzuhal gönderir. Muhtemelen kocasının tamamen serbest bırakılmasını istemiştir ama sadece kalebentlik cezasının cezirebentliğe çevrilmesini ve kaleden çıkarılarak kocasıyla birlikte aynı evde oturabilmesini sağlayabilmiş.
Osmanlı devrinde aslında kürek ve pranga cezaları daha eziyetli olup kalebent onun bir nebze hafifidir. Zindana kapatılmadan, prangaya vurulmadan bir kalenin surları içinde yaşamaya mahkum olma cezasıdır. Cezire, adanın Arapçası olup, gönderilen adadan dışarı çıkmamak üzere belirli bölgelerde gezip tozması serbest, bir evde iskan edilerek çekilen cezaya da cezirebent deniliyor. Bizim sahtekâr Yahya nasıl olmuşsa aynı suçu ikinci kez işlemesine rağmen daha az ceza almış. Sonrasında kalebentliği de affedilerek cezirebentliğe çevrilmiş.
BELGE METNİ
Bozcaada kadısına ve dizdarına hüküm ki:
Şerife [boşluk] nâm hatun südde-i saadetime arzuhal edip zevci Yahya nam kimesne bundan akdem sahte ferman tahriri töhmeti ile küreğe vaz’ olunup badehu yine sahte ferman ile kendüyi ıtlak ve firar ettikten sonra ahz olunup ıslah-ı nefs içün Bozcaada kalesinde kalebend olunması fermanım olmuşidi. Ol babda istid’a-yı inayet etmeğin mezbur Yahya kaleden ihrac ve zevcesiyle maan Bozcaada’da sakin olmak üzere cezirebend olunup bir tarikle ıtlakından ihtiraz oluna deyu yazılmıştır.
Evail-i Ca. Sene 1119 [9-18 Ağustos 1707]