24 Kasım 2015 Salı

KIRIM'IN ARDINDAN SULTAN BİRİNCİ ABDÜLHAMİD'İN GÖZYAŞLARI

Rus kavmi vahşidir. Savaş esnasında daha da zalimdir. Bu ilkeyi tarihi tecrübelerimiz ispat etmektedir. Osmanlı devrinde bizi en çok sıkıntıya sokan kavmin Ruslar ve devletin de Rusya olduğunu tartışmaya ihtiyaç yoktur herhalde. Rusya kadar Osmanlıyı tahrip eden, hayat damarlarını kurutan, ilerlemesini durduran ve resmen korkutan bir başka ülke yoktur. Karlofça faciasından sonraki dönemde aklı başında Osmanlı devlet adamları sorunları çözmek için Rusya ile harp etmektense diplomasi yolu ile ihtilafların halledilmesini ilke edinmişlerdir. Buna rağmen bazı durumlarda diplomasi taraftarlarının etkinliği ortadan kalkmış, savaş çığırtkanları sayesinde savaş kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu savaşların çoğunda büyük can, mal ve toprak kayıpları vererek mağlup olmuşuzdur.

Burada paylaştığım belge Sultan Birinci Abdülhamid’in el yazısı iledir. Sadrazamına yazdığı bu hatt-ı hümayunda Yuşa Tepesi’ne çıkıp Karadeniz’e baktığında karşı yakada elimizden çıkan Kırım’ı hatırlayıp ağlamaktan geri kalmadığını duygusal ifadelerle anlatmaktadır. 1783 sonrası bir tarihe ait olması gereken bu belgede Tokat diye bahsedilen yer Beykoz’daki meşhur “Tokat Bahçeleri”dir. Oradan Yuşa tepesine çıkmış ve Kavak hisarlarında top talimleri yaptırmış. Karadeniz tarafına bakmış, elimizden çıkan ve Rusların bir eyaleti haline gelen Kırım’ın düşman eline geçtiği hatırına gelince takati kesilmiş. Duygusallığı da ağır basınca kendini zapt edemeyerek ağlamış. Bunun üzerine Kırım’ın düşman Ruslar elinden kurtularak tekrar Osmanlının eline geçmesi için Allah’a dualar ediyor.

O günden bu güne ağlamak ve dua etmek fayda etmedi. Kırım halen Ruslarda…

BELGE METNİ:

Benim Vezirim



Bugün biniş Tokat’a malum… Yuşa mahalline vardım. Kalelerde sektirme toplar attırdım. Mustahfızlarına ve topçularına inam olundu. Alimallahu ve kefa bihi. Bahr-i Siyah tarafına nazar ettikçe kalbime bir rikkat ârız olup bî-tâkat bükâ eyledim. Kırım’ın dest-i küffarda kaldığı hatırıma geldikde kendimi zabt edemedim. Cenâb-ı Müntakîmü’l-Gayyûr ol kâfir müşrikinin yed-i menhûsesinden halâs, kel-evvel Devlet-i Aliyye’nin kabza-i teshîrine girift olmasını yâ Rab sen nasîb eyle deyu tazarru-ı niyâzım olmuşdur. Heman Cenâb-ı Kâdir-i Mutlak Hazretleri kuvvet ve kudret ihsan eyleye. Âmîn yâ İlâhe’l-Âlemîn. Erselehû Rahmeten li’l-Âlemîn.


22 Kasım 2015 Pazar

TEK KOLLU CEMAL


1936 yılından kalma Türk Hava Kurumu yılbaşı piyangosu afişi ne güzellikler barındırıyor. Üzerindeki kaşede ismi yazılı "Tek Kollu Cemal" hakkında Milli Piyango sitesinde aşağıdaki bilgi yer alıyor.
"Tek Kollu Cemal de Nimet Abla'nın kapı komşusuydu. Astsubay iken geçirdiği kaza sonucu tek kolunu kaybedince çok sevdiği ordudan ayrılmak zorunda kalmış, bilet satıcılığına başlamıştır. O da hanımı ile birlikte bilet satardı.
Nimet Abla'ya gelenler bir bilet de ondan almadan edemezlerdi. Çekiliş sonrası kazanan talihlileri bulur, yanından ayırmadığı gıcır gıcır paraları avucunda sayar, sattığı biletlerden hangisine ikramiye çıktığını belirledikten sonra bunu gazetelerde halka duyururdu...
1950'li yıllarda ünlenen Cüce Simon ve Uzun Ömer'den çeyrek yüzyıl önce bazı piyango bayileri öne çıkmaya başlamışlardı. Bunlardan biri, Tek Kollu Cemal'di. Bu bayiler, sattıkları biletleri içine koydukları reklam zarfları da bastırmışlardı. Anlaşılan, bu zarflarla taşradaki müşterilerine de bilet postalamaktaydılar."


ABDÜLGANİ EL-HAMEVİ'NİN HARMAN MAKİNESİ


Şamlı Abdülgani el-Hamevi isimli bir mucit harman makinesi icat etmiş. Artık nerede çektirdiyse bu fotoğrafı da İstanbul'a göndermiş. Maalesef evrakından ayrı düşmüş, tarihsiz ve epeyce tahrip olmuş bu fotoğraftaki hikayeyi şimdilik takip edemiyoruz. Sadece bir tespit olması bakımından paylaşıyorum.

KİTAP KENARLARINDA RASTLANAN TARİH


Bu akşam Marmara Denizi’nde olup İstanbul’da hissedilen depremi kaç kişi not aldı acaba. Eskiler böyle bir durumda, belki de o anda okudukları kitabın kenarına, hemen not alıyorlardı. Bu aşağıdaki not da böyle bir durumdan sonra etraftan gelen haberleri de dâhil ederek alınmış. Aşağıdaki metne İbrahim Müteferrika’nın hem yazdığı hem de bastığı “Usûlü’l-Hikem fî Nizami’l-Ümem” adlı kitabın kenarında rastladım. Kitabın birkaç yerinde aynı olaya dair Arapça ibareler de yazılmış.1 Ocak 1837’de (Not alanın hicri tarihine göre 2 Ocak) Filistin’de merkez üssü Celile olan bu deprem Lübnan-Şam-Halep-Kilis ekseninde çok geniş bir coğrafyayı yerle bir etmişti.
METİN
“Yevmü’l-Ehad Ramazan-ı Şerif’in yirmi dördüncü günü sene bin iki yüz elli iki senesi inde’l-mağrib yani akşamdan on dakika evveli bir zelzele hâsıl olmuştur ki maazallah Şam-ı Şerif’de bazı minareler hedm olup ve Şam etrafında Medine-i Safed ve Taberiye cemi’ evleri ve mahalleri düşüp kün fe yekün olmuştur.”


BEYAZIT YANGIN KULESİ-İŞARET FENERLERİ

Beyazıt Kulesi yangın gözetlemede aktif olarak kullanılırken bir yerde çıkan yangın çeşitli işaretler ve malzemelerle ahaliye haber verilirdi. Renkli fotoğraftaki fenerler ilgili talimat uyarınca çeşitli renklerle yangının yerini İstanbullulara bildirirdi. Buradaki fenerler kulenin siyah beyaz fotoğrafında görülen ve bugün yerinde yeller esen yere paralel demir çubuklara asılırdı.




21 Kasım 2015 Cumartesi

DEVLETİN ŞİRAZESİ DAĞILIRSA ARŞİVİNİ TOPARLAYAMAZSIN



Bu fotoğraf 1955-1965 arası bir zaman dilimine aittir. Osmanlı Arşivi’nde Bab-ı Defteri evrakının tasnifinden bir aşamayı gösterir. Kim olduklarını bilemediğim üç muhterem üstadımız önlerindeki evrakın kodlarını tespit edip karşılarında kod adları yazılı gözlere yerleştiriyorlar. Bizler de halen aynı işleri yapıyoruz. Düşünülebilir ki tasnif işleri neden bu kadar uzun sürüyor, niçin bitirilemiyor? Çok çeşitli cevapları olan bu soruların elbette sorulması gerekir. Ülkemizde bazı işlerin haddinden fazla uzaması ve sonuç alma sürecinin maliyet /performans kriterlerini her daim zorlaması vaka-yı adiyedendir. Bu sürecin temelinde idari zafiyet, adamına iş bulma, adam kayırma gibi çok çeşitli faktörler olsa da en önemlisi devletin şirazesinin bir kere dağılmasında gizlidir. Bu dağınıklığın ardından neyi, nasıl toparlayabilirsiniz ki!

Burada tasnifi yapılan Hicri 1255-Miladi 1839 öncesindeki evraka “Merkez Evrakı” adı verilir. Tasnifi özel bilgi ve maharet ister. Bu eski devir evrakı aşağı yukarı 350 yıl boyunca devlet nizamında çok az değişiklik olduğu için neredeyse sabit bir forma sahiptir. Belirli kriter ve karinelerle ait olduğu büro/kalem tespit edilip tarihlenir ve tasnif periyodunun sonunda araştırmaya açılır. Günümüzde Osmanlı bürokrasisinin bu devirdeki muamele usulleri henüz tam manasıyla çözülmüş değildir. Klasik devirde tebaanın devlet bürolarına müracaatlarında yüz-iki yüz yıl önceki kayıtların tetkik edilmesi gerektiğinde bile çok süratli bir şekilde bu kayıtlara ulaşılır ve talep sonuçlandırılırdı. Bu sonuç ancak ve ancak sağlam bir kayıt ve arşiv sisteminin varlığıyla  açıklanabilir. Yabancı seyyahların Osmanlı devlet nizamında en çok imrendikleri husus bürolardaki işlem hızıdır. Kendi ülkelerindeki bürokrasinin hantallığını hatırlatıp Osmanlıdaki düzenin kendi ülkelerine de bir gün gelmesini dillendirmeleri sıklıkla karşımıza çıkar. 

İşte bu düzenin Tanzimat’tan sonra şirazesi dağılmıştır. Osmanlı, Tanzimat sonrasında yeni bir nizama sahip olunca evrak üretim usulü tamamen değişmiştir. Tanzimat’ın ilk zamanlarında eskiyi bilen kıdemli memurlar yavaş yavaş hayattan çekildikçe yerlerine eskiyi bilen yenileri yetiştirilememiştir. Eski ibareleri okuyup anlayamaz olmuşlar, divani hattı yarım yamalak okur hale gelirken, siyakat gibi ihtisas yazılarını neredeyse bilen kalmamıştır. Bu arada Tanzimat öncesi evraka olan olmuş,vakti zamanında iki üç yüz yıl öncesine ulaşımı sağlayan sistem unutulduğundan ve evrakı oradan oraya taşırken düzeni bozulduğundan işe yaramadığını düşündükleri eski belgelere fuzuli evrak muamelesi yapılmıştır. Bilhassa Tanzimat öncesi devlet dairelerinin kalem teşkilatı ve taksimatı tamamen unutulmuştur. Vergi isimleri, tımar, ruznamçe terimleri büsbütün toplumsal hafızadan silinmiştir. Muallim Cevdet’in tasnif heyetinde görevli, her biri saygın ve kültürlü Osmanlı bürokratlarının tasnif esnasında bilemedikleri terim ve kelimelerin neler oldukları tespit edilmiştir. Cevdet Bey’e sordukları soruları günümüzde lisansın yarısını bitirmiş mübtedi bir tarihçi bilemezse okulu bitiremez. (Bahsedilen cehalet seviyesi için bkz., Osman Ergin, Muallim Cevdet’in Hayatı Eserleri ve Kütüphanesi, s. 143-203) O devrin insanları Osmanlı toplumunda doğmuş, yetişmiş ve idarecilik yapmış olmalarına rağmen pek uzak olmayan geçmişlerinden tamamen kopmuş, bambaşka bir dünyanın peşinde ideal geliştiriyorlardı. Haliyle bu evrakın ve sisteminin hiç mi hiç önemi yoktu. 

Böylesine mülahazalarla büyük çoğunluğu tahrip edilen, önemsenmeyen, birkaç fedakâr insanın şahsi gayretleriyle günümüze intikal ettirilen bu belgeler yıllardır tasnif edilmeye çalışılıyor. Keşke Tanzimat’tan sonra hiç kimse elini sürmeseydi, hiç tasnif edilmeye uğraşılmasaydı. Osmanlının bıraktığı asli düzeninde günümüze intikal etseydi. İnanın kesinlikle çok daha rahat ve kolay bir şekilde tasnif edilir ve on yıllar öncesinde araştırmacıların hizmetine sunulurdu. Bizler de fotoğraftaki aziz meslektaşlarımızın yaptığı gibi tasnif işleriyle uğraşmak yerine bir dünyayı yeniden ortaya koyabilecek bu malzemenin künhü ile uğraşırdık.

19 Kasım 2015 Perşembe

İSLAM DİNİNİ SEÇEN FRANSIZ SAATÇİ

Fransa’dan çıkıp gelen bir saatçi yedi-sekiz yıl Osmanlı topraklarında yaşadıktan sonra İslam Dini’nin hak din olduğunu anlıyor ve Müslüman oluyor. Bunu tabii ki saadetlü devletlü sultana bildirmeyi ihmal etmiyor ve mükâfat olarak günde on beş akçe ile dergâh-ı âli çavuşluğu payesini kapıyor. Gerçek kimliğini ve İslam’ı seçtikten sonraki ismini şu an için bilemiyoruz. İlerleyen zamanda bunu tespite yönelik bir çalışmaya fırsat bulurum umarım. Sultan Dördüncü Mehmed devrinde tam da Sabatay Sevi’nin Mesih olmak iddiasıyla zuhur ettiği yılda gerçekleşen bu ihtida olayının takipçisi olacağım.

METİN

Hüve
Şeref-i İslâm ile müşerref olmakla
yevmî on beş akçe ile Dergâh-ı Âlî Çavuşluğu
verilmek buyruldu. 20 M[uharrem] sene [10]77
[23 Temmuz 1666]

Saadetlü Devletlü Sultanım Hazretleri Sağ Olsun Hakk Teâlâ hazretleri ömr ü devletinizi yevmen fe yevmen ziyade eyleye. Âmin yâ Rabbelalemin. Bu fakir kulunuz Francis vilayetinden çıkup yedi sekiz yıldır ehl-i İslâm vilayetindeyim. Şimdi bildim ve anladım ki İslam Dini hak din olduğun. Ol ecilden Din-i İslam’a girüp ve saadetlü sultanıma kul olmağa geldim. Baki ferman lütf [u] ihsan saadetlü sultanım hazretlerinindir.

Kulunuz
Saatçi


OSMANLICA! ÖĞRENİP MEZAR TAŞI OKUMAK İSTEYENLERE


Osmanlıca bilip de Hüseyin Vassaf Efendi'yi bilmeyen adam olamayacağından kim olduğunu geçiyorum. Bu zat-ı muhterem, Mustafa Kara ile Bilal Kemikli tarafından hazırlanan "Bursa Hatıratı" kitabında anlatıyor ki Bursa'da İsmail Hakkı Bursevi'nin mezarını ziyaret ettiğinde kendine girift gelen mezar taşını okuyamamış. Hüseyin Vassaf Efendi’nin yüz on beş yıl önce okuyamadığını günümüz nesli bundan sonra şıp diye okuyacaktır. Sadece kitabe kısmının bulabildiğim fotoğrafını koydum ki ne kadar şanslı bir nesil olduğunuzu idrak edebilesiniz.







Hüseyin Vassaf Efendi'nin girift yazıldığından dolayı okuyamadığını söylediği İsmail Hakkı Bursevî'nin mezar kitabesi.



10 Kasım 2015 Salı

POTUR



Rahmetli dedemin dedesi Sultan İkinci Mahmud devrine yetişmiş. Hem dedesi hem de babası İkinci Mahmud’a “Gâvur Padişah” derlermiş. Dedemin de o lafı kullandığını duymadım ama babası, Ahmed Vefik Paşa’yı da sevmezmiş. Bursalılar hatta bütün Güney Marmara ve Ege bölgesi erkekleri (bölgesel farklılıklar olsa da) dizlerini açıkta bırakan bir kıyafet giyerlermiş. Kılıç-Kalkan folklor ekiplerinin kıyafetinin aynısı aslında bizim oralarda şehir ve kasabaların milli kıyafeti imiş.

Gerçi dedemin yetiştiği son zamanlarda iyice kısalmış poturlar. Eskiden o kadar kısa değil ama uzun da değilmiş. Üstte cepken, yelek, altta dizlerin biraz üzerinde kesilen potur, göbek altından bazen koltuk altlarına kadar sarılan kuşak, diz altından itibaren kalın yünlü çoraplar bu kıyafeti tamamlarmış. Yaz-kış dizleri açıkta kalırmış. Dedem bu kıyafetin çok sağlıklı olduğunu, eskilerin hiç diz ağrısı çekmediğini söylerdi.

Şimdilerde Kılıç-Kalkan ekiplerinin tarihi poturları da tesettüre uyduruldu ya eskiden de buna yönelik yasaklar getirilmiş. Vefik Paşa’nın Bursa Valiliği sırasında zaptiyelerin eline makas verilip bu şekilde giyinenlerin poturlarını kestiklerine şahit olmuşlar. Bursalılar bu durumu asla kabullenememişler. Zaten Ahmed Vefik Paşa aleyhine Babıali’ye yağdırdıkları ve bugün elimizin altında olan şikâyet dilekçeleri de bu anlatımları destekliyor. Bu sıkıntı Cumhuriyet’in ilk yıllarında da tezahür ediyor. O yıllarda da eski tarz kıyafetin terk edilmesi hararetle teşvik, hatta icbar ediliyor.

Benim ailem gibi muhafazakâr bir aile bile hayat standardına bir müdahale olduğunda ister padişah, isterse vali olsun kafasını bozan adamları nesilden nesile aktarabiliyorsa, şimdiye dek oluşmuş standartlara pek dokunulmamasında fayda mülahaza ediyorum.

Bu anlattıklarımı bir de matbu bir eserden, üstelik Güney Marmara Havzasını cidden düzgün bir çalışmayla ortaya koyan, Erkan-ı Harbiye tarafından 1927’de yayınlanmış “Bursa Vilayeti Coğrafyası” adlı kitaptan takip edelim.


MELBUSAT VE KIYAFET
Yakın vakitlere kadar Bursa’da efelerin giydikleri poturlara, düğme şalvarlara son [s.150] zamanlarda hemen tesadüf olunmamaktadır. Hele mülhakatta eski kısa dizliklerden eser kalmamıştır. Bursa’da erkek kıyafeti yarım asra karîb bir zamandan beri mütemadî bir tekâmüle mazhar olmuştur. Ahmed Vefik Paşa’nın valiliğine gelinceye kadar kulakların yanından uzayıp göğse kadar sarkan kocaman püsküller, kırmızı feslerin üzerine sarılan âbâni veya yemeni sarıklar göbeğin altından başlayıp diz kapaklarının üstünde nihayet bulan çok geniş şalvarlar, göbekten koltuklara kadar yükselen kuşaklar bugün ancak pek nadir olarak bazı dağlılarda görülebilir. Eskiden Bursa’nın yerli kıyafeti olan bu tarz-ı telebbüs en evvel Ahmed Vefik Paşa tarafından men’ edilmiş ve dinlemeyenlerin şalvarları sokak ortasında kesilmiştir. Bunu müteakip Bursalılar bacakları dar düğme şalvarlara, elfî biçimlere inhimâk göstermişler ve Rumeli’den gelen muhacirlerden özenerek potur giymişlerdir. Sivri kalıplı uzun ve siyah fesler üzerine oyalı yemeniler sarmışlar, bellerine kıymetli Lahor veya Keşmir şalları veya Trablus [Tarabulus] kuşakları dolamışlar, kuşakları silahlıkla donatarak bunların üzerinde köşeleri kılapdanla işlenmiş beyaz çevreler kullanmışlardır. Uzun müddetle taşınan bu kıyafet, bilhassa son yirmi sene zarfında, yavaş yavaş ceket pantolona [veston] terk-i mevki’ ederek azalmış ve bugün ortadan kaybolmuştur. Bugün pantolon üzerine yün kuşak saranlar görülüyorsa da bunlar da yavaş yavaş nedret kesb etmektedir. Bilhassa yeni nesil tamamen veston giymektedir. Başta sarıklar ve oyalı yemeniler zaten çoktan unutulmuş olmakla beraber son zamanlarda fes yerine şapka kaim olmuş ve erkekler kâmilen şapka giymekte bulunmuşlardır. Ahalinin ekseri başlarına kasket giymekte ve ufak bir kısmı da yerli fötrler kullanmaktadırlar. Zenginler ve memurlar daha ziyade Avrupa fötrlerine münhemik olup melona nadir olarak tesadüf olunmaktadır. 
Kadınlar ise ekseriya çarşaf giymektedirler. İpekli çarşafların giyilmesi moda olduğu zamanlarda hanımların yerli kumaşlara pek ziyade itibar ettikleri görülüyor idiyse de bugün yerli tezgâhların mamulâtından olan krepdöşin ve ipekli kreponlar iltifatsız bulunmaktadır. İstanbul’dan gelen misafirler veyahut memur kadınları tayyör iktisa ediyorlarsa da bunların miktarı daima azdır. Mantolarda yerli olmayan hanımlar nezdinde tedrici bir iltifata mazhar bulunmaktadırlar. Köylü kadınlar ise siyah bezden ferace giymektedirler. [s.151] 
İç çamaşırlarına gelince: Bursalılar ve mülhakât ahalisi ekseriya hilâli gömlek üzerine mintan giyerler. Gömlek bezleri aile kadınları tarafından dokunmakta olup bazen bunlar pamuk ipliği ile karışık bürümcük ile dokunur ve pek zarif olan kumaşlarının kolları yine zarif oyalarla süslenir. Mamafih bu nev’ gömleklerde son zamanlarda Amerikan bezlerine veya patiskalara terk-i mevki’ etmektedirler. Merkezlerde Avrupa fanilalarına inhimâk fazladır. Yaz mevsimlerinde cidden zarif ve milli çamaşır aksamından ibaret olan gömlekler yerine Avrupa fanilaları veya kaşkorseleri kaim olmaktadır. Kezalik kışın gömleğin üzerine giyilmekte olan pamuklu mintanlar da terk olunmuştur. Bunlar ancak köylülerde görülmektedir. İç çamaşırlarının en üstüne giyilen basmadan mamul, önü ve kolları düğmeli mintanlardan ibarettir. 
Kadınlar iç çamaşırlarının üstüne basmadan mamul uzun bacaklı, ağsız don giyerler ve evlerinde bu kıyafetle dolaşırlar. Mamafih en üstüne basmadan uzun entari giyenler nadir değildir. Bu takdirde entarinin üstüne dar ve ince bir örme kuşak bağlarlar. Kadınlar tezeyyün için yüzlerini düzgünlerler, kaşlarını rastıklarlar. Düzgünler, civa mürekkebâtından yapılır. Mamafih düzgüne rağbet ziyade değildir. Bunun çehreyi çabuk harap ettiği anlaşılmıştır. Pudra ancak bir kısım şehirliler tarafından müstameldir. Mülhakât ve köy ahalisi pudrayı nadir bir süs malzemesi telakki ederler 
Zengin genç kadınlar boyunlarına beşibiryerde veya Mahmudiye altınları takmayı severler. Mamafih bu da son zamanlarda çok azalmıştır. Uludağ’da kâin Günderet köyü gibi bazı mahallerde ise kadınlar fes giyerler ve ufak kıtada altın dizileriyle bu fesleri süslerler.
[Kılıç-Kalkan oyunu fotoğrafı: Bursa Time sitesinden alınmıştır]





8 Kasım 2015 Pazar

İSTANBUL'UN YANGIN YERLERİNDEKİ KUYULAR


İBB İstanbul İtfaiyesi sayfasından aldığım aşağıdaki yangın listesini inceleyebilirsiniz. Sizlere bir de kupür göstereceğim. Orada ilginç bir malumat var. 1900-1926 yılları arasındaki yangınlarda binlerce ev yanmış. Dikkat edilirse bunların çoğu sur içi İstanbul'unda. Fakirliğin, ekonomik sıkıntının zirvede olduğu bu yıllarda yanan yandığıyla kalmış ve tarihi İstanbul sur içi geniş yangın yerleri ve mezbelelikler ile Cumhuriyet Türkiye'sine devredilmiş. Tabii ki eski İstanbul'da evlerin en lüks donanımlarından olan su kuyuları bu yangın yerlerinde büyük tehlike göstermeye başlamışlar. Çeşitli kazaların sonunda belediye bu kuyuları kapatmak için çalışma başlatmış. Aşağıdaki kupürde tespit edilen yaklaşık on beş binden fazla su kuyusundan bahsediliyor. Bunların büyük çoğunluğu derin kuyularmış. Kapatılmaları için çalışma başlatmışlar. Tamamı kapatılabildi mi acaba?. Yoksa bir kısım bina temelleri bu çukurlara denk geliyor mu?

İSTANBUL YANGINLARI
1901 Eğrikapı, 90 bina yanmıştır.
1901 Yedikule, 51 bina yanmıştır.
1901 Kadıköy, 100 bina yanmıştır.
1903 Kartal yangınında 1121 bina yanmıştır.
1907 Yedikule, 60 bina yanmıştır.
1908 Çırçır yangınında 1500 bina yanmıştır.
1908 Yeniköy, 107 bina yanmıştır.
1908 Arnavutköy, 109 bina yanmıştır.
1908 Yedikule, 207 bina yanmıştır.
1910 Çırağan Sarayı yanmıştır.
1911 Moda, 50 bina yanmıştır.
1911 Mercan, 173 bina yanmıştır.
1911 Kuzguncuk, 68 bina yanmıştır.
1911 Aksaray, 2400 bina yanmıştır.
1911 Balat, 334 bina yanmıştır.
1911 Beyazıt , 111 bina yanmıştır.
1911 Kartal, 71 bina yanmıştır.
1911 Mercan - Sultansarayları , 1 bina yanmıştır.
1912 Ayasofya, 885 bina yanmıştır.
1912 Tophane , 84 bina yanmıştır.
1912 Tophane, 120 bina yanmıştır.
1912 Tophane , 87 bina yanmıştır.
1912 Üsküdar, 75 bina yanmıştır.
1913 Ayasofya, 50 bina yanmıştır.
1913 Ayasofya, 120 bina yanmıştır.
1913 Halıcıoğlu, 221 bina yanmıştır.
1915 Şehzadebaşı, 50 bina yanmıştır.
1915 Cihangir ve Tophane , 135 bina yanmıştır.
1916 Hasköy, 267 bina yanmıştır.
1916 Kandilli , 31 bina yanmıştır.
1917 Kumkapı, 296 bina yanmıştır.
1917 Yenikapı, 124 bina yanmıştır.
1918 Yeniköy, 80 bina yanmıştır.
1918 Üsküdar, 82 bina yanmıştır.
1918 Üsküdar, 230 bina yanmıştır.
1918 Cibali-Altımermer yangınında 7500 bina yanmıştır.
1918 Büyükdere, 78 bina yanmıştır.
1918 Vefa, 500 bina yanmıştır.
1919 Kasımpaşa, 381 bina yanmıştır.
1919 Kuruçeşme, 403 bina yanmıştır.
1919 Üsküdar, 63 bina yanmıştır.
1919 Edirnekapı, 570 bina yanmıştır.
1920 Nişantaşı, 65 bina yanmıştır.
1921 Üsküdar, 600 bina yanmıştır.
1921 Beşiktaş, 80 bina yanmıştır.
1923 Abraham Paşa Yalısı yangını
15.09.1923 Lânga, 131 bina yanmıştır.
10.11.1923 Salmatomruk, 13 bina yanmıştır.
10.12.1923 Beyoğlu Surya Hanı , 1 bina yanmıştır.
1924 Memduh Paşa Köşkü yangını
10.11.1924 Beyoğlu Anadolu Hanı, 1 bina yanmıştır.
10.09.1925 Heybeliada, 92 bina yanmıştır.
13.04.1926 Üsküdar İcadiye , 30 bina yanmıştır.
29.04.1926 Şeyhülislâm kapısı binası, 1 bina yanmıştır.
1926 Kartal Maltepe yangını
17.06.1926 Fatih Draman, 12 bina yanmıştır.


KARLOFÇA ANLAŞMASI







1699 yılında imzalanıp Osmanlı için sonun başlangıcı olan Karlofça Barış Anlaşması'nın Polonya Arşivi'nde bulunan orijinal nüshası. Osmanlı tarafından hazırlanan bu metin Polonya Devleti'nin hazırladığı metin ile teati edilmiştir.

Günümüzde bizim gönderdiğimiz anlaşma metninin orijinali Polonya'da sapasağlam mevcut olduğu halde, onların gönderdiği orijinal anlaşma maalesef arşivlerimizde mevcut değildir. Sadece o metinden yapılmış tercümenin kaydedildiği metin mevcuttur. Kaybolmasına dair bir malumat olmadığı gibi kaybolduğu zaman da belli değildir.

Dördüncü Mehmed'in oğlu Sultan İkinci Mustafa'nın tuğrasını taşıyan bu anlaşmanın muhtevası Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığının yayını olan "Yoldaki Elçi" adlı kitapta bulunmaktadır. Görseller oradan alınmıştır.



ÇEMBERLİTAŞ VEZİR HANI KİTABESİ

İstanbul Çemberlitaş semtinde bulunan İstanbul'un en büyük tarihi hanlarından biridir. İstanbul'un orta yerinde harabe vaziyette bulunması hiç hoş değildir. Herhalde mülkiyet problemleri gerçek bir restorasyona imkan sağlamıyor. Yoksa finans-kapital şimdiye kadar böyle bir işlenmemiş hazineyi boş bırakmazdı.
Vezir Hanı Kitabesi1070 tarihinde Sadrıesbak merhum Köprülü Mehmed Paşa ihyakerdesi olan bu bina-yı cesim 1312 senesinde zelzeleden harab olmuş iken 1321 tarihinde Odabaşı Mustafa Efendi marifetiyle tecdiden tamir edilmiştir.










DİN-İ İSLAM'IN ESASLARI


Mehmed Fehmi Efendi’nin 1340 senesinde basılmış “Din-i İslam’ın Esasları” isimli eserinde bir bahse rastladım. Müellifinin kimliği hakkında bir bilgim yok, kısa süreli aramada bir şey bulamadım. Acaba 1920-1950 yılları arasında 30 yıl Bursa milletvekili olan, ilk Umur-ı Şer'iyye ve Evkaf Vekilimiz Mehmed Fehmi [Gerçeker] Efendi'nin bir eseri olabilir mi? 1340 tarihi muhtemelen Rumi tarihtir ve 1924-25 yıllarına geliyor. Cumhuriyetin ilk yılları ve devrimlerin peşpeşe geldiği zaman diliminde, matbuat üzerinde sıkı bir denetim varken gözden kaçması imkânsız bazı ibareler kitapta mevcut.


İdame-i Milliye Esasatı başlığı altında alkolün yasaklanmasından, mebusların değil milletin ekseriyetinin itibara alınmasından, milletin sürekliliğini sağlayamayan ilimlerin dinlerin sanatlar ve kanunların batıllığından bahseden umdeler geliştirmiş.

Sıraladığı hususların maddeleri anayasa hükmünde. Son madde olan “Yedinci Esas” haliyle bu maddelere aykırı kanun çıkarılamayacağını vurguluyor. Eğer çıkarılırsa bu kanunlara itaat edenlerin millete ihanet etmiş sayılacaklarını kaydediyor. "Vatana ihanet" yerine "millete ihanet" kavramını ikame etmiş. O devirde bu isyankar kitap gözden kaçmadıysa muhakkak İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmayı gerektirecek bir üslubu ve ruhu içeriyor. Yargılandı da biz mi rastlayamadık, yoksa o devirde böyle başka keskin muhalif yayınlar da mevcut mu? Kitaplarından ve düşüncelerinden dolayı mahkemeye sevkedilenlerde başka hususiyetler mi gizliydi. Beni bir merak aldı şimdi…


Yedinci Esas: İdame-i Milliye Esâsâtı’na muhalif olan kanunlara itaat edenler millete hıyanet etmiş olurlar. Çünkü bu yoldaki kanunlar milletin düşmanları taraflarından tertip edilmiş sayılırlar.Din-i İslam’ın esasları insanların refah ve saadetleridir.








YENİÇERİ AĞASI PENÇESİ VE MÜHRÜ

Klasik dönem Osmanlı Tarihi'nin en önemli unsurlarından Yeniçeri Ocağı'nın Başkomutanına Yeniçeri Ağası denirdi. Kendine özgü, durmuş, oturmuş bir sistemleri vardı. Bu çerçevede Ağa'nın imzasına "pençe" denilirdi. Kullandığı mühür beyzi (elips) şekilli olup, kağıdın üzerine yarım basılırdı. Burada "Ağa-yı Yeniçeriyan-ı Dergah-ı Âlî Ahmed" yazılı pençe ve mührünü görüyorsunuz. Bu Ocağın ortadan kaldırılmasıyla beş yüz yıllık gelenek, görenek, usul, erkan, kaide bilcümle ne varsa tarihe karıştı. Bunlar kaldı yadigar...




SALİHA HATUN

Padişahın cerrahbaşısının kızı, çocuğunu doğururken vefat etmiş. Baba için ne acı bir an. Sen başhekim ol, kızına şifa yetiştireme. Allah rahmet eylesin.

Kitabe Metni:

Ser-Cerrah-ı Hassa el-Hac Hafız Osman Efendi’nin kerimesi vaz-ı haml esnasında irtihal-i dâr-ı beka eden merhume ve mağfur-leha Saliha Hanım ruhuna Fatiha.


1 Kasım 2015 Pazar

OSMANLIDA ALKOLLÜ İÇKİ VERGİSİ TEZKİRESİ



Osmanlının en eski zamanlarından itibaren boza, şarap, rakı gibi içkilerden vergi alındığı kayıtlara geçmiştir. Bunların tahsil edilmesi ve toplanan gelirin harcandığı kalemler çeşitlilik arz eder. Bu çeşitliliğe son verilerek tek elden vergi toplanması için Nizam-ı Cedid devrinde 1793’ten sonra teşkilatlandırılan Zecriye Muhassıllığı devlete büyük gelir getiren bir kurumdur. Nizam-ı Cedid’in finansmanı için ihdas edilen “İrad-ı Cedid Hazinesi” nin en önemli gelir kalemlerindendir.


Burada metin transkripsiyonunu verdiğimiz belge Andriya Kokosa isimli tüccara 13270 kilo şarap satın aldığı Bozcaada’da ödediği verginin başka iskelelerde tekrar tahsili talebinde bulunulmaması için Bozcaada Zecriye Muhassılı tarafından verilen tezkiredir.

METİN:

BİHİ [Besmele yerine]
Şarap
kıyye [kilo]
13270
Yalnız on üç bin iki yüz yetmiş kıyye şaraptır

Andriye Kokosa bazergânın [tüccarın] Elenos tebeasından Kapudan Kosti sefinesine [gemisine] bu defa Bozcaadası’ndan mübayaa eylediği [satın aldığı] ber-muceb-i bâlâda muharrer [yukarıda yazılı olduğu gibi] yalnız on üç bin iki yüz yetmiş kıyye şarabını bâ-irade-i seniyye maktuʿ veçhile [kanunu üzere tayin edilen miktar] bu tarafta rüsum-ı zecriyesi [alkollü içki vergisi] tamamen ahz olunmağla her ne tarafa gider ise gümrük ve zecriye memurları tarafından tekrar gümrük ve rüsum-ı zecriye mutalebesiyle bir gûne rencide ve müdahale olunmamak [gümrük ve zecriye memurları tarafından tekrar vergi talep edilerek incitilmemeleri] içün işbu tezkire-i memhûre ita olundu. 29 Ca. Sene 1258 [8 Temmuz 1842]

Mühür [An-canib-i Zecriye-i Bozcaada]



27 Ekim 2015 Salı

OSMANLI HANEDANININ İLERİCİ DURUŞU

Bu ülkede Osmanlı devrinde ne kadar yenileşmeci ve ilerlemeci hareket olduysa büyük çoğunluğu Osmanlı hanedanından kaynaklanmıştır. Harem kadınları üzerine ne doğru dürüst bilgimiz, ne de bundan sonra öğrenebilme ihtimalimiz var. Yarım yamalak bildiklerimizle sağlıklı tezler ortaya koyamayız. 
Bir kısım müfrit “yok efendim padişah analarının hepsi hristiyandı, şuydu buydu” diyerek ahkam kesmeye devam etseler de aslında kendi tezleri açısından bu duruma şükretmeleri lazım. O beğenmedikleri padişah anaları, Kösem Sultan’dan başlayarak bütün valide sultanlar, çocuklarının eğitiminde çok tesirliydiler. Hatta bazı padişahlarla validelerinin el yazıları birbirine o kadar çok benziyor ki ayırt etmek çok zor. Bu insanların batı ile çok yakın ilişkileri vardı. Bazıları akrabaları olan Avrupa soyluları ile irtibattaydı. 
Daha Üçüncü Mehmed devrinde İngilizler tarafından saraya bir org hediye ediliyor. Ülke topraklarının yarısı zaten Avrupa’da. Nüfusunun yarısı gayrimüslim. Günümüzün tek sesli İstanbul’unu gözünüzün önünden atın. Daha 1960’lara kadar İstanbul’un renkliliğini düşünün. Kültürlerin geçit resmi yaptığı bu ülkede neyi ne kadar muhafaza edebilirsiniz. Muhafazakarlık bile bu renkli kültürün ülkemizi terk etmesiyle ortaya çıktı. 
Saray mensupları nasıl oluyor da Avrupa mimari üslubunu günü gününe takip edebiliyor. Hayır eserlerine bakın… Ampir, Gotik, Barok üslubundan geçilmiyor. Dede Efendi bile “Yine bir gülnihal aldı bu gönlümü” derken valsin daniskasını yapıyor. Kanuni’nin sadrazamı Lütfi Paşa’nın sürgüne gönderilmesi bile Kanuni’nin kızkardeşi olan Şah Sultan’ın kadınlık gururu ve insanlık erdemi ile sadrazama verdiği ders yüzünden olmuştur. 
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ama en muhafazakar padişahımız Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın kızı Ayşe Sultan’ın babasını ve haremdeki kadınlardan oluşan Donizetti Bandosu’nu anlattığı hatıratından birkaç satırla yetinelim. Ara sıra bu konuda örnekler vermeyi sürdürmeyi düşünüyorum.


25 Ekim 2015 Pazar

HALK FİTNE VE FESADI SEVER!

Naima Tarihi’nin anlattığı olaylardan Şeyhülislam Ebusaid Mehmed Efendi’nin azline kadar giden süreci okumak çok öğreticidir. Anadolu kazaskeri olma beklentisindeyken olamayan Esad Efendi’nin protesto ettiği şeyhülislamdan ağır küfürlerle birlikte dayak yemesiyle başlar hikâye. Sürgüne gönderilmesi an meselesidir ve merkezdeki ulema yeni tayin edildikleri makamlarının tadını çıkarmaktadırlar. Ulemanın vakar ve haysiyetine dokunur bir hareket yoktur görünürde ve şeyhülislam haklıdır onlara göre. Zamanın sadrazamı Derviş Paşa da mevkiini koruma derdindedir. Esad Efendi dişli çıkar, adamları ile oğlunun etkili angajmanları ve propagandaları ile ulemadan bazılarını yanına çeker. Bu arada sadrazam ve şeyhülislam öylesine yönetim hataları yaparlar ki ulemanın toplanmasını padişaha karşı bir hareket olarak gösterirler. Bu iftiranın tutması tehlikesi karşısında herkes cepheye akın eder. Artık hedeflerinde şeyhülislamın azlinden başka bir şey yoktur. Ulemanın dayanışması arttıkça galibiyetin bu cephede olacağına aklı yatanlar veya risk almayı sevenler halkaya katılmakta öne atılırlar. Geride kalıp kimin kazanacağını kestiremeyenler bekleme pozisyonuna geçseler de Sipahiler ve Yeniçerilerin de bu cepheye silahla dâhil olma istekleri karşısında saflarını bu tarafta belirlerler. En sonunda çarşı ve bedestan esnafı da dükkânları kapayıp yardımcı olmak isteklerini iletirler. Ulema zor bela bu teklifleri reddeder. Gayelerinin ihtilal değil haysiyetlerinin korunması ve şeyhülislamın azledilmesi olduğunu belirtirler. En sonunda olay toplu bir ihtilale dönüşmeden sadece ulema çevresinde bir hareket olarak kalır.

Naima burada der ki; “..halk fitne ve fesadı bittabi severler. Hususan sipahilere ve gayri tavaif-i askeriyeye ulufeler verilmekte cefa olunur müzayaka sebebiyle canları burunlarına gelmişti. Böyle fitne hudusünü Allahtan isterlerdi”

Fitne dediğinin toplumsal histeri olduğunu şerh etmeye gerek yok herhalde. Milletin canı burnundaysa tetikte olmak lazım ama önce ibret almayı bilmek lazım.



OSMANLI ARMASI İLE MEHTER MARŞI BİRBİRİNİN YALANCISIDIR. BİR ARAYA GETİRMEYİN

İkinci Mahmud Yeniçerilerle birlikte mehter takımının da canına okudu. Yeniçeriyi hatırlatan her şeyi ortadan kaldırdığı gibi yüzyıllarca Avrupa’yı titreten mehter müziği yerine, kurduğu batı tarzı askeri bandonun marşlarını tercih etti. Bu bandonun başına da Donizetti’yi getirip paşa unvanını verdi. Günümüzdeki Osmanlıcı amcalara sabah akşam zorla Donizetti ve diğer müzisyenlerin eserlerini dinletsem sinirim anca geçer. O sıralarda batı üslubunda bir de arma ihdas edildi. Klasik devirde armanın işini tuğ, bayrak ve tuğra görürdü. “Osmanlı Arması” denilen nesne batı dünyasının bize hediyesidir. Ona rağmen 80’lerden itibaren eskiden evlerde ve iş yerlerinde pek bulunan “karınca duası” kadar yaygın hale geldi.
Bizim devlet ve milletçe en büyük çelişkilerimizden birisi Osmanlıyı yeknesak bir devir olarak algılamamızdır. Zihnimizdeki Osmanlı algısını 600 yılın tamamına yaymaktan büyük keyif alıyoruz. Günümüzdeki sakilliklerin çoğu bu algı yetersizliğinden kaynaklanıyor. İlerlemeci ve devrimciler Osmanlının tamamını reddederken ara ara var olan ilerlemeci hamleleri gözden kaçırıyor. Oysa o çabalar sonucunda bugünlere gelindiği unutuluyor. Gerilemeci ve saltanatçı çevreler de Osmanlıyı bilemediklerinden olsa gerek tam tersine Osmanlıyı yavaş yavaş ortadan kaldırıp Cumhuriyet dönemi ve günümüze getiren hamleleri alkışlıyorlar.
Ben modernleşmenin yararlı bir süreç olduğunu tartışmıyorum ama Nizam-ı Cedid devri, Tanzimat Hatt-ı Hümayunu ve Islahat Fermanı bu muhafazakâr çevre açısından ne anlam ifade ediyor? Topkapı Sarayı’nın terkedilip Dolmabahçe Sarayı ve Avrupai diğer kasır ve köşklerin tercih edilmesine ne diyorlar? Hanedan mensuplarının batılı giyim tarzlarına, resim, piyano, keman gibi batı menşeli sanatlara meylini hiç mi görmüyorlar? Bu meselelere kafa yoran yok, hiç konuşulmuyor. Adamın arabasında Osmanlı arması, teybinde mehter marşı, bangır bangır geziyor. Hangisi olduğuna bir karar verebilse!!!
Hani o neyse de Mustafa Varank denen danışman saraydaki o koltuğa Osmanlı işi demez mi! Dolmabahçe veya diğer sarayların tefrişini yapan Fransız dekoratörlerin getirdiği mobilyaları bize Osmanlı mobilyası diye yutturacaksın da eline ne geçecek cahilin önde gideni. O ecdadına ait olduğunu zannettiğin Fransız işi koltukları, kasırları ve sarayları tercih eden Hanedan-ı Al-i Osman bugün gayet açık kıyafetli, batılı, sizinle kafası hiç barışık olmayan bir zihniyete sahip. Onlar yaklaşık 100 yılda o mertebeye geldiler. Sizin kapı da sonunda oraya çıkacak ama kestirmeden onlar gibi oluverin de rahatlayın.


YUDİTH VE HOLOFERNES

Bir aralar çekingen bir edayla IŞID teröristlerinin Suriye'de tarihi eserleri kırıp dökerek yağmalamasının tarihsel bazı köklerinin olabileceğini belirtmiştim. O sıralarda kimse ilgilenmedi. Olsun, ziyanı yok. Ben yine de Asur generali Holofernesin kafasını keserek tarihi bir süreci başlatan Judith üzerinde durmak istiyorum. Avrupa medeniyetini alkışlarken tarihte kimlere güzelleme yaptıklarını gözden kaçırmadan alkışlayalım. O medeniyete rönesans, aydınlanma vız gelir. Tevrat hikayesi üzerine envai türde güzelleme yapmak için en ünlüsünden harcıalemine kadar binlerce ressam sıradadır. En çok resmi yapılan hikayelerden biri de Yudith'in kafa kesme hikayesidir. Bu sanatçıların yaptıkları tablolar bugün en anlı şanlı müzeleri süslüyor mu? Süslüyor...Yapılan iş kahramanlık olarak aktarılıyor mu? Aktarılıyor. Yudith'in kestiği Asurlu generalin topraklarında yine kafalar kesiliyor mu? Kesiliyor. Peki kim kesiyor?