26 Şubat 2015 Perşembe

OSMANLIDA FAİZ VAR MI YOK MU?


1985 gibi olmalı, Kubbealtı Akademisi’nde Mübahat Kütükoğlu hocamın “İstanbul’a İaşe Temini” çerçevesinde bir konferansını dinliyoruz. Hoca her zaman için belgelere dayalı orijinal bilgileri birbiri ardına sıralayıp bizleri ihya ediyordu. Ön sırada M. İpşirli, N. Aykut, A.İ. Gencer, A. Özcan gibi hocalar ve Kubbealtı’nın kıdemlileri oturuyordu. Medrese revaklarının altındaki uzun koridordan ibaret salonda yer yoktu, bir hayli izleyici ayakta dinliyordu. İaşe finans ile birebir alakalı olduğundan iş “faiz” meselesine geldi. Okuldan da tanıdığım üst sınıflardan öğrenciler ve izleyicilerden bazıları henüz konferans tamamlanmamış ve soru cevap faslı başlamamışken hocanın sözünü keserek “nasıl olur hocam, Osmanlıda faiz yoktu” diye hadsiz, çapsız, esassız itirazlar yönelttiler. Çok iyi hatırlıyorum İpşirli ve Özcan hocalar bu itirazcıları yatıştırmak için arkaya dönüp dönüp durdular. Hocanın canı çok sıkıldı ve konuşmasını neredeyse yarıda keser gibi tamamladı. Cedelciler bu sefer soru cevap faslında bir şeyler söylemeğe kalktılar ama hoca bunları kale bile almadı, vardı yoktu tartışmasına bile girmedi, var deyip kestirip attı, meseleyi uzatmadı. İpşirli hoca ile ertesi günü dersimiz vardı ve ben de meseleyi tekrar gündeme getirdim. Çelebi meşrep hocamız açıkçası beklemediğim bir şekilde Osmanlıdaki faizi teville, hile-i şeriyye ile açıklamaya çalıştı. Şimdilerde nasıl cevaplar bilemem, belki de şimdiki öğrenciler Osmanlıda faiz var mı yok mu diye sormuyorlardır. Kesinlikle yok olduğu abileri tarafından söylenince sorgulamak gerekmiyor.
Bundan sonraki yıllar içinde bu tartışmaların defalarca ortasında kaldım. Fanatik bir topluluk halen daha Osmanlı iktisadi sisteminde faizi inkar ediyor. Yok efendim o riba değildir, faiz olan ribadır, bilmem murabahacıdır. Bin dereden su getirmeler... Osmanlının ister klasik dönem, isterse Tanzimat sonrasında olsun faizli işlemler o kadar açık, göz göre göre oluyor ki. Devletin yanında vatandaşlar da gırtlağına kadar faiz batağının içinde yüzüyor. Bu inkar ile ne amaçlandığını şimdilerde Osmanlıya atfedilen kutsallığı görünce anlıyorum.
Otuz sene önceki bu hatıramı naklediyorum ki, günümüz kamuoyunun sağcı-muhafazakar-milliyetçi kesimindeki apriori “Osmanlıda faiz yoktu” kazıyyesine nasıl bir yoldan geldiğimize ışık olsun.

FOTO MÜKERREM TARİHİN TEKERRÜRÜ NUMARA 9


Ölmez bu vatan farz-ı muhal ölse de hatta
Çekmez kürenin sırtı bu tâbût-ı cesîmi
Geçenlerde Fatih Sultan Mehmed'in sandukasından kalkarak işgal donanmasına ibretle bakışına dair bir kartpostal neşretmiştim. Şimdi de Bursa'nın Yunan işgalinden kurtuluşu sonrası Osman Gazi'nin sandukasından kalkarak Türk askerine elini öptürdüğü bir kartı neşrediyorum. Kartpostaldaki şiirleri topluca yazıyorum.
Yeşil Bursa’nın kurtuluş günü Eylül 1338
“Biz ol âlî-himem erbâb-ı cidd ü içtihadız kim
Cihangîrâne bir devlet çıkardık bir aşiretten”
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın,
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın.
Yunanlıların facia-i işgali 8 Temmuz 1336
 Foto Mükerrem yazısı ve seri numarası 9 da okunuyor. Demek ki bunlar bir dizi halinde yayınlanmış kartpostallar. Diğerlerini de aradım nette ama bulamadım.


SİMİT ÇÖREK TAYİNATI


Mart 1775 tarihine ait bir belge. Sultan Birinci Abdülhamid tahta çıkalı bir yıl olmuş. Hareme ve kendine yiyecek tayinatına dair bir düzenleme yapmış. Buna göre kimin ne kadar yiyecek tahsisatı olduğu kesin kural haline konmuş. Bu listeden öğlelik ve sahurluk olarak adlandırılan iki sınıf dikkatimi çekti. Birinci Abdülhamid bizim bugünkü damak zevkimize de hitap eden simit çörek düşkünü biriymiş.Halka simit, çörek, gül poğaçası gibi hamur işlerinin listesi ekteki fotoğrafta.


PADİŞAH KIZLARINA ADAY DAMAT KRİTERLERİ


Şubat 1886 tarihli bu belge Sultan İkinci Abdülhamid’in sadrazamı Kamil Paşa’nın elinden çıkmadır. Sultan Abdülmecid’in kızlarından Mediha Sultan’a koca bulmak için aranılan kriterlerden bahseden kısmını öne çıkardım. Kamil Paşa bu kriterleri dört maddede şöyle dile getiriyor; 1-Padişahın akrabalığına nail olacak kişinin atası dedesi bile Devlet-i Aliyye’nin önde gelen devlet adamlarından olmalıdır. 2-Güzel ahlak sahibi olmalıdır.3- Asla kadın yüzü görmemiş ergen olmalıdır. 4-Yaşı otuzdan aşağı, kırktan yukarı olmamalıdır.

Bu dört madde üzerine gözden geçirdikleri adayların bir çoğu yapılan araştırmalar sonucu ayarı bozuk çıktığından adaylıktan elenmişlerdir. Bunlara örnek olarak verdiği isimleri nakletmiyorum.

Kamil Paşa bu yazısının sonunda Mediha Sultan’a namzet olarak, Şura-yı Devlet [Danıştay] üyesi merhum Necip Efendi’nin oğlu, Londra Sefareti başkatipliğinden ayrılmış Ferit Bey’i öneriyor ve bu kriterlere uyan Ferit Bey, sonradan herkesin bildiği meşhur hain Damat Ferit olarak tarihe geçiyor.

METİN:

Mediha Sultan hazretlerinin emr-i mesnûn-ı izdivacı hususunda nazar-ı itinaya alınan mevaddın birincisi şeref-i sıhriyyet-i şahaneye mazhar olacak zatın eben an ceddin rical-i Devlet-i Aliyye’den olması ikincisi hüsn-i ahlak ashabından bulunması üçüncüsü asla kadın yüzü görmemiş ergen olması dördüncüsü sinni otuzdan dûn kırktan efzûn olmaması kazıyyeleri idüğünden bu esaslar üzerine gözden geçirilen bendegândan bir çoğu inde’t-tedkîk kem-ayar zuhur ederek hesabtan çıkarılmıştır.




21 Şubat 2015 Cumartesi

RAKI MEZE GÜZEL OLSUN BAŞKA BİR ŞEY DÜŞÜNMEM


Şair Eşref İzmir’de iken Abdülhamid aleyhtarı olarak bilinen kişilerle hemhal olmaktadır. Bu sıralarda Aydın Valisi, eski sadrazam Kamil Paşa’dır ve Mustafa Bey isminde birisi İstanbul’dan İzmir’e sürgün kılığında hafiyelik etmek üzere gelir. Kamil Paşa bu şahıstan hiç hoşlanmaz ama Yıldız’a bol bol jurnal göndermesine de mani olamaz. İzmir'de meşrutiyet taraftarı ve Abdülhamid aleyhtarı kişilerin başlıcaları olan Mevlevi Şeyhi Nuri Efendi, Memduh Bey, Taşlızade doktor Edhem Bey, avukat Hasan Bey, Tokadizade Şekip Bey, avukat Tevfik Nevzat Bey gibi isimleri evine işret alemine davet eder. Orada bu kişilerin ağızlarından laf almak için sürekli olarak Abdülhamid’i kötülemektedir. İçlerinden bazıları içkiyi fazla kaçırıp ağızlarına geleni söylerler. Bunun üzerine hemen gönderilen jurnalller etkisini gösterir ve Mabeyn’den Tatar Şakir Paşa İzmir’e soruşturma yapmak üzere görevlendirilir. Kamil Paşa ile birlikte kurdukları komisyonda itham edilenlerin ifadeleri alınır. Dinlenenler arasında şahit olarak Şair Eşref de vardır. Eşref’in sorgusunu yaparlarken çok nazik bir soru sorulmuş. Gayet şairane verdiği cevabıyla sorgucuların bir hamle daha yapmasına engel olmuştur. Sorgunun metnini o devirden kalan istintaknameden aktarıyorum. Hilmi Yücebaş’ın hazırladığı “Şair Eşref” adlı eserden de buna dair bir bahsin görüntüsünü yayınlıyorum. Ermenaklı Hasan Rüştü Efendi’den nakledilen hatıralar biraz farklı anlatılsa da muhteva aynıdır.
METİN
Eşref Efendi’ye sual:
-Geçen akşam Mevlevi Şeyhi Nuri Efendi ve Memduh Bey ile birlikte medʻuvven Mustafa Bey’in hânesinde buluştuğunuzda cereyân-ı mübâhese olunan musâhabete dair vâkıʻı üzere malumât vermeniz arzu olunur.
-C[evap] - Bendeniz umûmun bildiği üzere o gibi âlem-i işrette hâlât-ı şâirâne ve rakının mezenin güzel olmasından başka bir şey düşünmem. Bir meyhânede nasıl âfâkî söz olursa o akşam orada da âlem-i âbda hevâyî sohbetten başka bir söz cereyân ettiğini tahattur edemiyorum. Şu halde hiçbir söz cereyân etmemiştir efendim.
Kırkağaç Kaymakam-ı sâbıkı
bende
[imza] Eşref






17 Şubat 2015 Salı

YOLDAŞ- REFİK- KOMRAT- TAVARİŞ




Yoldaş ne güzel bir kelimedir. Tarihin derinliklerinden günümüze yansır. Yeniçerileri aklıma getirir. Sovyetler Birliği Komünist Partisi mensupları birbirlerine "Komrat" diye seslenmişler. Bunun bir de "Tavariş" versiyonu var. Eski Rusya'da "mal satan göçebe" demekmiş. Allah bilir Türkçedeki "davar-tavar" sözcüğünden uyarlamışlardır. Ne hikmetse, Türkiye Komünist Partisi'nin ilk yıllarından itibaren mensupları birbirlerine gururla "yoldaş" diye seslenmişler, muhalifleri de bu kelimeyi onları küçümsemek, dışlamak için kullanmışlar. Kıbrıs'taki yansıması ise "refik" kelimesi üzerinden olmuş.
 Bu güzelim kelime, yıllarca sağcı ve milliyetçi çevrelerin ambargosuna maruz kaldı. İdeolojik keskinliğin paslandığı günümüzde milliyetçi, mukaddesatçıların ısrarla bu kelimeyi kullanmaktan kaçınmaları tuhafıma gidiyor. Solcu veya sağcı diye nitelenebilecek bir kimliğim hiç olmadı. Kendi başına bir nefer olarak yaşadım. Buna rağmen nedense çok sevdiğim bu kelimeyi kullanmaktan ben de kaçındım. Bundan sonra istediğim gibi, sıklıkla, her yeri geldiğinde kullanmak istiyorum. Kendimi tek başıma bir sefere çıkmış hissetmek istemiyorum. Bu yolda herkes yoldaşımdır. Kaçınılmaz olarak üzerime bazı yaftaların takılacağını bile bile ısrarımdan vazgeçmeyeceğim.
Kamus-ı Türki'den kelimenin izahını da verirsem belki bazılarının şartlanmışlıklarını ortadan kaldırmaya yarar.
------------------------------
yoldaş: 1. birlikte yola çıkan adam, yol ve seyâhat arkadaşı, hemrâh, refîk. 2. ale'l-ıtlâk arkadaş, refîk, hempâ. 3. vaktiyle yeniçeri ortasının a‘zâsı. ║ kapı yoldaşı = efendileri müşterek olanların beheri, bir kapı müntesiplerinin beheri.

yoldaşlık: 1. yol ve seyâhat arkadaşlığı, hemrâhlık. 2. arkadaşlık, refâkat. ║ kapı yoldaşlığı = efendi iştirâkı. ║ yoldaşlık etmek = birlikte seyâhat eylemek.


16 Şubat 2015 Pazartesi

SULTAN ABDÜLHAMİD'İN ANANAS HİKAYESİ

Son iki yılda ananas üzerinden yürütülen siyasi esprilerin zamanına yetiştiremedim ama geç de kalmış sayılmam. Meğer Abdülhamid’in de bir ananas hikâyesi varmış. Abdülhamid'in mücevherleri ile ilgili bir yazı hazırlıyorum. Çalışmalarım esnasında “Şadiye Sultan'ın Anıları”nda şöyle bir bahis gördüm. Babasının sürekli yanında gezdirdiği ve kilitli bir çantası var. Herkes bunu "su çantası" olarak biliyor. Şadiye Sultan, Abdülhamid'in darlandığı bir anda bu çantayı kapıp babasına su vermek istiyor ama kilitli olduğunu görünce anahtarını babasından istiyor. Babası da "kızım o su çantası değil, çok daha önemli, zamanı gelince öğrenirsin" diyor. Bir gün babası kızını davet ediyor ve gizlice bir ananas veriyor. “Bu bizim bahçede yetişti, bir başkası daha yok, o yüzden kardeşlerine söyleme gücenmesinler, çok sıkı mukayyet ol ” gibisinden uyarmayı da ihmal etmiyor. Şadiye Sultan evine gelince aklına o ananas geliyor. Eline aldığında bir tuhaflık seziyor ve farkediyor ki içine özenle yerleştirilmiş çok sayıda pırlanta mevcut. Bir de “Su çantasındaki hakkın” diye bir not iliştirilmiş.
Şimdi bu hikâyeyi okuduktan sonra geçen yıl gündemi meşgul eden ananas meselesi etrafında da elmas kaçakçılığı gibisinden böylesine dedikoduları hatırlıyorum. Bu senaryoları kim yazıyor Allah aşkına…


TULUMBACI TEZKİRESİ




Bu kaydı bir münşeat mecmuasında gördüm. Vaktinde tulumbacılara yani bugünün itfaiyecilerine verilen tezkirenin ibarelerini muhtevi. Tulumbacılar da başıboş bırakılmamış. Ne zor şartlarla tezkire alabiliyorlarmış. Zaten mahallenin namusu onlardan soruluyordu en azından. Belgenin aslını görünceye kadar suretiyle idare etmek üzere kayıtlara geçsin.


ZENGİNİN OKUNA ÜFLENE ÜFLENE REKOR KIRDIRILIR



Solak Mustafa Ağa Dördüncü Mehmed devrinde okçuluğa dair “Kavsname” isimli bir kitap yazmış. Aşağıdaki fotoğraf bu eserden bir iktibas yapan Atıf Kahraman’ın “Osmanlı Devleti’nde Spor” isimli kitabından alındı. Solak Mustafa devrinde namlı ve eser sahibi bir okçu. Yine de hayıflanmadan edemiyor; eski padişahlar ve vezirler bu spora şöyle destek olurlar, böyle katkıda bulunurlardı falan dedikten sonra kendi kabiliyetleriyle maharetlerini sıralıyor. Bu başarılarına kuru bir “aferin”den gayri destek olunmadığından yakınıyor. Yeni pehlivanlar çıkmamasını bu ihmale bağlıyor. Hatta fakir birinin okçulukta kırdığı rekorun sayılmadığı, zengin birinin attığı okun mecazen üfleye üfleye rekor kırmaya yönlendirildiği bir ortamdan bahsediliyor. Bu devir bizim yükselme devrimiz diye adlandırılan devir. İnsan kalitesi böyle olunca devletin duraklamaya girmesi kaçınılmaz olur tabii ki.



SÜLEYMANİYE CAMİİ AVLUSUNDAKİ İSTAVROZ

Süleymaniye Camii'nin iç avlusuna girerken farklı renkte bir mermer dikkat çeker. Vaktiyle bunun üzerinde bir istavroz işareti açıkça görülüyordu. Hakkındaki rivayetler havada uçuşan bu taşın mahiyetini henüz anlayamamıştık ki son restorasyonda resmen üzerindeki haç işaretini silmişler. Şimdi hayal meyal seçilebiliyor. Dini sembollere saygısızlık olarak görülmesinden dolayı silindiği söylenebilir. Bakın biz ne güzel insanlarız. Başkalarının maneviyatını incitecek bir hatayı hemen telafi edebiliyoruz. Viyana'da, Malta'da, Polonya'da ve daha birçok yerde resmen Türk Bayrağı'nı ve Türk askerini ayakları altına almış vaziyette çeşitli heykel ve tablolar mevcut. Avrupa ülkeleri "Türklerin maneviyatını bozuyor bunlar, kaldıralım" demedikleri gibi her gelene de gururla gösteriyorlar. Ne oluyor, bizim turistler hayran hayran seyredip geri dönüyor. Yani demem o ki, tarih içinde milletler böyle çok fazla gurur kırıcı malzeme kullanmışlar. Şimdiki torunları ise "o devrin anlayışı bizi bağlamıyor, tarihi bir obje olarak saklıyoruz" dedikleri anda masumiyet zırhına bürünüyorlar. Biz hariç tabii ki...




SERMED’İN ŞİİRİ - BİR KADININ AĞZINDAN OĞLUNA NASİHATİ

Divan şairlerinden Sermed iyi nasihatler veriyor ama dinleyen kim??? Üstüne üstlük bunları bir ana söylüyor.

Dinle gel sohbetimi cân u gönülden her ân
Şimdiki gibi değil dönmeli her gün devrân
Pek ayıpdır karı yanında geride dursan
Oğlum evlenme sakın sonra olursun pişman

Şöyle böyle hiç uyudup gönlünü hiç kırdım mı
Bir takım olmayacak siklete gör girdim mi
Baksana kocaya kız kardaşını verdim mi
Oğlum evlenme sakın sonra olursun pişman

Vardır akdığı kadar içime her gün kanımın
Pekçe sıkıldığı şeydir bu da zira canımın
Azdırırlar bilirüm kızları komşu hanımın
Oğlum evlenme sakın sonra olursun pişman

Temiz üstün başın işte nesi var karnın tok
Bulsak istediğimiz gibi bu günden tezi yok
Varacak sana teninden saçımın ifratı çok
Oğlum evlenme sakın sonra olursun pişman

Anla söz ülfetin olan ile eyle sohbet
Aldığın günden edersin iki aycık rahat
Çekme gör gayri meşakkatler ile hem zahmet
Oğlum evlenme sakın sonra olursun pişman

Sen henüz bağ-ı letâfetde yetişmiş gülsün
Koklamamış seni bir kimse aceb sünbülsün
Şimdi başlı başına yavrucağım bülbülsün
Oğlum evlenme sakın sonra olursun pişman

Bilmemisen şu benim doğruya olduğun özüm
Çıkar ânide sana söylediğim mücmele sözüm
Gez yürü gençliğini bil â benim iki gözüm
Oğlum evlenme sakın sonra olursun pişman

Arak u bâdeyi Sermed gibi bir şevkle çâk
Başın âzâde iken hayş edip zevkine bak
Gördüğün her gül-i nevrestelere su gibi ak
Oğlum evlenme sakın sonra olursun pişman



SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD'İN HAL' FETVASI

Tarihî Bir Belge Sureti: Sultan İkinci Abdülhamid’in Hal’ Fetvası Sureti;

Sultan İkinci Abdülhamid burada yer alan fetva ile tahtından indirilmiştir. 

HÜVE

BAB-I FETVA
DAİRE-İ MEŞİHAT

SURET-İ FETVA

İmâm-ül Müslimin olan Zeyd, bazı mesâil-i mühimme-i şer’iyyeyi kütüb-i şer’iyyeden tayy u ihraç ve kütüb-i mezkûreyi men’ ve hark u ihrâk ve Beytülmâl’de tebzîr ü isrâfla müsevveğ-i şer’î hilâfında tasarruf ve bilâ-sebeb-i şer’î katl ü habs ve tağrib-i raiyye ve sâir-gûne mezâlimi i’tiyâd eyledikten sonra salâha rücû etmek üzere ahd ü kasem etmiş iken yemininde hânis olarak ahvâl ve umûr-ı Müslimîni bi’l-külliye muhtel kılacak fitne-i azîme ihdâsında ısrâr ve mukatele îkâ’ etmekle men’a-i Müslîmin Zeyd-i mezbûrun tagallübünü izâle ettiklerinde bilâd-i İslâmiyyenin cevânib-i kesiresinden mezbûru mahlû’ tanıdıklarına dâir ahbâr-ı mütevâliye vürûd edip mezbûrun bekâsında zarar muhakkak ve zevâlinde salâh melhuz olmağın Zeyd-i mezbûra İmamet ve Saltanattan ferâgat teklif etmek veya hâl’ eylemek suretlerinden hangisi erbâb-ı hall ü akd ve evliyâ-yı umûr tarafından ercah görülürse icrası vacib olur mu?

El-cevâb:Olur
Ketebehü’l-Fakîr es-Seyyid Mehmed Ziyaüddin
Ufiye anhü



MÜHÜR TATBİK DEFTERLERİ


Klasik dönem, Tanzimat öncesi Osmanlı tarihçisi olup, biyografi çalışan araştırmacıların ihmal ettiği boynu bükük mühür tatbik defterlerinde ne hazineler gizlidir. Nedense araştırmacılar bunları elinin tersiyle bir tarafa bırakıveriyor. Hâlbuki bu defterlerin mukataa eshamına ait olanları, o devrin para babası veya en etkili çevrelerinin mühürlerinin geçit resmi yaptığı defterlerdir. Çeşitli görev ve rütbe sahiplerinin yardımcıları da buralarda yer alır. Devlet, gümrük, tuzla, maden gibi kaynaklarını veya emtia ticareti gelirlerini paraya ihtiyacı olunca satışa çıkarır ve bunun adına mukataa deriz. Bazen tek kişiye devredilir, bazen de çok kişiye hisseleri satılır. Satın alanlar da ödedikleri paraya mukabil iki taksit halinde nemalarını almak için tezkire hazırlanmasını istediklerinde, mühürlerinin doğru olup olmadığı bu tatbik defterlerinde sağlaması yapılarak onay verilir. İşte bu maksatla hazırlanan defterleri kullanmak biyografi çalışmalarında çok önemlidir. Bilhassa hisse sahibi hanımların bazıları çok zengindir ve çoğunlukla önemli devlet adamlarının eşleridir. Bunların isimlerini başka belgelerden tespit etmek neredeyse imkânsıza yakındır. Örnek olması için eklediğim sayfada Birinci Abdülhamid'in başkadını meşhur Ruhşah için de tatbik mührü oluşturulmuş. Ruhşah Başkadın-ı Hüdavendigar-ı Sabık ibareli bu mühür gibi daha niceleri araştırılmayı bekliyor.


KAMİL PAŞA VE ŞAİR EŞREF EFES HARABELERİNDE


İzmir’in merkez olduğu vilayete 19.Yüzyılda Aydın Vilayeti adı verilmektedir. Daha önce Abdülhamid’e iki defa sadrazam olan Kıbrıslı Mehmed Kamil Paşa, Kasım 1895-Ocak 1907 arasında bir anlamda sürgün olarak Aydın valiliği görevini yürütmüştür. Görev yılları sırasında Şair Eşref de bu vilayette çeşitli görevlerde bulunmuş, bir ara da gözetim altında tutulmuştur. Kamil Paşa ile oldukça hoş diyalogları fıkra halinde anlatılagelmektedir. Kamil Paşa’nın görev süresinde Efes kazıları sürmekteydi. Kazı alanına yaptığı ziyareti o tarihlerde fotoğraflamak aklına gelmiş. Oğlu Said ve Şair Eşref de bu seyahate eşlik etmişler. “Türk Arkeoloji Tarihi” ve “Türk İdare Tarihi” açısından çok önemli bu iki fotoğrafı takdim ediyorum.



ÇAPRAZ İSTİHBARAT


Sultan İkinci Abdülhamid en değer verdiği istihbaratçısı, yaveri, otuz yaşında paşa yaptığı adamı, sütkardeşi Esvabçıbaşı İsmet’in oğlu Fehim Paşa’yı da bir başka istihbaratçısına izletiyormuş. Üsküdar Mutasarrıfı Hamdi de Abdülhamid’in güvendiği adamlardandır. Belki Fehim Paşa’nın da Hamdi Bey hakkında istihbaratı vardır. Şu jurnalleri yakmasalardı tarihi ne kadar canlı ve renkli okurduk, kimbilir!

METİN:

Üsküdar Mutasarrıflığı
Aded
1018

Bahriye Ferîkânından Emin Paşa Hazretlerinin dün gece saat sekizde istimbotla Üsküdar İskelesine çıkarak arabaya râkiben efrâd-ı müstebdilesinin yoklaması içün Anadolukavağı’na azimet etdiği.
Yâver-i Husûsî-i Hazret-i Şehriyârî Fehim Paşa’nın dün akşam Üsküdar İskelesinden kayıkla Beşiktaş’a azîmet ve leylen saat üçde maiyyeti ile birlikte avdet eylediği maʻrûzdur. Ol bâbda emr u fermân hazret-i men-lehül emrindir.

15 Teşrinievvel 1318 [28 Ekim 1902]

Üsküdar Mutasarrıfı
bende
Hamdi


12 Şubat 2015 Perşembe

ŞEVKİ-EFSAR VALİDE SULTAN


Sultan Beşinci Murad’ın anası Şevki-Efsar Valide Sultan’ın çok ihtiraslı bir kadın olduğu söylenir. Sultan Abdülazizi’in tahtından indirilmesinde parmağı olanlardan biridir. Buradaki belge daha oğlunun şehzadeliğinde Banker Zoğrafos’tan aldığı 200 altının borç senedidir. Bu valide oğlunun veliahd şehzadeliğinde kazıttığı mühürde bile müstakbel valideliğine atıfta bulunmuş. Sanki aldığı paraları hiç ödemeyeceğini düşünmüş olmalı. Sonunda mürüvvetini gördüğü oğlu Beşinci Murad’ın üç ay içinde ruhi bunalıma girip doktor raporuyla tahttan indirilmesiyle yerine Sultan İkinci Abdülhamid gelince ikbal günleri zevale dönüştü. Uzunca bir süre yeni padişah eskisinin borçlarını ödemeyi reddetti. Bu arada işleyen faizlerle borçlar kabardıkça kabardı. Uluslarası alana taşınan bu borçlar devlete ciddi sıkıntılar çıkarmaya başladı. Sultan Abdülaziz’e yapılan darbede kullanılmak üzere alınan kredinin Lorando ve Tubini isimli iki alacaklısı Fransa hükümetinden yardım istediler. Fransızlar da diplomatik bu olayı bahane ederek Midilli’ye asker çıkardılar. Klasik ve sıradan bir borç devletin bekasında ciddi tehlikeler ortaya koyunca Sultan Abdülhamid bu borcu da yeni aldığı borçla kapatarak ödeme yoluna gitti. Bir beyinsiz validenin oğluyla giriştikleri macera böylece sona erdi.

METİN:

İşbu bin iki yüz seksen dokuz senesi Cemâziyü’l-evvelinin on altınca Pazarertesi günü saadetlü Hristaki Zoğrafos Efendi’den karzan iki yüz aded Lira-yı Osmânî ahz eylediğimi müşʿir işbu sened iʿtâ kılındı.
Fî 16 Cumâde’l-ûlâ sene 1289 ve Fî 10 Temmuz sene 1288

[MÜHÜR]

Necâbetlü Mehemmed Murad Efendi Hazretlerinin Vâlideleri Devletlü Şevkî-Efsâr Kadınefendi Hazretleri 78


10 Şubat 2015 Salı

SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN'I RAHMETLE ANIYORUZ


Sultan İkinci Abdülhamid Han, hiç tartışmasız son Türk Hakanı'dır. 97 yıl önce 10 Şubat 1918'de, zorunlu ikamete tabi tutulduğu Beylerbeyi Sarayı'nda vefat etmiştir. Her türlü spekülasyondan, şartlanmalardan uzak, günahları ve sevapları ile değerlendirilmesi gereken bir hükümdardır. Devletin en muhataralı zamanlarında, içeriden ve dışarıdan gelen bütün darbelere dirayetiyle karşı koymuştur. Yıkılıp gitmekte olduğunu, tarih sahnesinden çekilmekte olduğunu fark ettiği Devlet-i Aliyye'nin küllerinden yeni bir devletin doğması için gösterdiği çabalar inkar edilemez. Teknoloji, eğitim ve askerliğe verdiği önemle Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kadroların mükemmel yetişmesini sağlamış ve sırf bu sebeple bile her zaman için dualarla, rahmet niyazıyla anılmaya hak kazanmıştır. Buradaki belge vefatından sonra Hanedan-ı Saltanat Nizamnamesi gereği uyulan prosedürü aktaran, Enver Paşa imzalı bir belgedir.
METİN:
Beylerbeyi Sahilsaray-ı Hümâyûnu’nda ikâmet etmekte olan hakan-ı sâbık Sultan Abdülhamid Han-ı Sânî bin cennet-mekân Sultan Abdülmecid hazretlerinin bin üç yüz otuz altı sene-i hicriyesi şehr-i Rebiü’l-âhirinin yirmi sekizinci ve bin üç yüz otuz dört senesi Şubat’ının onuncu Pazar günü ihtikanü’r-riʾe ve ozima-yı riʾevi neticesi olarak tahaddüs eden zaʿaf-ı kalb sebebiyle mezkûr saray-ı hümâyûnda irtihâl-i dâr-ı bekâ eyledikleri tabîb-i husûsîleriyle etıbbâ-yı müdâviye ve hükûmetçe muʿâyenelerine meʾmûr edilen diğer etıbbâ-yı mütehassısa taraflarından müştereken iʿtâ ve makâm-ı Sadâret’den 15 numerolu ve 11 Şubat sene 1334 târîhli tezkire-i hususiye ile arz-ı atebe-i ulyâ kılınan protokol ile iki kıtʿa rapor mündericâtından anlaşılmasına binâʿen şeref-sadır olan irâde-i seniyye-i hazret-i hilâfet-penâhî mantûk-ı âlîsine tevfîkan naʿş-ı mağfiret-nakşları cedd-i emcedleri cennet-mekân Sultan Mahmud Han-ı Sânî hazretlerinin medfûn bulundukları türbe-i şerîfe defnedilmiş ve mezkûr raporlar usûlen Hazine-i Evrâk’da hıfz olunmak üzere ber-mentûk-ı emr u fermân-ı hümâyûn baş kitâbetden bâ-tezkire-i hususiye aynen Bâbıâlî’ye iʿâde kılınmış olmağla Hânedân-ı Saltanat Nizâmnâmesi’nin mevâdd-ı mahsûsası mûcebince muʿâmelât-ı mukteziyenin îfâsı zımnında işbu vesîka bi’t-tanzîm tarafımızdan imzâ olundu.
10 Cumadelahire 1336 / 23 Mart 1334
Sadrazam vekili Enver / Ayandan /Ayandan










6 Şubat 2015 Cuma

KEYNES'İ YAKMALI MI?



Merkez Bankası eski başkanı Durmuş Yılmaz faiz-enflasyon-büyüme polemiğine girdiği Cumhurbaşkanı’ndan “O işine baksın” cevabını alınca muhatabına demiş ki;

“Benim işim bu ve en iyi bildiğim konuda konuşuyorum. ‘Faizin sebep, enflasyonun sonuç’ olduğu yönündeki ilişkiye inanıyorsanız ABD’de, AB’de ve Japonya’da faizlerin düşük olmasıyla enflasyonun düşmüş olduğuna kanaat getirirsiniz. Düşük faiz tek başına yeterli olsaydı bu ülkeler durgunluk sorununu çözmüş olurlardı. 350-400 yıllık bir ekonomi politik bilimsel literatür var. Bu doğru değilse Smith’in Keynes’in ve diğerlerinin kitaplarını bir alana yığalım ve yakalım. Sonra da, Merkez Bankası yasasını değiştirip faizleri sıfırlayalım, görelim öyle mi oluyormuş. Diyelim ki oldu, ben de çıkar özür dilerim; “Biz bu işi bilmiyormuşuz” diye. ”

Bu paragrafın cevabını muhatabı bilmem nasıl verecek. Polemiği sürdüreceği kesin ama Durmuş Yılmaz 350-400 yıllık bir literatürle karşısına çıktı. Haliyle Cumhurbaşkanından da tezlerini delillendirmesi için maziye bir nazar kılıp Osmanlı modeli ekonomi-politik eserlerinden referans getirmesini bekliyorum. Sayın danışmanları üzülmesinler diye bu işi uhdeme aldım. Eskiden beri bildiğim bir tek eser vardır; Hamza Efendi’nin “Bey’ ve Şira Risalesi” yani "Alışveriş Risalesi". Bu metin 10-12 sayfalık bir risale aslında. Sonraları birkaç şerh yapılmış ve 50-60 sayfalık matbu metinler oluşturulmuş. Koskoca bir XVII ve XVIII. Yüzyılların tek iktisadi metni. İktisat tarihçisi değilim, belki başka kaynaklar vardır da ben bilmiyorumdur. Bir ön çalışma olarak Diyanet İslam Ansiklopedisi’nde “Hamza Efendi”, “Bey’ ve Şira” maddelerine baktım, ne bir madde verilmiş ne de “Bey’” maddesini yazan Ali Bardakoğlu bu eseri referans göstermiş. Sadece hadis kitaplarındaki “Kitabü’l-Buyu’”bahisleri ve onlar üzerine yazılan metinleri referans göstermiş. Anlaşılan koskoca bir Osmanlı tarihi kara düzen alışveriş kuralları ile idare etmiş. Bilinen tek şey “faiz haramdır” ilkesinin yaygınlığı. Hamza Efendi gibiler biraz liberal aslında. Bunlar o devirde de uzak kalamadıkları faizden “hile-i şer’iyye” ile nasıl kurtulmayı başarabileceklerinin derdinde. Hile-i Şer’iyye haramdır veya mekruhtur diyen muarızları var elbette ancak onlar da yeni bir paradigma geliştirmek niyetinde değiller, sadece emir tekrarı halindeler.

Durmuş Yılmaz ile Cumhurbaşkanı arasındaki polemiğe katkı olsun diye uğraştım ama bırakın 350-400 yıllık literatürü, ilaç niyetine, dişe dokunur bir şey bulamadım. Bu literatür yoksunluğunu sayın cumhurbaşkanının o muhteşem diskur çekme kabiliyeti ile avantaja bile çevireceğinden hiç şüphem yok. Sayın Durmuş Yılmaz, siz o Keynesleri, Adam Smithleri; Ricardoları meydana yığmağa başlayın bir zahmet. Ataları gibi şeriata hile uydurmaya bile çalışmayan, dibine kadar faizle yaşayan milyonlar çakmağı çakmak için sırada bekliyor…



Hamza Efendi, "Bey' ve Şira Risalesi" 

5 Şubat 2015 Perşembe

BAKIKULU

Osmanlı Devleti'nde bazı makamlara, görevlilere Türkçe sıfatlar, isimler de verilmiştir. Ne hikmetse bu Türkçe kelimeleri de Arapça veya Farsça zannedip ona göre okuyup yazanlar çıkıyor. "Bakmak" masdarından gelen "Bakı"dan "Bakıkulu" üretilmiş, Türkçe bir kelime ve görevlinin sıfatı olmak itibariyle Yavuz Sultan Selim zamanından Tanzimat devrine kadar rahatlıkla kullanılmıştır.

Bakıkulları çok önemli ve etkili memurlardı. Başbakıkulu bunların amirleriydi. Maliye memurlarının denetlenmesini ciddiyetle yaparlardı. Bunların hazırladıkları teftiş raporlarına çok önem verilir ve sonucuna göre cezaları idama kadar gidebilirdi. Gerekli gördüklerini hapse atma yetkileri vardı. Askeri sınıftan eceliyle ölenlerin veya katledilen mütegallibenin mallarını bunlar müsadere ederlerdi. Dürüstlükleri her zaman teslim edilmiş görevlilerdir. Tanzimat'tan sonra bu güzelim isim de birilerine battı ve yerine "Maliye müfettişi" unvanı ihdas edildi ki halen de bu unvanı kullanıyoruz.

Türkçe kelimeleri bile Arapça zannetme hastalığımız neticesinde bu kelimeyi yanlış olarak Bâkî şeklinde yazıp okuyanlar çoğaldı. Üstelik öyle de güzel tevil ediyorlar ki; "Efendim, bunlar devletin tahsil edemediği bakiye vergileri tahsil ettiklerinden Bâkî olarak adlandırılmışlar" bu izaha bir şey diyemiyorum, nutkum tutuldu.

3 Şubat 2015 Salı

SAHAF ÇARŞISINDA KİTAP MÜZAYEDESİ


Ruzname-i Ayine-i Vatan gazetesinin 20 Rebiülevvel 1285 tarih ve 47 numaralı nüshasından bir ilan naklediyorum. Fransa tebaasından ve matbaacı esnafından olup vefat eden Mösyö Kayol’un Fıkıh, Tarih, Edebiyat ve sair konularda nefis el yazısı ile2500 cilt yazma eserinin müzayede ilanı yayınlanmış. Sahaf Çarşısı bildiğimiz aynı isimle bahsediliyor ve haftada iki gün Çarşamba ve Perşembe günleri müzayede yapılacağı belirtiliyor.

METİN:



Fransa Devleti tebaasından ve basmacı esnafından müteveffa Mösyü Kayol’un ilm-i fıkıha dair ve tevarihe ve edebiyata ve nücuma ve saireye mütedair a’lâ el yazısıyla olarak ikibin beş yüzden ziyade cem’ eylemiş olduğu kütüb ve resail-i mütenevvia işbu Rebiülevvel’inin ikinci Çarşamba gününden bed’ edilerek haftada iki gün yani Çarşamba ve Perşembe günleri saat dörtten dokuza kadar Sahaf Çarşısı’nda müzayede olunacağı.