27 Ekim 2015 Salı

OSMANLI HANEDANININ İLERİCİ DURUŞU

Bu ülkede Osmanlı devrinde ne kadar yenileşmeci ve ilerlemeci hareket olduysa büyük çoğunluğu Osmanlı hanedanından kaynaklanmıştır. Harem kadınları üzerine ne doğru dürüst bilgimiz, ne de bundan sonra öğrenebilme ihtimalimiz var. Yarım yamalak bildiklerimizle sağlıklı tezler ortaya koyamayız. 
Bir kısım müfrit “yok efendim padişah analarının hepsi hristiyandı, şuydu buydu” diyerek ahkam kesmeye devam etseler de aslında kendi tezleri açısından bu duruma şükretmeleri lazım. O beğenmedikleri padişah anaları, Kösem Sultan’dan başlayarak bütün valide sultanlar, çocuklarının eğitiminde çok tesirliydiler. Hatta bazı padişahlarla validelerinin el yazıları birbirine o kadar çok benziyor ki ayırt etmek çok zor. Bu insanların batı ile çok yakın ilişkileri vardı. Bazıları akrabaları olan Avrupa soyluları ile irtibattaydı. 
Daha Üçüncü Mehmed devrinde İngilizler tarafından saraya bir org hediye ediliyor. Ülke topraklarının yarısı zaten Avrupa’da. Nüfusunun yarısı gayrimüslim. Günümüzün tek sesli İstanbul’unu gözünüzün önünden atın. Daha 1960’lara kadar İstanbul’un renkliliğini düşünün. Kültürlerin geçit resmi yaptığı bu ülkede neyi ne kadar muhafaza edebilirsiniz. Muhafazakarlık bile bu renkli kültürün ülkemizi terk etmesiyle ortaya çıktı. 
Saray mensupları nasıl oluyor da Avrupa mimari üslubunu günü gününe takip edebiliyor. Hayır eserlerine bakın… Ampir, Gotik, Barok üslubundan geçilmiyor. Dede Efendi bile “Yine bir gülnihal aldı bu gönlümü” derken valsin daniskasını yapıyor. Kanuni’nin sadrazamı Lütfi Paşa’nın sürgüne gönderilmesi bile Kanuni’nin kızkardeşi olan Şah Sultan’ın kadınlık gururu ve insanlık erdemi ile sadrazama verdiği ders yüzünden olmuştur. 
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ama en muhafazakar padişahımız Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın kızı Ayşe Sultan’ın babasını ve haremdeki kadınlardan oluşan Donizetti Bandosu’nu anlattığı hatıratından birkaç satırla yetinelim. Ara sıra bu konuda örnekler vermeyi sürdürmeyi düşünüyorum.


25 Ekim 2015 Pazar

HALK FİTNE VE FESADI SEVER!

Naima Tarihi’nin anlattığı olaylardan Şeyhülislam Ebusaid Mehmed Efendi’nin azline kadar giden süreci okumak çok öğreticidir. Anadolu kazaskeri olma beklentisindeyken olamayan Esad Efendi’nin protesto ettiği şeyhülislamdan ağır küfürlerle birlikte dayak yemesiyle başlar hikâye. Sürgüne gönderilmesi an meselesidir ve merkezdeki ulema yeni tayin edildikleri makamlarının tadını çıkarmaktadırlar. Ulemanın vakar ve haysiyetine dokunur bir hareket yoktur görünürde ve şeyhülislam haklıdır onlara göre. Zamanın sadrazamı Derviş Paşa da mevkiini koruma derdindedir. Esad Efendi dişli çıkar, adamları ile oğlunun etkili angajmanları ve propagandaları ile ulemadan bazılarını yanına çeker. Bu arada sadrazam ve şeyhülislam öylesine yönetim hataları yaparlar ki ulemanın toplanmasını padişaha karşı bir hareket olarak gösterirler. Bu iftiranın tutması tehlikesi karşısında herkes cepheye akın eder. Artık hedeflerinde şeyhülislamın azlinden başka bir şey yoktur. Ulemanın dayanışması arttıkça galibiyetin bu cephede olacağına aklı yatanlar veya risk almayı sevenler halkaya katılmakta öne atılırlar. Geride kalıp kimin kazanacağını kestiremeyenler bekleme pozisyonuna geçseler de Sipahiler ve Yeniçerilerin de bu cepheye silahla dâhil olma istekleri karşısında saflarını bu tarafta belirlerler. En sonunda çarşı ve bedestan esnafı da dükkânları kapayıp yardımcı olmak isteklerini iletirler. Ulema zor bela bu teklifleri reddeder. Gayelerinin ihtilal değil haysiyetlerinin korunması ve şeyhülislamın azledilmesi olduğunu belirtirler. En sonunda olay toplu bir ihtilale dönüşmeden sadece ulema çevresinde bir hareket olarak kalır.

Naima burada der ki; “..halk fitne ve fesadı bittabi severler. Hususan sipahilere ve gayri tavaif-i askeriyeye ulufeler verilmekte cefa olunur müzayaka sebebiyle canları burunlarına gelmişti. Böyle fitne hudusünü Allahtan isterlerdi”

Fitne dediğinin toplumsal histeri olduğunu şerh etmeye gerek yok herhalde. Milletin canı burnundaysa tetikte olmak lazım ama önce ibret almayı bilmek lazım.



OSMANLI ARMASI İLE MEHTER MARŞI BİRBİRİNİN YALANCISIDIR. BİR ARAYA GETİRMEYİN

İkinci Mahmud Yeniçerilerle birlikte mehter takımının da canına okudu. Yeniçeriyi hatırlatan her şeyi ortadan kaldırdığı gibi yüzyıllarca Avrupa’yı titreten mehter müziği yerine, kurduğu batı tarzı askeri bandonun marşlarını tercih etti. Bu bandonun başına da Donizetti’yi getirip paşa unvanını verdi. Günümüzdeki Osmanlıcı amcalara sabah akşam zorla Donizetti ve diğer müzisyenlerin eserlerini dinletsem sinirim anca geçer. O sıralarda batı üslubunda bir de arma ihdas edildi. Klasik devirde armanın işini tuğ, bayrak ve tuğra görürdü. “Osmanlı Arması” denilen nesne batı dünyasının bize hediyesidir. Ona rağmen 80’lerden itibaren eskiden evlerde ve iş yerlerinde pek bulunan “karınca duası” kadar yaygın hale geldi.
Bizim devlet ve milletçe en büyük çelişkilerimizden birisi Osmanlıyı yeknesak bir devir olarak algılamamızdır. Zihnimizdeki Osmanlı algısını 600 yılın tamamına yaymaktan büyük keyif alıyoruz. Günümüzdeki sakilliklerin çoğu bu algı yetersizliğinden kaynaklanıyor. İlerlemeci ve devrimciler Osmanlının tamamını reddederken ara ara var olan ilerlemeci hamleleri gözden kaçırıyor. Oysa o çabalar sonucunda bugünlere gelindiği unutuluyor. Gerilemeci ve saltanatçı çevreler de Osmanlıyı bilemediklerinden olsa gerek tam tersine Osmanlıyı yavaş yavaş ortadan kaldırıp Cumhuriyet dönemi ve günümüze getiren hamleleri alkışlıyorlar.
Ben modernleşmenin yararlı bir süreç olduğunu tartışmıyorum ama Nizam-ı Cedid devri, Tanzimat Hatt-ı Hümayunu ve Islahat Fermanı bu muhafazakâr çevre açısından ne anlam ifade ediyor? Topkapı Sarayı’nın terkedilip Dolmabahçe Sarayı ve Avrupai diğer kasır ve köşklerin tercih edilmesine ne diyorlar? Hanedan mensuplarının batılı giyim tarzlarına, resim, piyano, keman gibi batı menşeli sanatlara meylini hiç mi görmüyorlar? Bu meselelere kafa yoran yok, hiç konuşulmuyor. Adamın arabasında Osmanlı arması, teybinde mehter marşı, bangır bangır geziyor. Hangisi olduğuna bir karar verebilse!!!
Hani o neyse de Mustafa Varank denen danışman saraydaki o koltuğa Osmanlı işi demez mi! Dolmabahçe veya diğer sarayların tefrişini yapan Fransız dekoratörlerin getirdiği mobilyaları bize Osmanlı mobilyası diye yutturacaksın da eline ne geçecek cahilin önde gideni. O ecdadına ait olduğunu zannettiğin Fransız işi koltukları, kasırları ve sarayları tercih eden Hanedan-ı Al-i Osman bugün gayet açık kıyafetli, batılı, sizinle kafası hiç barışık olmayan bir zihniyete sahip. Onlar yaklaşık 100 yılda o mertebeye geldiler. Sizin kapı da sonunda oraya çıkacak ama kestirmeden onlar gibi oluverin de rahatlayın.


YUDİTH VE HOLOFERNES

Bir aralar çekingen bir edayla IŞID teröristlerinin Suriye'de tarihi eserleri kırıp dökerek yağmalamasının tarihsel bazı köklerinin olabileceğini belirtmiştim. O sıralarda kimse ilgilenmedi. Olsun, ziyanı yok. Ben yine de Asur generali Holofernesin kafasını keserek tarihi bir süreci başlatan Judith üzerinde durmak istiyorum. Avrupa medeniyetini alkışlarken tarihte kimlere güzelleme yaptıklarını gözden kaçırmadan alkışlayalım. O medeniyete rönesans, aydınlanma vız gelir. Tevrat hikayesi üzerine envai türde güzelleme yapmak için en ünlüsünden harcıalemine kadar binlerce ressam sıradadır. En çok resmi yapılan hikayelerden biri de Yudith'in kafa kesme hikayesidir. Bu sanatçıların yaptıkları tablolar bugün en anlı şanlı müzeleri süslüyor mu? Süslüyor...Yapılan iş kahramanlık olarak aktarılıyor mu? Aktarılıyor. Yudith'in kestiği Asurlu generalin topraklarında yine kafalar kesiliyor mu? Kesiliyor. Peki kim kesiyor?















CİKKO MANASTIRI OSMANLI ARŞİVİ

Cikko Manastırı diye bir yer duydunuz mu? Güney Kıbrıs'ta Trodoslarda tarihi bir manastır. Kıbrıs'ın belki de en büyük Ortodoks manastırı. İşte burada Osmanlı devrinde biriken oldukça fazla sayıda Osmanlı evrakını bir güzel okumuşlar, fotoğraflamışlar ve beş büyük cilt halinde yayınlamışlar. Manastırdır, papazdır deyip geçmemek lazım. Adamlar Osmanlı belgelerini yok olmaktan kurtarmışlar.
İster istemez (ismini vermeyeceğim) bir şehirdeki büyük camide bulunan Osmanlı evrakının başına gelenleri hatırladım. 80'lerde bu cami cemaati cami derneği için tarihi muvakkithane binasını gözlerine kestiriyorlar. Ancak küçük bir pürüz vardır ki muvakkithane ağzına kadar Osmanlı evrakı ile doludur. Tabii ki pürüz deniz kenarına götürülüp evrakın bir güzel yakılmasıyla halledilir. Günah olmasın diye külleri de ayak altında bırakılmaz, gömülür. İşte böyle....






18 Ekim 2015 Pazar

DERGÂHTA DİL KURSU

“Rûznâme-i Âyine-i Vatan” gazetesinde bazen kültürel ilanlara da rastlanıyor. 21 Rebiülevvel 1284 [23 Temmuz 1867] tarihli 48 numaralı nüshasında da böyle bir ilan mevcut. O devirlerde İstanbul’un cazibesine kapılıp buraya yerleşen çok sayıdaki Türkistan, Horasan ulemasından biri olan Mehmed Efendi, Üsküdar Selimiye Dergâhına yerleşmiş. Şeyh Sadi’nin meşhur eseri Gülistan’ı şerh ederek Meclis-i Maarif’ten basılması için ruhsat almış. Basılıp basılmadığını tespit edemedim. Bu tarihe en yakın 1291 tarihli matbu bir metin var ama Mehmed Efendi’nin eseri olmayıp Urumiye Afşarlarından Mirza Aka’ya ait. Arapça ve Farsçaya hakkıyla vakıf olan Mehmed Efendi, Selimiye Dergâhında Gülistan’ı müzakere ederek Farsça öğretecekmiş. İstekli olanların katılması çağrısına yönelik bu ilan, dergâhların hepsinin o devirde henüz bozulmadığını, bazılarında kültürel faaliyetlerin sürdüğünü göstermesi açısından önemli.


METİN

Horasan ulemâsından ihtiyâr-ı tecrîd ederek alâ-tarîkı’s-seyâha Deraliyye’ye gelüp Üsküdar’da Selimiye Dergâhı’nda sâkin bulunan Mehmed Efendi Arabî ve Fârisî lisânlarında mehâretli bir zât olup Saʿdî merhûmun “Gülistân” nâm kitâbını gayet güzel ve eshel sûretde şerh etmiş ve Meclis-i Maarif’den tabʿına ruhsat verilmişdir. Şimdi Efendi-i mumaileyh bizzat dergâh-ı mezkûrda tâlib bulunanlara bu kitâb-ı nefîsi müzâkere edecektir. İstekli olanlar az zamanda lisân-ı Fârisî’yi tahsil etmek üzere saat ikiden beşe altıya kadar dergâh-ı mezkûra devam eylemeleri.




16 Ekim 2015 Cuma

FERMAN MÜSVEDDESİ

Osmanlı Devleti’nde ferman diye bildiğimiz tuğralı ve koca koca kâğıtlara yazılı belgenin müsveddesi işte bu belge oluyor. Büyücek bir kâğıdın ortadan ikiye bölünmüş halde sağ ve sol kısımları mevcut. Sağda ferman metninin müsveddesi yer alıyor.

Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın sadrazamlığı sırasında 1723 yılında hazırlanmış. Yani tam olarak “Lale Devri” belgesi. Bu devre uygun bir de konusu var. O zamanlar haşhaştan elde edilip “gonca” adı verilen bir tür uyuşturucunun halk nezdinde itibarı öylesine artmış ki neredeyse kullanmayan kalmamış. Ahali birbirini teşvik ediyormuş. Helal olduğuna dair yaygın bir kanaat oluşmuş. İçildiği takdirde “gayb âleminin içene açılacağı” yalanını savuran satıcılar epey müşteri yakalamayı başarmışlar. Böyle böyle millet neredeyse topyekun uyuşturucu mübtelası olmak üzereymiş.

İşte tam bu sırada Şeyhülislam Abdullah Efendi bu “gonca” denilen meretin haram olduğuna dair fetva vererek içenin, teşvik edenin, satanın, alanın hepsinin haram işlediğini ve padişah tarafından cezalandırılmayı hak ettiklerini ilan etmiş. Bu fetvayı memleketin köşe bucağına yaymak için ferman hazırlanmış. İşte bu belge o fermanın müsveddesi.

Üzerindeki tarak dişine benzeyen işaret bu hükmün “buyruldusu” onun üzerinde parafa benzeyen şekil ise Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın “Sah” adı verilen imzası. Bu iki işaretin yer almadığı hiçbir hükmün temizi yazılmaz, ferman haline getirilmez. Sağda verevine iki paralel çizgi de bu hükmün Divan-ı Hümayun’dan çıktığını gösteriyor. Belgenin sol yarısında yer alan işaret grubu çok ilginç. Osmanlı bürokrasisindeki ciddiyet ve pratik beceriyi ifade ediyor. Gönderilecekleri vilayet veya kalelere metnin müsveddesini tekrar tekrar yazmadan “bir sureti” kalıp cümlesi altında neredeyse Osmanlıdaki bütün vilayetlerin adı zikrediliyor. Sadrazam ve Sadaret Kethüdası üşenmeden tek tek her birine sah işareti ve buyrulduyu vurmuşlar.

Bu uyuşturucu aleyhtarı ferman her tarafa gönderilmiş neredeyse. Divan-ı Hümayun’da bu müsveddeden tuğralı ferman yazılacağı zaman Reis Efendi veya görevli katiplerden kıdemli birisi yüksek sesle okuyor ve ne kadar yere gönderilecekse o kadar ferman aynı anda hazırlanıp hemen tuğraları çekiliyor ve tatar denilen postalara teslim edilerek en uzak yerlere bile 4-5 gün, bir hafta içinde ferman ulaştırılıyor. Vardığı yerde sadece o tuğra bile akan suları durduruyor.

Bu etkiyi sağlamak hiçbir zaman kolay değildir. Memleketin her yerine bu fermanlar gidiyordu ki hakimiyet böyle anlatılır. Sahip çıkamadığın, gidemediğin, fermanını kimsenin kale almadığı, kulak asmadığı yeri devletine dâhil sayamazsın tabii ki. 1840’lara kadar abartısız en az 350 yıl boyunca aynı üslup ve şekilde belgeler mevcuttur. Muhteşem bir devlet geleneğimiz varmış o asırlarda, yerlere çalmışız...



HOPALI FEVZİ

Nur içinde yat Reşat Ekrem Koçu üstad... Ne kadar çok ikonografik öğe bırakmışsın bugüne.

Şehzade Camii'nden kıymetli bir Isparta halısını çalmak için camiye girip abdest bile almadan ömründe ilk defa teravih namazı kılan Hopalı Fevzi 'nin hikayesi. Hırsız hergele bir de namazdan sonra hırsızlığını yüz akı ile başarmak için dua etmiş. Çamiç Ağa da hiciv düzmüş.


Bundan sonra benim yüzüm ak diyeni Çamiç ağaya gönderip yüzünü yoğurda batırtmak lazım.

[Kupür Reşat Ekrem Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisinden]


MEDH U SENADA RİYA



Günümüzde çevremizdeki bazı gerçeküstü tavır ve nitelemelere hayret nazarlarıyla bakıp "bunlar nasıl oluyor da oluyor" diye şaşkın şaşkın anlam vermeye çalışan pozitif zihinlere yardımcı olmak lazım. Bu arkadaşlara her ne kadar anlamsız gelse de günümüz değerleri ile bağdaştıramadıkları hareketlerin kökenini folklorik değerlerimizden çıkarabilirler. 

Yardımcı olmak babından şu metnin genetik kodlarımızı ortaya koymakta oldukça cömert davrandığını göstermek istiyorum. Sanki bir "Teslis" akidesi ihdas eder gibi Allah, Peygamber ve Halife'yi nasıl sıraladıklarını fark etmek lazım. Allah'a ve Resulüne övgüde ve duada mübalağanın riya olamayacağı tabiidir. Buna Halife'yi de ilave etmek ise bizim sosyal genetiğimizde yer alan "Şark Kurnazlığı"na ve yönetim geleneğimizdeki "reaya=sürü, padişah=çoban" kavramlarına gayet uygundur. Üstelik birçok İslami metinde bilhassa ulema için "hükümdarlara yakın olmak ve onların yalakası durumuna düşmek" kesinlikle hoş karşılanmamıştır. Buna rağmen yeni bir belagat ve teorik çerçeveyi Sultan İkinci Abdülhamid'e sunulan bu yazıda görüyoruz. 

METİN

«Üç makâmda her ne kadar medh u senâda mübâlağa olunmuş olsa riyâ ediyor denilmeyip ancak vâcibi edâya çalışıyor denilir. Evvela cümle mahlûkât cümlenin "Hallâk" ve "Rezzâk"ı olan Allahu zü'l-Celâl Hazretleri'ne eğer her ne kadar hamd u şükürde mübâlağa eylese yine lâyıkıyla edâ etmemiş olur. Ve sâniyen bir kimse Hazret-i Peygamber Sallallahü Teala Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri'ni ne kadar medh u senâ eylese ve salât ü selâm getirmekte mübâlağa eylese riyâ olmaz. Belki yine lâyıkıyla edâ etmemiş olur. Ve sâlisen bir kimse zıllullahi fi'l-âlem ve halife-i şefi‘ü'l-ümem olan İmâmü'l-Müslimîn Efendimiz Hazretleri'nin ne kadar medh ü senâ ve hayır duâsında mübâlağa eylese riyâdan addolunmaz. Binâenaleyh Edirne müftî-i esbakı el-Hâc Mehmed Fevzi abd-i dâ‘îleri işbu risâleyi terkîm ve neşr ü ta‘mîm ve bir nüshasını dahi nazargâh-ı mu'allâ-yı zıllullahiye arz u takdîm eylemiştir.»


15 Ekim 2015 Perşembe

FRENK AHMED PAŞA

Bana "öküz altında buzağı arıyorsun" diyenlere bir fırsat daha sunuyorum. Naima aşağıdaki hadiseyi anlatıyor da ben onun anlattığı gibi mümkün değil anlayamam.

Tersane Kethüdası Frenk Ahmed Paşa “şaribü’l-leyli ve’n-nehar” bir âdem. Bir akşam tersane ekibi külliyen içki sofrasında âlemin kralındalar ve mestane vaziyetlerde rahatlarına bakıyorlar.

Tersanede bağlı esir gemisindeki esirler nasıl oluyorsa birden bağlarından kurtulup orada kim var kim yoksa öldürüyorlar, bir kişi hariç. Tabii ki Frenk Ahmed Paşa.

Gemi sahibi denize atlayıp canını kurtardığını zannederken suyun soğukluğundan o da vefat ediyor. Esirler bu sefer rol değiştirip Tersane Kethüdası Frenk Ahmed Paşa’yı esir alıyorlar(!). Ele geçirdikleri gemiyle birlikte ver elini Akdeniz. Oradan sırra kadem basıp nam u nişanlarından bir daha haber alınamıyor.

Naima bunu dürüstlüğünden olsa gerek dümdüz anlatıyor. Yahu biraz renklendir, senden sonra gelecek nesillere ibretli bir belge bırak. İşte bu Frenk Ahmed Paşa gibiler gemiyi hep içeriden vurdular. Kendilerini bizden gösterdiler, sonra hileyle bizleri katlettirdiler. Hiç olmazsa sonraki nesiller uyanık olsun de. Üstelik olayın geçtiği sene 1660. Haşmet ve kudretimizin hala zirvede sayılabileceği yıllar. Yoksa, kendilerine aşırı güvenirlerdi diye bildiğimiz tavırları saflık, eblehlikten başka bir şey değil miydi?



İTTİHAD-I ANASIR


İttihat Terakki politikalarından birisi olan İttihad-ı Anasır aynı zamanda bir gazetenin de ismi olmuştur. Bu politik duruş, anasırın ittihat değil de ayrılık peşinde olduğunu ilan etmesiyle sürdürülememiştir. II. Meşrutiyet devrinin yarım kalan açılımı olarak da günümüze ışık tutmaktadır. Buna yönelik çıkarılan gazete de dikiş tutturamamıştır. Hatta ilk nüshasının başına gelenler İttihad-ı Anasır’ın tashih edilse bile bu memlekette keenlemyekün addedilmesi gerektiğini vurgulayan hoş bir örnekte karşımıza çıkmaktadır.

İhtar ve İtizar

Gazetemizin birinci nüshası gerçi dün intişar etmiş ise de musahhihlerin adem-i dikkatinden bir çok hatalar, noksanlar tashih olunamadığı cihetle evvelki musahhihin yerine bu gün diğer iki muktedir musahhih tayiniyle gazetemizi fî-mâ-ba‘d suret-i mükemmelede neşredeceğimizi ve dünkü nüshayı ke’en-lem-yekün hükmünde addederek bugünkünü birinci nüsha itibariyle devam-ı neşriyatta bulunacağımızı muhterem karilerimize ma‘a’l-i‘tizâr beyan ve ihtar eyleriz.

Dünkü nüshayı alanların bu nüsha ile mübadele eylemelerini de ilaveten rica ve beyan eyleriz.



SADRAZAMIN FUHUŞA VERDİĞİ CEZA


Osmanlı Devleti’nde fuhuş şiddetle cezalandırılan bir suçtu. 22 Haziran 1602 tarihli bu küçük belgede Beylerbeyi Hanı’nda yakalanan üç fahişeden ikisinin teşhir edilmesi ve birinin de çuvala konulup asılması sadrazam tarafından emrediliyor. Teşhir ve çuvala konulup asılma nasıl gerçekleştiriliyordu bilmiyorum, araştırmak lazım.

Bu küçücük kâğıttan aynı zamanda bir döneme Suhte İsyanları olarak adını veren isyancı öğrencilerin elebaşılarından birinin adını öğreniyoruz. Suhte Sinan isimli bu isyancıya aynı zamanda Celali sıfatını da yakıştırıyor. Sadrazamın kesin emridir. Hakkından gelinecek.

Bu tarihte sadrazam Yemişçi Hasan Paşa’dır. Çok zalim ve kan dökücü bir sadrazam olarak iyi bir isim bırakmamıştır.

Belge Metni:

Beylerbeyi Hanı’nda ahz olunan üç nefer fahişelerin ikisi teşhir olunup biri çuvala konulup salboluna deyu buyruldu.

Ve Sinan Suhte nâm Celâlînin hakkından gelinmek buyruldu. Ehl-i fesâd suhteler başı imiş.
1011.M.2 [22 Haziran 1602]


BUHURİZADE MUSTAFA ITRİ


Büyük bestekarımız Itri'nin esas işi İstanbul Esirciler Kethüdalığı idi. Damadı da aynı meslek erbabından ve İstanbul Esirciler Kethüdası imiş. Benim de katkım bu olsun Itri Efendi'ye...

"Kethuda-yı Esirciyan Buhurizade Damadı el-Hac İbrahim Ağa"


PARİS’E DAVET EDİLEN MENGENLİ AŞÇI HASAN USTA

Osmanlı zamanındaki Divan-ı Muhasebat yani Sayıştay’ın eski başkanlarından Rasih Bey, ikamet ettiği Paris’e, yanında çalıştırmak üzere Bolu Mengen’den aşçı getirtiyor.

Aşçılığın başkenti Paris’e Mengen’den aşçı getirilmesini o devir için olsun, günümüz için olsun çok önemli buluyorum. Anlaşılan gözü ve gönlü Türk Mutfağı’nda olan Rasih Bey Fransız mutfağına alışamadı.

Mengenli Aşçı Dişlioğlu Hasan bu arzuhaliyle Hariciye Nezareti’ne (Dışişleri Bakanlığı) pasaport çıkarmak üzere müracaat etmiş.

Acaba gidebildi mi? Gittiyse hatıratı var mıdır? Sülalesinden yaşayanlar veya bu zatı tanıyanlar var mıdır?

Belge Metni:

Hariciye Nezaret-i Celilesi’ne

Maruz-ı Çaker-i Kemineleridir ki

Çakerleri Bolu sancağı muzafatından Mengen nahiyesi ahalisinden ve aşçılıkla müştegil olup bu kere Paris’de mukim Divan-ı Muhasebat Reis-i Esbakı Rasih Beğ nezdine aşçılıkla azimet edeceğimden pasaport itası muamelesinin icab edenlere emr u havalesini istirhama müsaraat eylerim. Ol babda ve her halde emr u irade hazret-i veliyyü’l-emrindir.
1338 Kanun-ı Sani 15 – [15 Ocak 1922]

Mengen ahalisinden Dişlioğlu Hasan

Sirkeci’de Hoca Paşa Hanı’nda Kahya İbrahim Ağa kahvesinde mukim Dişlioğlu Hasan


9 Ekim 2015 Cuma

İBRAHİM MÜTEFERRİKA’NIN MEZARI





İbrahim Müteferrika vefatından sonra mezar yeri bile unutulmuş bir değerimizdir. İkinci Meşrutiyet’in ardından mezarının tespitine dair bazı malumatı Ahmed Safi Bey’in “Sefine”sinden naklediyorum.

Birinci elden orijinal malumat bugüne kadar gözden uzak kalmıştır. Ahmed Safi Bey’in Osmanlı’da tarihçi âlemi hakkındaki değerlendirmeleri acı hakikat olarak karşımızdadır. Meşrutiyet sonrası yıllarının en önemli dergilerinden Şehbal’den ilave ettiğim kupür de Safi Bey’i doğrulamaktadır.

Bu kabir 1942 yılında Reşid Saffet Atabinen’in gayretleriyle Galata Mevlevihanesi haziresine nakledildi. Taşındaki yazılar temizlik esnasında mı, nakledilmeden evvel mi bozulmuştu bilemem ama şu an okunamayacak durumdadır. Bu da bir başka acı hakikat…

METİN:

(İlave) Hasib Bey namında ehibbamızdan bir zat vardı. Türk tarihinde mezkûr olan eslâftan pek çok zevatın terâcim-i ahvâlini bilir ve bu cihette malumat-ı vâsiası vardı. Abdülhamid-i Sânî’nin kitapçısı oldu. İsviçre’de toplanan tarih encümenine Devlet-i Osmaniye tarafından matlûb veçhile tarih-aşina kimse bulunamadığından bu zat gönderildi.

Bizde müverrih yetişmediği gibi tarih bilen de nadirdir. Nadir ise ma’dûm hükmündedir (her ne ise). Rehnüma-yı Kostantiniyye’yi yazmakla meşgul olduğumuz sırada Şair Nefi’nin ve Matbaacı İbrahim Müteferrika’nın merkadlerini bilip bilmediğini Hasib Bey’den sormuş idim, bilemedi. Nefi’nin merkadi Bab-ı Ali’de olduğunu Sefine’mizin on üçüncü nüshasında yazmış idim. [Ahmed Safi Bey’in Nefi’nin kabri olarak belirttiği mezar Nallı Mescid’in banisi Hoca Ali mezarıdır]

İbrahim Müteferrika’nın merkadini tesadüf kabilinden olarak buldum. Okmeydanı Camii hakkında Hadikatü’l-Cevami’den naklen bâlâda muharrer makalede ismi mezkûr olan rical-i Bayramiyye’den İdris-i Muhtefî (Kuddise Sırruhu) hazretlerinin kabirleri civarındadır.


Aradan pek çok seneler mürur ettikten sonra Meşrutiyet ilan olundu. Fudala-yı asrımızdan ve ehibbamızdan Cebel-i Bereket mutasarrıflığından munfasıl Kazım Bey teşkil olunan Tarih Encümeni’ne memur oldu. Tarihe ait bazı şeyleri bu acizden sual ederdi. Ben de bildiklerimi kendisine cevaben söylerdim. Bir gün İbrahim Müteferrika’nın merkadini sordu. Mevkiini söyledim. Kazım Bey de Tarih Encümeni’ne haber verdi. Mezbûr merkad görüldükten sonra encümen azası ve matbuat erbabı İbrahim Müteferrika’nın merkadi üzerine tarz-ı nevîn türbe yapmak içün iane suretiyle para topladılar. Toplanan iane parası Sabah Gazetesi Matbaası’nda hıfz ediliyordu. Araya muharebe gürültüleri karıştı. İş yüzüstüne kaldı. İlerisini bilemem.

21 Rebiülevvel sene 1341 ve 11 Teşrin-i Sani [Ekim] sene 1338/1922

Ez’afü’l-İbâd
Ahmed Safi
Câmiü’l-Hurûf




Şehbal Dergisi’ndeki resim altyazısı:


İBRAHİM MÜTEFERRİKA MERHUMUN KASIMPAŞA’DAKİ KABRİ

Memleketimizde matbaacılığı ilk defa tatbik ve icra etmiş olan merhum İbrahim Müteferrika’nın, alâim-i intibahımızdan olmak üzere yavaş yavaş kadri bilinmeğe, sık sık ismi yâd olunmağa başladı. İstanbul Muhibleri Cemiyeti merhumun şân ve mertebesine layık bir abide ile te’yîd-i nâmı teşebbüsünde bulunarak bu şâyân-ı takdir hareket-i kadr-şinâsâneye pîşvâ olmuştur. İbrahim Müteferrika merhumun kabri şimdiye kadar maatteessüf ne halde kalmış olduğunu şu resim gösteriyor.

KADİR BİLEN MİLLETLER ARASINDA KADRİ BİLİNECEK ADAMLAR ÇOĞALIR

İbrahim Müteferrika'nın mezarı Ahmet Safi Bey'in yazısında bildirdiği tarihte nakledilemediyse de ihmal edilmedi ve 1942'de şimdi bulunduğu Galata Mevlevihanesi hâmuşânına nakledildi. Kitabesinin yazıları okunamayacak derecede bozulmuştur. Nakilden sonra kabri başına dikilen kitabede 1745 olarak gösterilen ölüm tarihi son araştırmalara göre 1747 olarak kesinleşmiştir.











ONLAR SİİRTLİ VE VANLI, BİZ İSE OSMANLI


Birkaç gündür diken üstünde olan ülkemizin batısındaki nahoş olaylar toplumun büyük çoğunluğu tarafından kınandı. Birlik çağrıları peş peşe geldi. Kürtlere yönelik fiziki saldırılar en Türkçü siyasi parti dâhil olmak üzere asla tasvip edilmeyerek, Türk-Kürt beraberliğinin kaçınılmazlığı vurgulandı. Terör ve PKK’nın lanetlenmesi, her Kürdün PKK’lı olmadığı ısrarla vurgulandı.

Ben de üç dört günümü bu birlik çağrılarına Kürtlerin de aynı şekilde PKK terör örgütünü lanetleyerek destek vereceğini umarak geçirdim. Ne var ki Selahattin Demirtaş kendi parti binalarına, Kürtlerin ev ve işyerlerine olan saldırıları protesto ederken hükümetten güvenliğin sağlanmasını ısrar ve talep edeceğine Kürtlere çağrıda bulunarak parti binalarına, ev ve işyerlerine saldıranları analarından doğduklarına pişman ettirmeye çağırdı.

Demirtaş’ın daha önce de bu konuda sabıkası olduğundan alışkınız. Ben zaten ondan bu inceliği beklemiyorum. Ne var ki bu zamana kadar seslerini ve PKK’yı lanetlediklerini hiç duymadığım bilhassa doğu ve güneydoğudaki üniversiteler, akademik camia, Kürtten çok Türk müridi olan kanaat önderi denilen şeyhler, tarikatler, tekkeler şöyle bir araya gelip güçlü bir sesle neden haykırmazlar. Kanı dökülen, hunharca katledilen bu kadar asker ve polisin ailelerinin ve tüm toplumun yüreğini niye soğutmazlar. Bu konudaki suskunluklarına anlam veremiyorum. Yoksa biz çok mu safız. Kim olursa olsun Kürtlerin gizli bir ajandası mı var? Herkes bir vadeye ve takvime göre rolünü mü icra ediyor. Bu soruların cevapları bende yok ama doğru cevapların peşindeyim.

Bu yolda şimdilik, 1895 yılında Sultan Abdülhamid’e Kürtler ve Doğu Anadolu’ya dair sunulan uzun bir rapordan bölümler sunayım.

«Burada her şeyden evvel nazar-ı dikkate maruz bir şey var ki şimdiye kadar henüz hükumet-i seniyyemizle ahali ve tebaası arasında rabıta-i hasenenin adem-i husulüdür. Memurin, Kürdlerin idaremize duhullerinden beri Hükûmet-i Osmaniye’mize ısınamamış olmaları bilhassa ekser ahali Müslüman oldukları makam-ı mukaddes-i Hilafet’e yabancı nazarıyla bakmaları memurlarımız içün afv olunmayacak kabahat ve su-i idarelerindendir.»

«AHALİ- Müslümanlar umumen Şafii ve pek mutaassıp olduklarından bize Hanefi Müslümanlara dahi bir nev’i nefret ve tereddütle bakarlar. Onlar Siirtli, Vanlı biz ise Osmanlı yani yabancı ve ayrı gayrı görünmekten kurtulamamışız. Ulema ve meşayıh-ı Ekrad dahi işbu ayrı gayrılığı muhafaza ederek temin-i menfaate çalışıyorlar. Bunlar hükûmetin emrine bakmaksızın sellemehüsselam her yerde efkâr satarak gezerler ve halkın cehlinden bi’l-istifade hükûmetin zulmünden, meşrû’înin ademinden hatta Cuma içün izn-i Sultânî’ye hacet olmadığından bahsederek halkı hükûmetten tenfire ve himayelerinde yaşadıkları ağalara rabt ve takrîbe çalışıyorlar.»

«Aşayir efradı kasabalar ahalisinden daha bedbaht ve iki kat musibet içindedir. Şehirlerde yalnız memurlarımızın seyyiatına katlanan ahali dışarılarda fazla olarak ağalarının beylerinin dahi taat ve tekâlifine boyun eğmeye mecbur yoksa ma’dumdur.»

« “Bey demek bir kıt’anın hükümdarı ağa dahi tarafından mensûb memurları, bendegânı demektir” Vergi temettü vaktiyle pek nispetsiz tarh edilmiş olduğundan bir kısım halkın hicret ve felaketini memleketin harab ve hali kalmasını icab eylemiştir. Evvela emlak ve arazi vergileri hîn-i tevzi’de ifrat ve tefrit seyyiesine uğrayarak daima zuafâyı ezmiştir.»





8 Ekim 2015 Perşembe

BEYOĞLU, GALATA, KASIMPAŞA VE KABATAŞ’IN TÜRK MEZARLIKLARI NEREYE GİTTİ?


Bu belge günümüzdeki bakanlar kurulu kararnamelerinin ilk hali olan bir “Osmanlı Kararnamesi”dir. Müttefik ordularının işgali altındaki İstanbul’da düzenlenmiştir. Yazının üst solundaki imza Padişah Sultan Vahideddin’e aittir. Yazının sonundaki imzalar sol başta Sadrazam Tevfik Paşa ve sağında Şeyhülislam Nuri Efendi’den itibaren bakanlar kurulu üyelerine aittir. 19 Eylül 1921 tarihli bu kararnamenin, tarihi bir belge olarak, sur dışı İstanbul’unda rant ve menfaat yağmasının başlangıcı olarak kabul edilmeye hakkı vardır.

Birinci maddede yer alan “Kasımpaşa, Beyoğlu, Galata, Kabataş ve civarında müddet-i medideden beri defn-i emvat olunmayarak metruk kalan umumi kabristanlardaki kubur-ı müsliminin makam-ı Meşihat’in inzımam-ı muvafakati ile Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nce bi’l-istizan şeref-müteallik buyurulacak irade-i seniyye üzerine münasip mahallere nakl olunabilir” ibarelerinin ardından ikinci maddede “nakl-i kuburdan dolayı hâlî kalacak arazi Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nce nafi görülecek şerait dairesinde icare-i mutade veya tavîle âhâra icar veya suver-i saire ile istimal olunabilir” denilmektedir. Uzun süreden beri defin yapılmadığından terk edilmiş görüntüsü veren mezarlıkları satarak elden çıkarmanın kararnamesi böyledir.

Sultan Vahideddin mezarlıkların satışına izin verdiği bu kararnameden bir yıl sonra bir İngiliz zırhlısı ile yurtdışına kaçacaktır. Ülkeyi sattığı-satmadığı iddiaları halen tartışma konusudur ama en azından Müslüman mezarlıklarının satışındaki rolü bu belgeyle sabittir.

İstanbul’un fethinden itibaren geniş alanlara yayılan, asırlık servileri ile pitoresk bir İstanbul silüeti meydana getiren, Kasımpaşa, Beyoğlu, Galata ve Kabataş’ın tarih içerisinde oluşan Türk kimliğini ortaya koyan tarihi mezarlıklar bu kararname ile birbiri ardına yok edilmiştir.

Mezarlıklardan boşalan arazilerin çoğu o devirde sermayeyi elinde bulunduran azınlıkların eline geçmiştir. Zaten o devirde Türkler vakıf malı yemek zarar getirir düşüncesiyle mezar yerlerinden arazi almaya eğilimli değillerdi. Böyle böyle sur dışı İstanbul’un çehresi azınlıklar lehine değişmiştir.