31 Aralık 2016 Cumartesi

MEKKE'NİN FETHİNİ KUTLAYAN SAMİMİ MÜSLÜMANLARA



Mekke’nin Fethini kutlayan samimi Müslümanlara

Yılbaşına alternatif bir kutlama ihtiyacı ile 11 Ocak tarihini 1 Ocak’a almanıza bir şey demiyorum. Şimdilik anlatacaklarım yanında çok önemli değil. Sizlerin büyük çoğunlukla Osmanlı Devleti’ne teveccühünüzün had safhada olduğunu da biliyorum. Osmanlının siyasal, toplumsal ve kültürel anlamda özlemiyle yanıp tutuştuğunuzu beyanlarınızla, eylemlerinizle ifade ediyorsunuz. Ne yazık ki model aldığınız Osmanlı hakkında çok az şey biliyorsunuz. Bildiğiniz şeylerin çoğu da gerçekle alakası olmayan basmakalıp malumat. Mesela Osmanlı zamanında Sultan İkinci Mahmud’a “Gazi” unvanının hangi vesile ile verildiğini biliyor musunuz? Osmanlı zamanında Fransızlar Mısır’ı işgal ettiklerinde Hicaz topraklarındaki Vehhabi Araplar da Osmanlıyı o zayıf zamanında arkadan vurmak için isyan çıkardılar. 1803-1807 arasında Mekke, Medine, Taif gibi şehirleri kanlı bir şekilde ele geçirdiler. Yıllarca Osmanlılar Hacca gidemediler. Vehhabiler geliştirdikleri itikadi sistemde Osmanlılara apaçık müşrik-kâfir yaftasını yapıştırıp, onları cihad edilmesi farz, kanları, malları helal düşmanlar kategorisine soktular. 1813 yılında İkinci Mahmud Haremeyn-i Şerifeyn adı verilen yerleri yeniden ele geçirinceye kadar Hac yolu kapalı kaldı. İşte bu tarihte Vehhabileri bozguna uğratan İkinci Mahmud’a Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin fetvasıyla “Gazi” unvanı verildi. Yani Mekke ve Medine’nin Yavuz Selim’den sonraki ikinci fatihi oldu. Birinci Dünya Savaşı sonunda bu beldeler yeniden elimizden çıktı. İngilizlerle işbirliği yapan Vehhabi Suud ailesinin ayrıca Şerif Hüseyin ailesinin ihanetleri ile oraları yeniden zulmün eline düştü. 


Şimdi soruyorum, ilk işgal 1813’te sonlandırılabildi. 1918’den sonraki işgal ortadan kalktı mı yoksa halen devam mı etmekte? Bu durumda sizler neyin fethini kutluyorsunuz? Hz. Muhammed vaktinde orayı ele geçirmiş ama o iş çoktan bitmiş. Şeyhülislam Dürrizade’nin fetvasında açıkça belirttiği gibi “Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan Müslimini tekfir ve hüccâc-ı zevi’l-ibtihâcın mallarını nehb u gâret ve hacc-ı şerifden men” eden Vehhabiler o zamanki fetvalarından geri adım attılar mı? Yoksa onların nazarında bizler yani Anadolu Müslümanları halen tekfir edilen bir millet miyiz? Buralarını öğrendiniz mi? Her sene on binlerce hacının ziyaretine rağmen halen bizlerin canını, kanını, malını kendilerine helal görüyorlar mı? 


Buraya kadar sıraladığım bahislere hiç kafa yormadığınızı düşünüyorum. Yoksa her yıl sadece yılbaşı kutlamalarını protesto etmek için düzmece bir tarihle düzenlediğiniz Mekke’nin Fethi programlarından elinize ne geçtiğini, nasıl bir şuur sahibi olduğunuzu falan zaten sorguladığım yok. Her şey meydanda zaten. 


İkinci Mahmud’a Gazi Unvanının Verildiği Fetva’nın Çevriyazısı:

Bismillahirrahmanirrahim

Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere şerefehümullahü Teala ilâ yevmi’l-kıyame havalisinde Taife-i Vehhabiyye tesmiye olunur bir taife yedi sekiz seneden beri Haremeyn-i Şerifeyn’e müstevli ve ehl-i İslam iddiasında olup maahaza a’mâl ve ef’âllerini şeri’at-i mutahharaya muhalif ve münâfî ve nice âyât-ı Kur’aniyeye kava’id-i Arabiyye’den hariç re’y-i fasidleriyle ma’nâlar verip tağyîr ve küfrü mûcib i’tikâdât-ı bâtıla ile mu’tekidler olmalarıyla Millet-i İslam’dan hariçde olduklarından maada Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan Müslimini tekfir ve hüccâc-ı zevi’l-ibtihâcın mallarını nehb u gâret ve hacc-ı şerifden men ve ol vechile tarîk-ı hacc mesdûd olduğundan ber-muktezâ-yı şer’-i şerif taife-i merkumenin kıtalleri vacib olduğuna binaen a’zam-ı devlet-i dâreyn ve akdem-i saadet-i menzileyn olan feth ü küşâd-ı Haremeyn-i Muhteremeyn hıdemât-ı mucibetü’l-mefahiratı e’azz-ı metalib ve aksâ-yı mearib-i mülûkâne olmaktan naşi Sultanü’l-Enam ve’l-Müslimin, Zıllullahi fi’l-Alemin es-Sultan el-Gazi Mahmud Han eyyedehullahü Teala bi’n-nasri’l-mübin efendimiz hazretleri kemal-i ikdâm ve ihtimam buyurup beldeteyn-i müşerrefeteyn ve bâ-husus Darü’n-Naim olan Ravza-i Mutahhara-i anber-şemîm-i Hazret-i Seyyidü’l-Kevneyn’i ba’de’l-muharebe ve’l-mukatele ol Taife-i Hariciyye eyadi-i menhûselerinden tahlîs ve şer-i fesâdlarından te’min ile tarik-ı hacc-ı şerifi küşâd buyurmalarıyla «men cehheze gaziyen fi sebilillahi fekad gaza» [Buhari, Cihad] hadis-i şerifinin mantuk-ı münifi üzere gazi ve hadimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn oldukları şer’an mütehakkık olmağla binaenaleyh evamir ve mehafil ve menabirde nâm-ı nâmî-i şâhâne ve ism-i sâmî-i tâcdârâneleri gazi unvanı izafesiyle yâd ve tavsîf kılınmak emr-i meşrû’ ve müstahsen olur mu. Beyân buyurula…

el-Cevâb Allahü Alem
Olur

Ketebehü’l-Fakir Dürrizade es-Seyyid Abdullah
Ufiye Anhümâ


25 Aralık 2016 Pazar

GAVURA GAVUR DİYEREK DİKİLEBİLMEK

Geçenlerde (29 Kasım) yaptığım bir paylaşımın son cümlelerini naklediyorum. «Bu topluma Tanzimat sonrasının gerçek Osmanlılık ideolojisini benimsetmenin tarihi şartları ortadan kalkmıştır ama varsayalım 19. yy. dinamikleri bugün mevcut olsa Türk-İslam ağırlıklı bugünkü topluma o devrin anlayışını dayatmak "dinsizlik cereyanı" kadar ağır gelecektir. Yavaş yavaş o şartları bugüne taşıyacağım.»
Bu satırları yazmamın üzerinden hafta geçmeden Numan Kurtulmuş şöyle konuşmuş… "Bizim bu bağımsızlık meselesini ciddiye almamız lazım. Bizim için bağımsızlık gâvura 'gâvur' diyerek karşısına dikilebilmektir"
Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan “gâvura gâvur denmeyecek” ilkesini bizim zamanımızda ilkokul müfredatına almışlardı. Numan Kurtulmuş da bundan “vareste” değildir. O da bunu biliyor mutlaka. Ama kalkıp da “gâvura 'gâvur' diyerek karşısına dikilmekten" söz ediyorsa işte ilk paragraftaki hükmümün tecellisi karşımızda demektir. Neo-Osmanlıcılık denen toplumsal halet-i ruhiye Tanzimat’ta ihdas edilen Osmanlıcılıktan nefret eder aslında. Bünyesi o devrin şartlarını kaldıramaz, muhtevasıyla fikren ve zikren uyum sağlayamaz. Bu durumda nasıl ki yıllarca şeriat isteriz diyemeyenlerin Adil Düzen, Milli Görüş markaları koydukları fikirler siyasi platformda çarpıştıysa, bugünkü Neo-Osmanlıcıların da dillerindeki Osmanlı asla benimsedikleri Osmanlı değildir.
Bu konuyu ara sıra örnekli, tasvirli ele almak gerekiyor.

HATIRALAR BAHÇESİNDEN

1980’lerin başında serbest olan çok az şeyi sıralamak yasakları sıralamaktan daha kolay olur. Mesela konferans ve paneller yasaktı. 1984-85 senelerinde ürkek, çekingen organizasyonlar görülmeye başlandı. Bunlara ilgi beklenilenden fazla oluyordu. Bu sıralarda BİLSAK kuruldu. Harbiye Kenter Tiyatrosu’nda paneller düzenlenirdi. Sonradan kendi yerine taşındı. Ücretliydi bu paneller ama bilet bulmak, izdihamdan girmek çok zor olurdu. Uğur Mumcu, Abdurrahman Dilipak gibi her cenahtan panelistler kıran kırana tartışırlardı. Gazeteci yazar-çizer takımı da çok rağbet gösterirdi. Bir keresinde Kenter Tiyatrosu’nun balkonunda ayakta kalan Nazlı Ilıcak’a yanımdaki çocuk yer vermişti de yan yana paneli izlemiştik. Hayatta ilk ve son defa cüzdanımı da o panellerde çaldırdım. Tiyatronun merdivenlerinden izdiham ile çıkarken arkamda boynunda kibar bir fuları, elinde küçük sepeti olan yaşlı, entelektüel görünümlü bir kadın belirdi. Elindeki sepeti iki üç kere arkama doğru çarptı. İlkinde dönüp baktım, sonrakilerde umursamadım. O arada benim kot pantalonun arka cebindeki cüzdanı çekmekle meşgulmüş hanımefendi. Dışarı çıkar çıkmaz hemen fark ettim ama giden gitti. Mavi kart dâhil paralar uçtu. Öğrencinin cüzdanı ne olacak ki, kleptomandı galiba. Şimdi adını vermeyeyim, bizim gibi yurtta kalmayıp ailesiyle yaşayan bir arkadaşım vardı yanımda. Nasılsa eve gidecek diye son parasını söyleşi biletine yatırmış, sadece mavi kartı bir de birkaç İETT bileti vardı. Neyse ki o bileti aldım da beş param olmasa da yurda dönebildim.
Ben aslında A. Dilipak'ın o panellerde söylemekten en çok zevk aldığı bir mottoyu hatırlatmak istemiştim ama laf uzadı, onu da yakında yazarım.

MUKABELE-İ Bİ'L-MİSL

Haberleri izlemeden önce TBMM Başkan vekili Ayşenur Bahçekapılı'ya havaalanında Almanların yaptığı muamelenin Türkiye'ye, devletine ve milletine hakaret içerdiğini düşündüm. Nefretle karşıladım. Sonra dinledim ki Sayın Bahçekapılı ablası hanımefendi ile birlikte seyahatteyken çantasını çaldırmış ve diplomatik pasaportu da bye bye demiş. Konsolosluktan geçici pasaport alarak havaalanına gelmiş ve bunun üzerine o muamele olmuş. Bahçekapılı diyor ki "Alman polisler bana kötü muamele ettikten sonra konsolosluğa ulaşamadım". Yani o durumda bile yanına bir konsolosluk görevlisi refakatçi almamış. Bu hikayede birçok karanlık husus var, Meclis Başkanvekililinin bu durumlara düşmemesi lazımdı. Lafı kısa keseyim. CB. Muhtarlar toplantısında aynısını Almanlara yapmaktan bahsetti. "Mukabele-i bi'l-misl" diplomasinin önemli kavramlarından, kısaca misilleme diyelim. Misilleme yapabilmek için burada da aynı şartları haiz bir olay bulmak lazım. Yani mesela Bayan Merkel ablasıyla ülkemize geldiğinde diyelim ki çantasını çaldıracak, bir şekilde kaybedecek, içinde pasaportu da gidecek ve elçiliğinden aldığı geçici pasaportu ile havaalanına gelecek. Bu akla zarar ihtimali hadi oldu varsayalım. İşte o anda misilleme yapabilirsin. Onun haricinde diplomatik pasaportu ile bizim havaalanlarından birine gelmiş bir Alman veya AB üyesi herhangi bir ülkenin diplomatına bu muameleyi yapmaya kalktığın anda olabilecekleri düşünmek istemiyorum.

İSLAMİ İKTİSAT NASIL BİR ŞEY

İslamın iktisadi sistem olmak iddiası yoktur. Öyle bir altyapısı da yoktur. İslam bir inanç manzumesi olarak iktisada bakışını haram-helal noktasından ileriye taşımaz. Bütün iktisat geyiği burada döner. Ötesi yoktur, iktisadi analiz yapmaya niyeti de yoktur. Teori aklının almadığı bir şeydir. Zaten Araplarda da çöl kervanlarından ibaret ticari anlayışın boyutları kendilerine göre yeterlidir. Ötesine ne ihtiyaç var. Şam'ı çok seven Muaviye ve Emeviler burada paranın kokusunu aldıkları için kaldılar. Bakın bakalım, para pul işleri kimlerin elinde o zamanlar. Emeviler bu işleri kimlerden öğrendiler. Bütün para pul, vergi tahsilat işlerini Emevilerin istihdam ettiği Doğu Roma İmp görevlisi aile yürüttü. Mansur b. Sercun ailesi kimmiş bir araştırmak lazım. Bu Melkit hristiyanı aile Emevilerden sonra Hristiyanlığın son kilise babasını çıkardı ve İslama okkalı ilk reddiyeyi o yazdı. Devletin resmi yazışma dili o zamanlar Grekçe idi. İslamda kullanılan Mali yılın adı bile Rumi. Ay adları Rumi, Süryani.

OSMANLININ HRİSTİYAN SUBAYLARI

Harbiye Mektebi’nden 1912 Nisan ayında mezun olan Osmanlı tebaası yedi genç Hıristiyan subayın fotoğrafları ve memleketlerini aktarıyorum. Alt paragraftaki ibareler oldukça anlamlı. 

«Yalnız Osmanlıların olan Osmanlı memleketi, sine-i müşfikânesinde yetiştirdiği, büyüttüğü, nimet-i hayâtın kâffe-i mehâsini ile nemalandırdığı evlâdı tarafından evet, bilâ tefrik-i cins u mezheb, zâde-i tabiat ve fıtrati olan bütün Osmanlı yavruları tarafından müdafaa edilecektir.»



JURNAL TEKNİKLERİ


Bir kasabalı İstanbullu biriyle tavla oynarken adama "mızıkçı" demiş. Kasabalı oyundaki gıcık tavırlarını arttıran İstanbulluya patlamış ve "bütün İstanbullular mızıkçıdır" diye kestirip atmış. İstanbullu hiç vakit geçirmeden kasabanın telgrafhanesinden saraya çektiği telgrafla kasabalıyı padişah hakkında "tefevvühat-ı leimane"de bulundu diye jurnallemiş. "Padişahın aleyhine kötü söz söyleme" anlamına gelen bu teknik tabir bir jurnalde yer alırsa öncelikli olarak soruşturulurdu. Araştırılmış ve jurnalcinin meramı anlaşılmış. Meğer "bütün İstanbullular mızıkçıdır" demekle İstanbullu olan İkinci Abdülhamid de mızıkçı oluyormuş. O yüzden jurnallemiş. Nasıl teknik ama... (Mehmed Tevfik Biren'in Hüdavendigar Valiliği zamanından bir anısı.)

BU LİSAN OSMANLICADIR… DEMEKTE İNAT EDENLER KİMLERDİR?

“Türk Sözü”dergisinin 4 Temmuz 1914 tarihli 7. sayısında Ömer Seyfettin’in dikkat çekici bir makalesi bulunuyor. Bundan önceki sayılarda da “Osmanlıca Değil Türkçe” denmesi gerektiğine dair birkaç yazısı mevcut. Bulabilenlere okumalarını tavsiye ederim. Sadece şu paragrafı iktibas ediyorum ki bu yazıdan 102 yıl sonra bile "Osmanlıca değil Türkçe" diyemediğimiz bir dilimiz var. İbret olsun. (İlk satırdaki “devlet ve milletin ayrı ayrı şeyler olduğu” vurgusunun devletin adı Osmanlı, dili de Osmanlıcadır diye itiraz edenlere yönelik olduğunu hatırlatmak isterim. Ömer Seyfettin o tarihlerde Anadolu’ya Türkiye yerine coğrafi olarak “Turan” adını veriyordu.)
BU LİSAN OSMANLICADIR… DEMEKTE İNAT EDENLER KİMLERDİR?
Devlet ve milletin ayrı ayrı şeyler olduğuna akıl erdiremeyenler, eski ve kurun-ı vustaî (ortaçağa özgü) medrese ulûmunda (ilimlerinde) hakikat arayanlar, fenne efsane nazarıyla bakanlar ve bir de Türk Milleti’nin içtimaî ve terbiyevî vahdetini (sosyo-kültürel birliğini) çekemeyenlerdir. Evvelkiler cahil, fakat sonuncular âlimdirler. Ne yaptıklarını bilirler. Maksatları Türk Milleti’ni inkâr etmektir. Bunun için evvela lisânı inkâr ederler ve Türk dilini: «Osmanlıca, Çağatayca, Azerbaycanca, Karabağca, Özbekçe, Kırgızca, Şimalce, Cenupça, Kırımca, Tatarca» gibi parçalara ayırırlar. Hâlbuki bunlar ayrı bir lisan değil, birer lehçedir ve hepsi Türkçedir. Hele Rus âlimleri rahatça yutmak için Tatarları lisanca Türklükten ayırmağa son derece çalışırlar.


BÜTÜN DÜNYA ŞAİRLERİNE

30 Ağustos 1922 zaferine giden yolda, bitmiş, tükenmiş, yeniden doğrulmaya çalışan bir Türkiye ortamında yayınlanan Aydınlık gazetesinde rastladığım şu şiir ilginç geldi. Şairi belli değil ama Yaşar Nezihe Hanım’a ait olması muhtemel…
BÜTÜN DÜNYA ŞAİRLERİNE
Genç şair!. «Sevda»dan hâlâ bıkmadın,
Hâlâ dudağında aşk, buse, kadın,
Bu çılgınlıklardan çek kalemini
Sen de haykır amele elemini.
Şaklarken bir yanda ölüm kırbacı,
Senin terennümün bilsen, ne acı!
O terennümün ki: Hasta şuursuz…
O terennümün ki: Bulanık, nursuz…
Öyle sızlatıyor ki içimizi,
Tiksinme geliyor okurken sizi.
«Aşk»ı bıraksanız ey genç kalemler!
Yaşadığımız şu tarihî demler
Ruhunuza ateş, heyecan verse!.
Kalemlerinize biraz can verse!.
Sevda, kadın, buse… Bir günlük hisler!.
Yurdun ufkundaki karanlık sisler
Dağılsın, sonra siz yazın, haykırın!.
Kaleminizi, (aşk, aşk) diye kırın!


İKİ KADERSİZ KADIN-FEHİME SULTAN, YAŞAR NEZİHE


Geçmiş hayatların hapsolunduğu fotoğrafların günümüze yansıttıklarının ne kadarını doğru yorumlayabiliyoruz.
1880 doğumlu Yaşar Nezihe Hanım ilk sosyalist kadın şairimiz. Birkaç versiyonu olan “Bir Mayıs” şiiri ile ünlü. Uzun süre unutulsa veya kendini unuttursa da merhametsiz bir hayat çizgisine rastlamasına rağmen hayata tutunmuş, kendini kanıtlamış ve bugün saygıyla andığımız, kitapları, eserleri ortada olan bir değerimiz. İlginçtir başörtüsünü hiç çıkarmamış. 1945’te Taha Toros’a armağan ettiği fotoğrafında da öyle mesture bir hali var ki insanı şaşırtıyor.
1875 doğumlu Fehime Sultan, babası Beşinci Murad tahttan indirildiğinde 1 yaşındadır. Kadersiz hanım sultan, ailecek kapatıldıkları Çırağan Sarayı’nda 1901’e dek hapis hayatı yaşar. Sarayın dışını ilk defa, evlilik için Yıldız'a nakledildiğinde görür. O devir için evde kalmış sayılacak yaşa gelinceye kadar amcaları Abdülhamid tarafından diğer kız kardeşleriyle birlikte evlendirilmezler. Hanedan’ın yurtdışına sürgününde Nice şehrine yerleşirler. İkinci kocası bütün parasını alıp sırra kadem basar. Son Halife Abdülmecid, hanedanın Mecidî koluna olan nefretinden dolayı yeğeniyle ilgilenmez. Fehime Sultan emektâr ve vefakâr zenci dadısının gündüzleri dilenerek akşamları getirdiği üç-beş kuruşla hayatını sürdürmeye çalışır. Vereme yakalanır ve 1924 yılında çektirdiği bu fotoğraftan beş yıl sonra acı hayatına veda eder.
Fotoğraflarda ana hatlarıyla anlattığım dramın ne kadarını görebildiniz?



MÜHTEDİYE NAHİDE HANIM

Mağdurîn-i siyasiyeden Mustafa Bey’in mühtediye eşi Nahide Hanım’ın arzuhalini görünce bir daha düşündüm... Galiba bu ülkenin siyasi mağdurları hiç bitmeyecek. Eski bir mesele ve sürekli yenileniyor…Bir ara şu mektubun transkribesini veririm de şimdilik özetleyeyim. Kadıncağız Nahide Hanım, ihtida ederek evlendikten sonra kocasını İttihat-Terakki devrinde iki defa Sinop'a sürmüşler. İki defa nuzül isabet ettikten sonra vefat etmiş. 75 kuruş maaşla kala kalmış. Mühtediye olduğunu ısrarla vurguluyor ki yardımcım yok, yalnızım, bu maaş yetmiyor diyor ama istediğine nail olamıyor. Allahtan pul parası varmış, yoksa pulsuz dilekçeyi işleme bile koymazlardı.



DARÜLFÜNUN-ZİYA GÖKALP

DARÜLFÜNÛN
Diyorsunuz hükûmetin idârî
Velâyeti fenlere de şâmildir.
Ben derim ki idâre her hüneri
Bilmez, çünkü mütehassıs değildir…
Salâhiyet, mansıp gibi yukardan
Verilmez hep ihtisasla alınır…
Hiçbir âlim nüfûzunu hünkârdan
Almaz gerçi ondan alır her nâzır…
Bir müderris ya ilmiyle taayyün
Eylemiştir, sizden ta’yin istemez.
Yahut ilmi etmemişken tebeyyün
Edersiniz ta’yin, kalır bir çömez!...
Bırakınız bunlar kendi kendine
Seçilsinler, siz seyirci kalınız,
İlmi verin âlimlere, siz yine
Ele mülkün dizginini alınız.
Darülfünun emirlerle düzelmez,
Onu yapar ancak serbest bir ilim,
Bir mesleğe hâricinden fer gelmez
Bırakınız ilmi yapsın muallim!...
Ziya GÖKALP

LA REVOLUTION

Yeni Osmanlıların Revolution/İnkılab gazetesinin başlığı. O tarihlerde Demokrat Müslümanlar nasıl ses veriyormuş! Başlığın sağ tarafında yazılı Şuara 227. ayetin sonu ile. "Ve se ya’lemullezîne zalemû eyye munkalebin yenkalibûn / Zulmedenler hangi akıbete uğrayacaklarını göreceklerdir." Bir de bunun Fransızcasını sola yazmışlar. Bunlar ilk devrimcilerimiz. Bu adamlara o zamanlar bir çok şey diyorlardı da bilselerdi "gomonist" derler, başka bir sıfat aramazlardı.



CUMHURİYETİN KUL HAKKI YEMEYENİNİ SEVERİM

Yanarım, yanarım da şöyle ağız tadıyla kutlayamadığım Cumhuriyet Bayramı'na yanarım. Ağzının tadı ne zaman gelir diye soracak olursanız söyleyeyim. Toplumda eşitlik, dayanışma, liyakat, özgürlük önem kazanırsa, her şeyden önce "adalet, adalet, adalet" ana ilke olursa tadından yenmez. Kardeşlik gibi zorlama istekler olmasa da olur... Yeter ki düşmanlık olmasın. Bir de insanların büyük çoğunluğunda eskiden var olduğunu görüp tespit ettiğim haysiyet, şeref gibi kavramları da yeniden kazanmalıyız. Eskiden de şerefsizler vardı ama günümüzdeki kadar baş tacı edilmiyorlardı. Çoğunlukla itilip kakıldıklarından hadlerini biliyor, ulu orta öne atılıp racon kesmiyor, kendileri gibi sefih mahlukları bulup bir araya gelerek en fazla külhanbeyilik sanatını icra ediyorlardı. Şimdi revaçta olduklarına baka baka bunları örnek alan gençlere ne söyleyebilir, ne kadar inandırıcı olabiliriz. İnanan, inanmayan kim olursa olsun galiba herkesin ortak ideali olabilecek bir orta yol mevcut; Kul hakkı yememek. Kutlamalarda dillere pelesenk olan "Cumhuriyet bizleri kula kul olmaktan kurtardı" demekle övünüyoruz ama "kul hakkı yemede sakınca görmeyen" sistemden bir türlü kurtulamıyoruz. Ben Cumhuriyetin kul hakkı yemeyenini severim.

SİYAH-BEYAZ FOTOĞRAFLAR



Sahaf festivalinde bir miktar fotoğraf denk getirdim. İyi oldu. Ara sıra paylaşacağım. Şu fotoğraf mesela... Yıl 1917, çocukların hali geleceğin Türkiye'sinin ipuçlarını veriyor değil mi? İsimler ilginç, İsmail Kemal, Beraet Kemal... Yüzyılın başında soyadı alışkanlığımız(!) yokken ismin sonuna babanın adı getirilirdi. Bir Türk muhiti olan ama Soyadı Kanunu dışında kalan Kıbrıs'ta da bu usul son yirmi yıla kadar geçerliydi. Bu fotoğraftaki çocuklar da babalarının ismiyle anılıyor muhakkak. İsmail ve Beraet.. Tabi aklıma bunların Arnavut oldukları da gelmiyor değil... İsmail Kemal ve Berat bu çağrışımı yaptı.




MUTLU ZAMANLARIN FOTOĞRAFI

Bazen hangi değerlerimizi yitirmişiz diye sorunca en iyi cevabı eski fotoğraflarda buluyorum. 1968 yılında İskenderun stadında bir maçta alınmış şu fotoğrafa bakınız. İnsanlar mutlu yahu... Üstelik ayrı gayrı yok, herkes bir arada, hep birlikte mutlu. Maça bile kravatlı gelenler, ceket omuzunda bıçkınlar, çoluk, çocuk, kız, kızan, teyzeler, ablalar... Şu tablo geri gelir mi bir daha?



ÜMMETÇİLİKLE NASIL OLACAK

İslam Ümmeti diye adlandırılabilecek bir olgu var mı ortada? Ne gezer!. Her kafadan ayrı ses çıkaran Sünni, Şii, Harici, Selefi, Vehhabi, İsmaili, Kadiyanî ana kollar yetmezmiş gibi binlerce tarikat, cemaat, topluluktan tek bir ses çıkar mı? Çıkmaz tabi. O yüzden neyin peşinde oldukları da belli değil. Kimi devlet sadece kendi kabilesinin istikbalini sağlama derdine düşmüş. İran gibi mezhep ideolojisiyle bambaşka bir kimlikte hareket edeni de var. Kimilerinde sadece yönetici sınıf, oligarşik katmanlar için devlet örgütü mevcut. Halkın en ufak bir haysiyeti yok. Demokrasi, insanlık değerleri falan hikâye… Zaten bunlara devlet demeye bin şahit ister. Emperyalizmin kucağına oturup oturup bize posta koymayı marifet biliyorlar. İyi de bize ne oluyor. Biz neyiz? Ulus-Devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin fertleri olan Türk Milleti miyiz yoksa İslam Ümmetinin sınırlarımız içinde yaşayanlarının meydana getirebildiği İslam Devleti miyiz? Fazla uzak görünmeyen, yakın bir gelecekte çıkması ağır basan topyekûn bir savaşta ne adına savaşacağız. Bayrağını, İstiklal Marşını, sınırlarını, devletin kurucularını kıyasıya eleştirenlerle, tartışmaya açanlarla, bu değerleri zayıflatanlarla hangi asgari müşterekte buluşulabilecek. Bu değerleri zayıflatan, tartışmaya açan, hakaret eden adamlar mı bizi bir bayrağın altında toplanmaya, vatan sınırlarını savunmaya çağıracak. İslamcılık ideolojisi bayrağı, vatan sınırlarını tanıyor mu ki? Ne olacak, gerçekten nasıl olacak?

ANADOLU'NUN YETİM YAVRULARINA

Balkan Harbi'nde canını kurtarabilenin akın akın kaçtığı zamanlardan itibaren Anadolu'da kan, acı ve gözyaşı devri hüküm sürdü.
Adeta "matemi dinmeyen gam diyarı" haline gelen bu bahtsız memleketin yüzü gülsün, bir daha böyle şiirleri yazacak hissiyata sahip şairleri, gözü yaşlı boynu bükük yetimleri olmasın.
ANADOLU’NUN YETİM YAVRULARINA
matemi dinmeyen gam diyarında
gözleriniz yaşlı, boynunuz bükük
hayatınız daha ilk baharında
neden size oldu çekilmez bir yük?
ey hazin çehreli yetim yavrular,
ne çabuk düştünüz hicran yoluna
burada sizleri kim arar, sorar?
buradan gidilir hüsran yoluna
şefkat umduğunuz bu hissiz ilde
size açılacak kaç kucak vardır?
hâlâ neşvesiyle çıldıran belde
kaç yetim gözünü silmeye kâdir?
ruhum ıstırapla titrerken size
bir teselli olsam mateminize
derdim yaşamamın hikmeti varmış,
insan olan yetim kalbi sararmış!
337-Haziran [1921]
Şükufe Nihal


19 Aralık 2016 Pazartesi

FOSSATİ'NİN GÖZÜYLE
Ayasofya'nın kıblle yönündeki sol minaresine 1846 yılında çıkan Mimar Fossati gördüklerini böyle çizmiş. 360 derecelik bir panoramanın bu paftası; Üçüncü Ahmed Çeşmesi, Topkapı Sarayı Gülhane Bahçesi, Bab-ı Hümayun'un sağ tarafı, Sur-ı Sultani'den aşağı doğru İshak Paşa Mahallesini kapsamaktadır. Bu resim, belgesel nitelikte olsa da bazı nispetsizliklerle malüldür. Karşıda Selimiye Kışlası, Kadıköy, Moda kıyıları, en ileride Adalar gözler önündedir. Tanzimat Fermanı olarak yanlış adlandırdığımız Hatt-ı Hümayun, 1839'da işte bu bahçede okunduğu için Gülhane Hatt-ı Hümayunu adını almıştır. Günümüzdeki Gülhane Parkı'nın tarihi Gülhane ile alakası yoktur ama Tanzimat Müzesi'ni oraya kurmuşlardı. Gülhane Askeri Tıp Akademisi olarak tarihten gelen adını kullanan GATA, bahçenin Sur-ı Sultani adı verilen saray duvarlarına yakın kısmında yer alıyordu. Hepsi tarihe karıştı...