10 Nisan 2022 Pazar

ATATÜRK'ÜN BİLİNMEYEN BİR TELGRAFI

Mustafa Kemal Atatürk’ün hiçbir yerde yayımlanmamış bir telgrafını sunuyorum. İzmir, Aydın, Manisa’nın Yunan kuvvetlerince işgali, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde düzenlenen mitinglerle, vilayet merkezleri ve kasabalardan yurt ve dünya kamuoyuna yönelik toplu telgraf ve beyannamelerle protesto edilirken, esaret altındaki Babıâli’nin pek sesi çıkmıyordu. O sıralarda 9. Ordu Müfettişliği görev ve unvanı ile Anadolu’ya geçmiş bulunan Mustafa Kemal Paşa, Damad Ferit Paşa’nın başında olduğu Sadaret’e çektiği bu telgrafıyla, Babıâli’nin hareketsizlikten kurtulup, halkın göstermekte olduğu tepkileri yönlendirmesini sağlamak adına, hükümetin hâlihazır siyaseti hakkında bilgilendirilmeyi istemektedir.

TELGRAF METNİ

BABIÂLÎ
Daire-i Sadaret
Şifre Kalemi

Şifre Telgrafnâme

Makâm-ı Celîl-i Sadâretpenâhîye
İzmir Manisa Aydın işgâlinden müteheyyic ve endîşe-nâk olan ahâlînin her tarafta istiklâl-i millîyi tahlîs gâyesiyle yaptıkları müessir tezâhürât mürâcaat-ı vâkı‘adan ve bazı mahallerden âcizlerine gelen telgrafnâmelerden anlaşılıyor. Bilhassa vaktiyle yanmış ve pek çok zulüm ve istîlâ gören Vilâyât-ı Şarkıyye ahâlîsi Ermenilerin mahsûs ve fiilen vâkî‘ bazı harekâtından ve ecânibin Garbî Anadolu’daki işgâl ve istîlâlarından muhıkk olarak şüphelere düşmüş ve artık kendi topraklarının da aynı âkıbete uğrayacağından endîşe-nâk olarak bir nokta-i itmi’nân ve tesellî bulmak içün vaziyet-i sahîha ve hakîkıyye hakkında ale′d-devâm ma‘lûmât isteyorlar. Devletin ve milletin hukûk-ı istiklâli içün merkez-i saltanatta ve her tarafta olan teşebbüsât-ı milliye Bâbıâlî’nin teşebbüsât-ı fi‘iliyyesinden icmâl edildiği cihetle hükûmet-i seniyyenin vaziyet-i siyâsiyye-i umûmiyyesine mütedâir tenvîr ve irşâd buyurulmaklığım hakkındaki lütf u mevâ‘id-i fahîmânelerinin âsârına ehemmiyetle intizâr edilmekte olduğunu arz eylerim.
3 Haziran sene 335 [3 Haziran 1919]
Dokuzuncu Ordu Kıtaâtı Müfettişi Fahrî Yaver-i
Hazret-i Şehriyârî Mirliva Mustafa Kemal
[BOA.A.VRK 835/79]


SADELEŞTİRME
İzmir, Manisa ve Aydın’ın işgalinden sonra heyecanlı ve endişeli olan halkın her tarafta yaptığı etkili mitingler, vaki olan müracaatlardan ve bazı yerlerden bana çekilen telgraflardan anlaşılıyor. Bilhassa vaktiyle [I. Dünya Savaşı sıralarında] yanmış ve pek çok zulüm ve istila gören Doğu vilayetlerinin halkı, Ermenilerin bazı operasyonlarından ve ecnebilerin Batı Anadolu’daki işgal ve istilalarından haklı olarak şüphelere düşmüştür. Artık kendi topraklarının da aynı akıbete uğramasından endişelendiklerinden kalplerini teskin edebilecek bir teselli noktası bulmak, olup bitenden doğru ve gerçek haber alabilmek için durmaksızın malumat istiyorlar. Devletin ve milletin hakkı olan bağımsızlık için saltanat merkezinde ve her tarafta olan milli girişimler, Babıâli’nin kendi başına ortaya koyduğu eylemlerden sayıldığından, hükümetin bu duruma dair genel siyaseti hakkında aydınlatılıp bilgilendirilmeyi önemle beklediğimi arz ederim. 3 Haziran 1919

Dokuzuncu Ordu Müfettişi
Padişahın Fahrî Yaveri
Mirliva Mustafa Kemal










Nutuk'ta yer alan aynı tarihte Harbiye Nezareti'ne çekilen telgraf.

BİZ GENÇTİK ÇEKTİK, ŞİMDİKİ GENÇLİK DE ÇEKİYOR. NE ÇİLESİ VARMIŞ BU GENÇLİĞİN

 

Asırlar geçti, bizim politikacılarla bazı ham ervah bürokratlarda zihniyet değişmedi. Her işte baskı, her yerde sindirme politikası. Atalarımız zorla güzellik olmaz demişler ama bu dededen toruna zihniyeti değişmeyen politikacıların tek anladığı hot-zot politikası. Yeni eğitim-öğretim yılı başlar başlamaz RTE, Bahçeli ve bunların açtığı yoldan giden bilumum politikacıların öğrencilere demediği kalmadı. An geldi terörist dediler, kimi hızını alamadı kafalarına uymayanları dinsiz, imansız ilan etti. Velhasıl akıllarına her geleni söyleyip durdular. Bu ülkede her ağzını açan politikacı, gençliği, kadınlığı, çocukluğu, analığı, babalığı, öğrenciliği, öğretmenliği velhasıl topyekûn bir insanlığı hizaya çekmek istiyor. Herkesi, kendilerinin kırıp atamadığı kalıbı dar dünyalarına mahkûm etmeye kalkıyor. Çevrelerinde kendilerine aldırmayan, zamanının doğrusu üzerinde ilerleyen gençleri görünce tahammül edemeyip çıldırıyorlar. Ne yapsın bu gençlik? Karşınıza dizilip mum gibi esas duruşta, el-pençe divan mı dursun? Ağzını bıçak açmasın, her gelene ağam, gidene paşam mı desin? Bu sayede sizler de berbat dünyalarınızda huzur içinde yaşamanın hayalini mi kuruyorsunuz?

Sizlerin ağababalarınız da o hayallerle yaşadı ama devran dönünce vaktinde ensesinde boza pişirdikleri o gençlerin eline baktılar. Şimdi de öyle olacak. Herkes vadesi dolunca göz önünden kaybolacak. Ülkemizi kendinden emin, ne yaptığını bilen, hota zota kulak asmayan gençler bir adım ileriye taşıyacak. Yoksa istikbalimiz bunların istediği suya sabuna dokunmayan mıymıntı mı mıymıntı gençlere kalırsa, dünya uluslarının yönetim sırası bizim gençlerin akranlarına geldiğinde bizimkileri suya götürüp susuz getirirler. Ondan sonra yandı gülüm keten helva...
Vaktinde de aynı kafalar boş boş konuşup iş yaptıklarını sanıyorlardı. Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) öğrencilerinden bir grup öğrenci, gençlik hevesiyle okullarında kendi başlarına “Sebat” adında bir gazete çıkarmışlar. Aslında o kadar masum bir edebiyat mecmuası olarak çıkarmışlar ki ne yapacağını şaşırmış hükümet çocukları teşvik etmesi gerekirken cezalandırılmalarını istiyor. Artık kim II. Abdülhamid’e jurnallediyse Zaptiye Nazırı Nazım Paşa’nın paçaları tutuşmuş. O da yaptırdığı tahkikatın sonucunu aşağıdaki belgede anlatıyor. Üç sayı çıkan dergide hiçbir suç unsurundan bahsedemiyor ama neler neler diyor, demediğini bırakmıyor. Aşağıda belgenin yeni yazıyla okunuşunu verdim. Laf salatası olan tarafları önemli değil, anlaşılması gereken yerler zaten anlaşılıyor. Bir bakın bakalım, nazırın kafasındaki dünyanın bugünkülerden bir farkı var mı? Üstelik bu Nazım Paşa o devrin mürekkep yalamış tahsillilerinden. Avrupa görmüş, lisan aşina, gazete yazarlığı yapmış, telif ve tercüme bir hayli kitabı var. Demek ki an geliyor, makam sevdası mıdır her nedendir bilinmez, zihniyet değişimine bunlar da fayda etmiyor.
(Galatasaray Lisesi tarihçesine dair kaynaklarda bu olaya ve Sebat gazetesine rastlayamadım. İlgilisi varsa tavsiye ederim. Bu konu derinlemesine bir araştırmayı hak ediyor.)
Belge Metni:
Mekteb-i Sultani’lerinde beyne’t-talebe tertip olunan gazete hakkında ikmal-i tahkikat için bu sabah polis meclisi reisi mekteb-i mezkûre gönderilmiş idi. Tahkikat-ı vâkı’ayı havi şimdi varid olup leffen arz u takdîm kılınan varakadan müstefâd olduğuna göre beşinci sınıfın ikinci kısmı şakirdânı kendi eserlerini neşr için böyle bir gazetenin neşrine karar vererek mektebin nısf haricî şakirdânından Köyne Efendi dahi kendi hanesinde alet-i istinsah ile bu gazetenin tab’ını deruhde edip şimdiye kadar üç numara çıkarmış olduğu tebeyyün ederek mürettipler hakkında mektepçe muamele-i te’dibe icra olunacak ise de mekteb-i mezkûrun idaresi nizamsız olmakla beraber emr-i idare dahi bir takım adi Hıristiyan ve hatta Ermeniler elinde kalmış olduğundan mekteb-i mezkûr idaresi esasen muhtac-ı ıslah göründüğü gibi Mekteb-i Mülkiye şakirdanı meyanında da hürriyet-i efkâr namıyla efkâr-ı Frengâneye meyyâl olanlar dahi hissolunduğundan ve mekatib-i âliye şakirdânı kendi hallerinde serbest bırakılırsa gençlik münasebetiyle en fena mesleklere sülûk ederek tahsillerinden devletçe istifade olunmadıktan başka belki pek çok mazarrat görülebileceğinden mekatib-i âliyece şakirdanın hal ve hareketleri taht-ı inzibatta bulundurularak tehzîb-i ahlaklarına ziyadesiyle itina kılınmak lazım gelir gibi mütalaa olunduğu maruzdur. Ol babda ve kâtıbe-i ahvalde emr u fermân veliyy-i-ni’met-i bî-imtinânımız efendimizindir.
Fî 2 Mart sene 308 (14 Mart 1892)



DR. OSMAN ŞEVKİ ULUDAĞ

Dr. Osman Şevki ULUDAĞ'ın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'ye gönderdiği, onun da Başbakan Hasan Saka'ya havale ettiği 1948 tarihli mektubunu okurken çok hüzünlendim.

Dr. Osman Şevki ULUDAĞ'ın kim olduğunu uzun uzun yazamayacağım fakat isteyenler Vikipedia'daki maddeye müracaat edebilirler.



E PLURIBUS UNUM

ABD’nin1831 yılında İstanbul’da mukim ilk resmi maslahatgüzarı olarak atadığı David Porter’in o tarihte Osmanlı Devleti ile ABD arasında imzalanan Ticaret Muahedesi’ne dair kaleme aldığı Fransızca mektubun üst tarafında orijinal Amerikan arması bulunuyor. Gerçi kuruluş tarihindeki 13 eyaletin yıldızı bu armada 24'e çıkmış ama bu da işin orijinal tarafı. Bu arma aynı zamanda ABD’nin bir dolarlık banknotunun arka yüzünde de 13 yıldızlı haliyle mevcut. Osmanlı Arşivi'ndeki armanın etrafında “İstanbul ABD Elçiliği” yazılı. Armanın içindeki kuşakta Latince “E Pluribus Unum” sloganı yazılı ki ABD’nin kuruluşundan beri kullandığı resmi prensibinin sloganıdır. “Çokluktan doğan birlik” olarak tercüme edilen bu sözün ABD tarihindeki yeri ve önemi çok büyük.

Geçenlerde izlediğim “Designated Survivor” adlı dizide ABD başkanı rolündeki Kiefer Sutherland’ın Teksas toplantısında bu sözü coşkulu bir topluluğun coşkusunu daha da arttırmak için kullandığını gördüm. Adamlar gelenekse gelenek, prensipse prensip, tarihlerinde neleri varsa propagandist filmlerine öyle bir ustalıkla yediriyorlar ki hayran kalıyorum. Bir de bizim tarihi dizilere bakıyorum, uydurulmuş gelenek ve saptırılmış tarihe boğulmuş ilkel temaşalarla sıfıra sıfır elde var sıfır vaziyetinde kalakalıyorum.








OSMANLI DOĞU ANADOLU’YA DEMİRYOLU YAPAMAZ, UKRAYNA NATO ÜYESİ OLAMAZ

 

Ruslar 19. yüzyılda Osmanlı Devleti'ne Balkanlar ve Kafkaslar olmak üzere iki cepheden saldırıyorlardı. Balkanlardan yapılan saldırılar kolaydı ve Ruslar için hedef saptırmaktan ibaretti. Şıpka geçidini her seferinde geçen Rus ordusunun önünde, coğrafi engellerin olmadığı dümdüz bir arazinin ardında İstanbul bulunuyordu. İstanbul’u ele geçirmek Osmanlıyı tarih sahnesinden silmek demek olduğundan, Ruslar bu kadar büyük bir hedefe yönelmek için konjonktüre uygun bir anı yakalayamıyordu. Nitekim 1878’de bu hedefe bir adım yaklaşmıştı ama uluslararası müdahaleyle geri adım atmak zorunda kalmıştı.

Rusya’nın 19. yüzyılda Osmanlıya yönelik saldırılarının esas gayesi İskenderun ve Basra körfezlerine inebilmekti. 19. yüzyılın başından itibaren çeşitli denemelerde bulundu. 1807, 1828 saldırılarındaki yoklamalarından sonra 1878'de Berlin Anlaşması ile Batum, Kars ve Ardahan'ı alarak Erzurum'a kadar yerleşti. Bu tarihten sonra bugün Ukrayna’nın NATO üyesi olma isteğine gösterdiği tepkinin bir benzerini hiç çekinmeden Osmanlılara karşı da gösterdi. Ruslar resmen kendi toprakları haline gelen Kars ve Ardahan’a mücavir bölgelere demiryolu yapılmasını istemiyorlardı. 1878 yılından sonra Samsun-Sivas, Erzurum-Trabzon arasında gerçekleştirilen çok küçük çaplı şose projelerinin haricinde ulaşım kara düzen neolitik çağ şartlarında gerçekleşiyordu. Kendileri bu bölgeyi hatta nüfuz sahalarında olan İran’ın Tebriz’e kadar olan kesimini 1878’den itibaren yepyeni şose ve demiryolu ağlarıyla donattıkları halde Osmanlıların Samsun-Sivas ve Trabzon-Erzurum arasında demiryolu projelerine engel oluyorlardı. Osmanlıların kendi imkânlarıyla bu projeleri gerçekleştiremeyecekleri ortada olduğundan yabancı şirketlere imtiyaz verilmesine şiddetle itiraz ettiler. Rusların bu baskısı girişimci ecnebi şirketlerin gözünü korkuttu. Düvel-i Muazzama da Rus nüfuzuna terk ettikleri Doğu Anadolu’da nüfuz kazanmaya yanaşmadı.

Yalnız kalan II. Abdülhamid nihayet 1900 yılında 10 yıllığına bu bölgenin demiryolu imtiyazını Ruslara verdi. Tabii ki Ruslar ne demiryolu yaptılar, ne de karayolu. Samsun’dan Kayseri’ye çizilen hattın doğusunda kalan bölge II. Abdülhamid’in istibdat yönetiminde modern ulaşımın nimetlerinden asla yararlanamadı. Ekonomik ve kültürel yönden zaten geri olan bu bölgeler Rusların Trabzon-Erzurum-Tebriz yolunun ticaretini baltalamalarıyla daha da kötü bir duruma geldiler. 1906-1907 yıllarında II. Abdülhamid rejimine yönelik vergi ayaklanmaları olarak bilinen, esaslı anlamda ilk protesto ve halk hareketlerinin en şiddetlilerinin Kastamonu, Samsun, Trabzon, Erzurum vilayetlerinde çıkması tesadüf değildir.

Rusların II. Abdülhamid’den aldıkları 10 yıllık imtiyazın süresi bittikten sonra II. Meşrutiyet rejiminde tüm çabalara rağmen bölgenin demiryolları yapılamadı ama Ruslar 1912’de son bir hamleyle Sarıkamış’ı Tiflis’e demiryoluyla bağlayıverdiler. Sonunda 1915’te Sarıkamış’ta neler yaşandığını biliyoruz. Bin bir zahmetle takviye etmek, lojistik destek sağlamak istediğimiz halde çok başarılı olamadığımız ordumuza karşılık Ruslar sahip oldukları demiryolu sayesinde bizlere tarihimizin en acı hezimetlerinden birini tattırdılar.

Ali Ferruh Bey'in Bulgar Başbakanın Yüzüne Okuyup Üflemesi


Hariciyeci Ali Ferruh Bey Osmanlının son devrinin müstesna devlet adamlarından biridir. Mesleğinde olduğu kadar devrinin edebiyatçı kimliğiyle de öne çıkan sanat erbabındandır. Erken yaşta ölümü toplumda büyük bir üzüntü yaratmış ve sağlığında olduğu gibi arkasından da herkes hüsn-i şahadet etmiştir. Babası Reşad Paşa gençliğinde Yeni Osmanlıların önde gelenlerinden ve 1871 Paris Komünü’nde sokakları arşınlayan bir devrimciydi. Sonraları Abdülhamid’in güvendiği mülkiye paşalarından oldu. Oğlu da onun yolundan giderek devletin hariciye kanadına intisap etti. Bulgaristan Komiseri olarak bulunduğu son görevinde kısa sürede büyük işler başarmış ve Sofya Sefareti Arşivi’ni devrine göre hayli ileri seviyede tasnif ettirerek, devletimiz açısından son derece önemli belgelerin günümüze kadar intikal etmesini sağlamıştır. Onun tasnif ettirdiği ve kendinden sonra da birikmeye devam eden bu belgeler neredeyse hiç zayiata uğramadan getirildiği Osmanlı Arşivi’nde günümüz standartlarında yeniden tasnif edilerek 92917 katalog maddesinde yaklaşık 330 bine ulaşan belge adediyle HR.SFR.(04) kodu altında araştırmacılara sunulmuştur. Bu tasnifin içinden çıkan Sofya Sefareti Arşivi’nin sandıklarına dair fotoğraf da günümüze kadar bulunmuş en eski arşiv faaliyeti fotoğrafımızdır.
1878 Berlin Kongresi’nde alınan kararlarla Bulgaristan içişlerinde bağımsız, Osmanlıya bağlı bir prenslik olarak yeniden teşkilatlandırılarak başına da Alman hanedanlarının boşta gezer prenslerinden biri getirilmişti. Oradaki en üst rütbeli Osmanlı devlet adamına da Bulgaristan Komiseri deniliyordu. Ali Ferruh Bey Washington sefaretinden nakledildiği komiserlik görevine 1902’de başladı. O zamanki Prens Ferdinand ve Meclis-i Nüzzar Başkanı Danef Efendi (bakanlar kurulunun başı yani başbakan) ile olan ilk görüşmelerinden edindiği izlenimleri düzenli raporlar halinde II. Abdülhamid’e ve Sadaret’e sunuyordu. Ali Ferruh Bey Prens ve başbakandan hiç hoşlanmamış. 6 Mayıs 1902 tarihli raporunda aralarında geçen konuşmaları olduğu gibi anlatırken çok hoş, bugün için şaşırtıcı ifadeler kullanmış. Danef Efendi’yi yüzüne karşı nankörlük ve sözünün eri olmamakla suçlamış. Kafasını bozduğunda prensi de yalancı, renksiz ve mesleksiz olmakla suçluyor. Görüşmeye dair aktardığı en can alıcı ifadeleri ise aynen şöyle:
“İnşallah ömr-i resmîsi kısadır. Zaten mumaileyhimin üzerine birkaç defa ‘izâ vakaʻat’ sure-i celilesini okuyup üfledim. Artık o adam içün muvaffakiyet mutasavver midir?. Sure-i Mekkiyye-i müşarünileyhanın havass-ı celili ve tesirat-ı harikası malum-ı celil-i hazret-i Hilafet-penahidir.”
Maalesef bu mektuptan iki sene sonra Ali Ferruh Bey vefat etti. Danef Efendi’nin görevinin ne zamana kadar sürdüğünü tespit edemedim. Acaba Ali Ferruh Bey’in nefesi kuvvetli miydi? Okuyup üflemesi işe yaradı mı? Yoksa sadece II. Abdülhamid'in nabzına göre şerbet mi verdi? Buralarını şimdilik bilemiyorum.
Biyografisine ve çalışmalarına dair YÖK TEZ sitesinde dört tez tespit ettim ve üstünkörü incelememe göre fena çalışmalar olmadığını söylemeliyim. Teferruat isteyenler için önerebilirim.