31 Ekim 2014 Cuma

EFENDİLER, HALK-I ÂLEMİ SOYUP GÖTÜ ÇIPLAK ÇÖL ARABI KIYAFETİNE KOYMAK İSTERSİZ


Naima Mustafa Efendi “Tarih”inde Kadızadelilerden uzun uzun bahsettikten sonra kibar zatlardan birinin Kadızadelilerin önde gelen vaizlerinden Türk Ahmed ile olan konuşmasını nakleder. Bu konuşmayı sadece biraz belirgin hale getirmek için noktalama işaretleriyle çevirdim. Sayfa görüntüleri de ilaveli… Fazla söze hacet yok, bu durumlar her zaman mevcuttur. İslam toplulukları bu git-gel arasında ömrünü tamamlayacak. Öyle görünüyor.

METİN:

Mudhikât:
Maslahat-ı dünyeviyye içün mezbûr şeyhlere tereddüd eden bir zarîf, sual edip:

-Bid’at-i haseneyi ve cümle seyyi’eyi ref’ etseniz gerek. Bu çakşır ve don giymek dahi bid’attir. Onları dahi kaldırır mısız? dedikde, Türk Ahmed:

-Beli, anı da men’ ederiz. İzar ve peştemal kuşansunlar. Demiş. Herif tekrar sual edip:

-Ya kaşık isti’mali de bid’attir. Anı ne işlersiz.

-Anı da kaldırırız. Taamı elleriyle yesünler. Zifir değil a. Yedikleri taam ellerine bulaşmağla ne lazım gelür.

Herif-i zarîf taaccüb edip:
-İmdi efendiler halk-ı âlem-i i soyup götü çıplak çöl Arabı kıyafetine koymak istersiz. Deyü hande eylemiş. Huzzar-ı meclisden biri dahi:

-Yâ sultanım. Kaşıklar yasak oldukda bir alay kaşıkçı fukarası ne işlesünler. Dedik de Türk Ahmed:

-Misvak ve tesbih yapup anınla geçinsünler. Demiş. Zarîf-i mezbûr yine Türk Ahmed’e ta’rîzan:

-Misvak ve tesbih san’atını Gerede ve Taraklı Türklerine işledirsiz. Haremeyn fukarasına da taayyüş edecek bir sanat bulun. Demiş.

{Bundan aşağısını merak edenler okusun. Hele ipek kuşağın haram olduğunu bile bile giyen nevcivanın kabasoftaya ettiği işlerin encamı da var amma yazmayayım dedim}

28 Ekim 2014 Salı

RAMAZAN EĞLENCELERİ



1869 senesi Ramazan ayında İstanbul’da ne eğlenceler yapılmış yahu. Kılıç yutan adam, bale, pandomim gösterileri bile varmış. Üzerine de âlâ meyve piyangosu.  İftardan sonra afiyet olsun…


METİN;


İşbu Ramazan-ı şerifin ibtidasından hitamına değin beher gece İskilip Hanı’nda Kasparyan şakirdlerinden Kostaki Kaliçi ve Hacı Mikail Pambukcuyan Kunpanyası canbazlık ve pandomine ve balet ve sair zorbazlık oyunlarını icra edeceklerdir. Ve kılıç yutan meşhur Maroke nam üstad dahi bir buçuk zira boyunda kılıcı kâmilen ağzına sokup ve buna emsal nice tuhaf oyunlar icra edeceği bazen dahi bir mikdar a’lâ meyve piyangosu çekilip her kime isabet eder ise meccanen verileceğini ilan ettiriyorlar.


ÜÇÜNCÜ AHMED’E EKŞİ PORTAKAL GÖNDERMEYİN


Sinan ÇULUK

Sultan Üçüncü Ahmed çok müşfik bir padişah. Kızı Fatma Sultan’ı merak ettiğinden sevgili damadı Sadrazam İbrahim Paşa’ya çok sık mektup yazmış. Bunlardan biri de yazımıza konu olan bu mektup. İlk cümlede karışık bir durum var. Kızı “beyza istimal buyurmuş ve istifra etmiş”. Beyza deyince yumurta anlamak lazım ancak sanki bir ilaç kastediliyor gibi “istimal buyurmuş” deniliyor. Eğer bildiğimiz yumurta olsaydı “yemiş-ekl etmiş” gibi bir şey demeliydi. Belki de sadece yumurta kastediliyor. Bir de "Kato" şeklinde yazılmış bir armut cinsinden bahsediliyor ki belki doğrusunu bilenleriniz vardır. Bu kaydı düştükten sonra devam edelim. Üçüncü Ahmed sadrazamına, merak ettiği kızının durumunu yazarak bildirmesini emrettikten sonra isteklerine geçiyor.

İşte bundan sonra duru bir Türkçe ile yazdıkları o kadar hoş ki insan güzelim Türkçe’ye “Osmanlıca” tabirini yakıştıranlara ne diyeceğini bilemiyor. Selçuklu Türklerinin kullandığı Türkçeye “Selçukluca” Akkoyunlu Uzun Hasan’ın kullandığı Türkçeye “Akkoyunluca” Şah İsmail’in kullandığı lisana “Safevice” demek ne kadar doğruysa “Osmanlıca” tabiri de o kadar doğrudur.

İsterseniz okuyun ve kararınızı kendiniz veriniz.

BELGE METNİ:

Sen ki vezirim
Sultan nicedir. Dünkü gün beyza istimal buyurup istifrağ eylemişler. Vaki’i öyle midir? Hala nicedir, yazup bildiresin. Beyaz dilkü [tilki] kürkler temam oldukça birer ikişer gönderesin. Geçende portakal turuncu gönderdin lakin ekşi, bir vechile ekl olunmaz [yenilmez] limon ekşiliği kadar ekşisi var. Evvel gayet tatlı gelirdi. İki sene vardır ki ekşi gelür. Buldurabilirsen tatlısını gönderesin. Kato ? armudu ve ayva da gönder. Mısır’dan gelen atların içinde pek aslah at var mıdır? Şimdi istemem bilmek için yazdım.

11 Ekim 2014 Cumartesi

BURSA YENİŞEHİR EŞRAFINDAN EDHEM PAŞA’NIN HÜDAVENDİGAR VALİSİ TEVFİK BEY İLE OLAN ÇELTİK ANLAŞMAZLIĞI*


Sinan ÇULUK

(Edhem Paşa'nın resmini tedarik eden sayın Ali Bilgiç'e teşekkürler)
(Edhem Paşa'nın resmini tedarik eden
sayın Ali Bilgiç'e teşekkürler)

Sultan İkinci Abdülhamid döneminin sonlarında Bursa Valisi Mehmed Tevfik Bey ile Bursa Yenişehir eşrafından Edhem Paşa arasında bir anlaşmazlık yaşanmıştır. Kişileri yıpratan ve mahalli sakinlerin de dâhil oldukları bu ihtilaf, somut olarak çeltik tarlaları üzerinden yürütülmüştür. Osmanlı idarecileri ile yerel güçler arasındaki gerilim ve çekişmeyi vurgulamak adına bu örnek olaydan hareket edeceğiz. Nasıl oluyor da bir vali ile isminin sonunda “Paşa” unvanı olan biri arasında böyle bir gerilim yaşanabilir. Bunu anlamak için biraz gerilere gidip hareket noktasını oradan başlatmak gerekmektedir.
Osmanlı Devleti 600 yıllık ömrünün her anında yeknesak bir nizam ile idare edilmemiştir. Esasen böyle bir şey de mümkün değildir. Gelişme ve değişmenin tabii kanunları işlediği sürece devlet nizamının yürütülmesinde de farklı uygulama ve kanaatler karşımıza çıkar. Osmanlı Devleti zaman içerisinde hakimiyetini sürdürürken çeşitli istinat noktaları ve karşılıklı hakimiyet sahaları oluşturmuştur. Padişahın mutlak otorite olduğu, Sadrazam ve Divan-ı Hümayun’un padişahtan aldığı yetki ile onun otoritesini temsil ettiği dönemlerde bile, “padişahların astığı astık, kestiği kestik” anlayışının hâkim olduğu bir devir hiç yaşanmamıştır. Padişahın, şeriat, örf ve kanunnamelerle sınırlandırılan hâkimiyeti mutlak değildir. Fetva müessesesi devletin sonuna kadar işlerliğini sürdürmüştür. Hâkimiyetin dayandığı unsurlar bölgelere göre de değişiklik gösterir. Beylikten Devlet olma sürecine taşınırken hâkimiyet kapsamına alınan diğer bey ailelerinin bazıları topraklarından sürülmüş, bulundukları yerlerde bırakılan bazılarına da padişahın namına yönetime katılmaları açısından yetki devri söz konusu olmuştur. Bu “bey aileleri” ile saltanat merkezi arasındaki ittifak uzun yıllar geçerli olmuş, zaman içerisinde ayan ve mütegallibe sınıfı olarak adlandırılsalar da asker toplama ve vergi tahsilatı gibi mîrî hususlarda merkezden atanan valilere en önemli desteği bu aileler sağlamıştır.
Klasik dönemde bir bölgede ortaya çıkan basit anlaşmazlıklar hukuki yoldan çözüme kavuşturulmaya çalışılmış, mesele büyüyüp isyana dönüşünce de oyunu kuralına göre oynayıp isyancı bölgeye sevk edilen askeri güç ile sadakatlerini yeniden tesis etmişlerdir. Nizam-ı Cedid diye adlandırılan Sultan Üçüncü Selim devrine kadar, merkezi idarenin arada sırada mahalli otoritelerden şikâyeti olsa da memleket yangın yerine dönüşmeden uzlaşmaya gidilebilmiştir. Celali İsyanları adı verilen olaylar zincirinde bile Celali reislerinden bazılarına rütbe ve belirli bölgelerin hâkimiyeti verilip icabına bakılmaları zamana bırakılmıştır. Devlet nizamında bir alt üst oluşu simgeleyen yeni düzenin getirdiği iktisadi ve askeri külfetlerden bunalan Anadolu ve Rumeli’ndeki ayan ve hanedan sınıfları Nizam-ı Cedid’e karşı çıkmaya başlayınca merkezi otoritenin de bunlardan kurtulmak için karşı hamleleri olmuştur. Tanzimat Dönemi’ne geldiğimizde Sultan İkinci Mahmud kesin olarak merkezi otoriteyi tesis etmek, taşranın yönetimdeki ağırlığını ortadan kaldırmak için ayan ve mütegallibe sınıfından bu ailelere savaş açmış ve tamamını sindirmiş, yanına çekemediklerinin kerhen de olsa saltanat merkezine bağlılıklarını temin etmiştir. Yeniçeri Ocağı’nın da ilgası ile taşra beylerine dayanmayan yeni bir orduyu da müesseseleştirmiş ve bundan sonra Osmanlı Devleti’nin idaresi büyük ölçüde Saray ve Babıali bürokrasisi tarafından yürütülmüştür. Yeniçerilerde olduğu gibi yeni ordu yönetim üzerinde askeri bir vesayet elde edememiştir. Ne var ki Sultan Abdülaziz’in Saray ve Babıâli bürokrasisini etkisiz bırakan bir askeri darbe ile tahtından indirildikten sonraki feci ölümü ardından başlayan bunalım dönemi, tahta yeni çıkan Sultan İkinci Abdülhamid’i yeni ittifaklar aramaya yöneltmiştir.
SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD'İN KADERİ
Beşinci Murad tahttan indirildiği 1876’dan sonra nispeten serbest olsa da Ali Suavi vakasından sonra kapatıldığı Çırağan Sarayı’ndan hiç dışarı çıkmadan 1904’de vefat etti. Bu tarihin önemi şuradadır, amcası Abdülaziz feci bir şekilde ölmeseydi ve ağabeyi Murad üç ayda akli dengesini kaybetmeseydi Sultan Abdülhamid’in tahta çıkması mümkün olmayacak ve isimlerini bile hatırlamadığımız çok sayıda şehzadeden biri olarak tarihteki yerini alacaktı. Belki de ömrünün sonuna kadar Maslak Kasrı’nda icra ettiği marangozluk numuneleri ile hatırlanacaktı. Talihi yaver gitti ve padişah oldu. Tabii ki kendini ziyarete gelip tahtın yolunu açan, buna mukabil Kanun-ı Esasi’yi ilan ve Meclis-i Mebusan’ı açma şartlarını dikte eden Midhat Paşa’yı ve devrin anlı şanlı rical-i devleti ile bürokratlarını hiç unutmadı. Hâkimiyeti tek elinde toplamak için bunların önünü kesmek gerektiğinin bilincindeydi. Merkezi bürokrasiyi dengeleyen bir güç çıkarmalıydı. Tebaa ve reayada yönetime katılma bilinci köreltilmişti. Sessiz çoğunluktan kendisine hayır yoktu. Bu kitleye sözünü geçirebilecek tek güç, anlamlı bir tarihi miras olarak kalabilmiş bölgesel nüfuzlu ailelerdi. Önce bunların bir bir tespitini yaptırdı. Tespit ettikleri arasında kendine yatkın olan taşra hanedan ve eşrafını çeşitli unvan ve nişanlarla taltif etti. Göz önünde bulunmasını istediği bazı sülaleleri İstanbul’a getirtti. Devletin yüz yıldır uğraşıp bin bir emek ve zahmetle idareyi merkeze almak ve taşranın yönetim üzerindeki etkisini kaldırmak için yaptığı faaliyetleri yok saydı. Babıâli’nin yönetimdeki etkisini nerede ise tamamen kaldırdı ve Yıldız’da maiyeti erkânından gölge bir kabine oluşturdu. Öyle ki, dâhiliye nazırı ve sadrazamın haberi olmadan Yıldız’daki telgraf odasına gelen telgraflar sayesinde memleketin herhangi bir yerinden ilk önce kendisinin haberi oluyordu. Kendine bağladığı çetevari organizasyonlarla hafiyelik teşkilatını oluşturmayı da ihmal etmedi. Jurnal denilen espiyonaj faaliyetine önem verdi. Öyle ki herkes birbirini jurnalliyordu. Osmanlı coğrafyasının belirli bölgelerinden getirtip Yıldız ve civarına yerleştirdiği mutasavvıflar ile o bölgelerdeki nüfuzunu pekiştirdi. Ayrılıkçı temayülleri olan Arnavut ve Kürtlerin sadakatlerini yeniden tesis etmek için, temayüz etmiş ailelerini özellikle destekledi. Bunları da nüfuzunu aktarmada araç olarak kullandı.
TAŞRA EŞRAFININ TESPİT EDİLMESİ
Sultan Abdülhamid’in 31 Ağustos 1876’da tahta çıkışının ardından devleti ağır hasara uğratan Osmanlı-Rus Savaşı ile karşı karşıya kalındı. Savaşın ardından Devlet-i Aliyye’nin genel bir panoramasını çıkartabilmek ve hasar tespit çalışması yapabilmek maksadıyla çeşitli vilayetlere telgraf emirleri gönderildi. 27 Ağustos 1880 tarihiyle Mabeyn Başkitabeti’nden vilayetlere gönderilen bu telgraf emrinde “Sultan Abdülhamid’in tahta çıktığı 1293 Şaban ayından itibaren vilayetlerde vuku bulan asayiş olayları, doğum-ölümlerle birlikte mevcut nüfusun bildirilmesi, bölgenin imar, sağlık, eğitim, askeri hususlardaki fevkalade ihtiyaçları ve bölge ahalisinin kıdem, haysiyet, servet ve emlak açısından mümtaz olanlarının listelenmesi” bildirilmiştir. Bu emir uyarınca Vilayetlerden İstanbul’a gönderilen raporların birçoğu bugün elimizdedir. [1]
İşte bu çalışmalarla tespit edilen Anadolu ve Rumeli’ndeki belli başlı ailelerin mümtaz olanlarından bazı fertlere çeşitli unvanlar tevcih edilmeye başlandı. Istabl-ı Amire payesi, Mirülümera ve Mirimiran gibi çeşitli mülki rütbeler alan bu kişiler Sultan Abdülhamid’in merkezi bürokrasinin gücüne karşı kendini ve iktidarını sağlama almasına yarayacak denge unsurlarıydı. Haliyle merkezin kendilerine bahşettiği güç ve otoritenin paylaşılmasını istemeyen bürokrat yönetici sınıf ile bu eşraf arasında zaman zaman gerginlikler baş göstermiştir. Bu yazımıza konu olan Hüdavendigar Valisi ve Yenişehirli Edhem Paşa arasındaki gerilim de bu çerçevede ele alınacaktır. Şahısların biyografik portrelerinden ziyade prosopografik ayrıntıları verilecektir.
EDHEM PAŞA KİMDİR?
Bursa Yenişehir eşrafından Edhem Paşa kendilerini Viyana Serdarı Kara Mustafa Paşa ahfadı olarak gösteren bir sülalenin ferdidir.[2] Babası Ahmed Bey’in de kasaba eşrafından olarak hükümet çevreleri ile çeşitli münasebetleri görülmektedir. Ahmed Bey, Yenişehir’den geçmekte olan Fransız ve Avusturyalılardan oluşan bir tüccar kafilesinden bazısının öldürülüp, bazılarının yaralanması töhmetiyle suçlanmış ve tutuklanmıştır.[3] Bu olaydan sonra maktûlün diyetinin tahsili için Ahmed Bey’in malları satıldığından, Edhem Paşa’nın amcası Emin Bey, bazı malların kendine ait olduğu iddiasıyla geri verilmesini istemektedir.[4]
Sultan İkinci Abdülhamid’in tespit ettiği eşraftan olması hasebiyle taltif edilen Edhem Bey zamanla saray nezdindeki değerini arttırmıştır. Klasik Osmanlı çağlarında olduğu gibi merkezi idarenin “Saray”da teessüsü, eski devirlerin “intisap” sistemini de beraberinde getirmiş, saray erkânından bazılarıyla kurduğu yakın ilişkiler sayesinde Bursa’nın sayılı eşrafı arasına girmiştir. Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa, Esvapçıbaşı İlyas Bey gibi isimler artık Edhem Paşa’yı himaye vaziyetindedirler. Bunların da aracılığıyla birbiri ardına unvanlar tevcih edilir. Tesisat-ı Askeriye İanesi’nin toplanmasındaki başarılarından ötürü Yenişehir eşrafından Edhem Bey’e 19 Mayıs 1897 tarihinde “Istabl-ı Amire Müdürlüğü” payesi verilmiştir. [5] Haiz olduğu Istabl-ı Amire payesi 1900’de “Mirülümera” rütbesine yükseltilerek “Alaylı Paşalar” sınıfına girmiş[6] ve ardından 8 Ocak 1904 tarihinde “Mirimiran”rütbesine yükseltilmiştir.[7] “Hüdavendigar Vilayeti Salnameleri”nden takip edebildiğimiz kadarıyla 16 Kasım 1902’den itibaren 1908’e kadar Yenişehir Belediye Başkanlığı’nı deruhde etmiştir. İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte ikbal günleri hızla zevale dönmüş ve “Volkan Cemiyeti” mensubu olmak töhmetiyle Hareket Ordusu tarafından Divan-ı Harb-i Örfi’ye sevkedilmiştir. Muhakemesi neticesinde suçlu bulunarak 11 Eylül 1909 tarihinde “müebbeden kalabend” cezası verilmiş ve Midilli Adası’nda cezasını çekmeye gönderilmiştir.[8] Daha sonra affedilerek tekrar Yenişehir’e yerleşti. Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlılara yardım ve yataklık suçlaması dolayısıyla “hıyanet-i vataniyye” suçu sabit görülerek 15 sene hapse mahkûm edildi. Eskişehir’de cezasını çekmekteyken sağ gözünün tamamen, sol gözünün kısmen görme kabiliyetini kaybetmesi ve yaşlılığına binaen kalan cezası 159 numaralı kanunla 13 Ekim 1921’de affedildi.[9]
Zenginliğini ve gücünü gösterebilmek adına epeyce güreşçiyi himaye eden ve çiftliğinde müsabakalar tertip eden Edhem Paşa, Yenişehir ve civarındaki geniş arazilerinde yaygın olarak pirinç ziraatı yapmaktadır. Sahip olduğu çiftlik Yenişehir’in doğusunda yer alır. (Bkz. Ek. VI) Bu çiftliğin dışında da çok sayıda tarım arazisinin sahibidir. Babası zamanından beri Yenişehir’deki diğer büyük toprak sahipleri ve eşraf ile çeşitli ihtilafları olmuştur. Toprakocak köyü civarındaki araziler dolayısıyla İstanbul’dan Mahrukizade ailesiyle[10], çiftliğine giden suyollarının tahribatı ve silahlı adamlarının halka eziyet ettiği iddiasıyla yerli halk ile defalarca karşı karşıya gelmiştir. Bazı eşraf tarafından doğrudan doğruya Sadaret’e veya Dâhiliye Nezareti ile Yıldız Sarayı’na defalarca şikâyet mektupları ve telgraflar yollanmıştır. Bunların çoğu cevapsız kalmış, halkın talepleri yerine gelmemiş, ne zaman ki Hüdavendigar Valiliği’ne Mehmed Tevfik Bey getirilmiş, o vakit Edhem Paşa ile epeyce uğraşılmıştır.
HÜDAVENDİGAR VALİSİ MEHMED TEVFİK BEY KİMDİR?
Azerbaycan-Şemahi’li Şirvanizadeler adıyla anılan bir aileye mensuptur. 1855’de İstanbul’a hicret eden Ahmed Hamdi Bey’in oğlu olarak 1867’de İstanbul’da doğdu. 1885’de Mülkiye’nin yüksek kısmından birincilikle mezun oldu. Mülkiye mezunlarından ilk üç dereceye girenlerin Mabeyn’e alınması kuralından dolayı girdiği Mabeyn Kâtipliğinde 12 sene hizmet gördükten sonra 1897’de Kudüs Mutasarrıflığı’na gönderildi. 1901 Selanik, 1902 Konya, 1904 Yemen valiliklerinin ardından 24 Mart 1906’da Hüdavendigar Valiliği’ne getirildi. 24 Mart 1909 Ankara Valiliği ardından 18 Eylül 1909’da Şura-yı Devlet (Danıştay) üyeliğine getirildi. Çeşitli okullarda İktisat ve Anayasa Hukuku Müderrisliği’nde bulundu. Damad Ferid hükümetlerinde Maliye Nazırlığı yaptı. 16 Kasım 1922’de TBMM tarafından emekliye sevk edildi. Bundan sonra 1943’e kadar Yüksek Mühendis Mektebi (Şimdiki İTÜ) İktisat Ordinaryüs Profesörlüğünde bulundu. 11 Şubat 1956’da İstanbul’da öldü.
Soyadı Kanunu’ndan sonra “Biren” soyadını almıştır. Hatıraları, torunu Rezzan Hürmen tarafından “Bir Devlet Adamının Mehmet Tevfik Bey’in (Biren) II. Abdülhamid, Meşrutiyet ve Mütareke Devri Hatıraları” adıyla 1993 yılında yayınlanmıştır.[11]
EDHEM PAŞA’NIN İKBAL GÜNLERİNİN ZEVALE DÖNÜŞMESİ
Sultan İkinci Abdülhamid vaktiyle iktidarına destek olması maksadıyla palazlandırdığı yerel güçlerin, zamanla asayişi ihlal eden ve bazen uluslararası sıkıntılar çıkaran tavırlarına bir çekidüzen vermeleri gerektiğine inandı. Bu ihlallerin en önemlileri Sadrazam Halil Rifat Paşa’nın oğlu Cavid Bey’in, Esad Toptani Paşa tarafından kardeşi Gani Toptani’nin intikamını almak adına öldürtülmesi, Bedirhanzadeler’in İstanbul Şehremini Rıdvan Paşa’yı öldürmeleri, doğu bölgelerindeki Hamidiye Alayları’na mensup ailelerin bölgelerindeki diğer ahaliye bin türlü eziyet çektirmeleri gibi olaylardır. Sultan Abdülhamid, baş hafiyesi Fehim Paşa ve benzeri diğer başına buyruk oluşumlar karşısında bunların etkinliklerini azaltacak tedbirlere yöneldi. Memleketin her bölgesinde merkezi otoriteyi dinlemeyen, eski devirlerin acı hatırası “mütegallibe ve ayan makulelerinden” şikâyetler ayyuka çıkmıştı. Epeyce bir süredir İttihat ve Terakki yeraltı örgütü olarak taraftar kitlesi edinme peşindeydi. Düyun-ı Umumiye’nin sarsıcı iktisadi politikaları ile bilhassa tütün üretici bölgelerde azımsanmayacak gayri memnun bir kitle oluşmuş ve korucuların baskısına karşı örgütlenen kaçakçılar açıkça silahlı mücadeleye başlamışlardı. Günümüze göre bir yekûn teşkil eden Osmanlı’nın azınlıkları bu ayan ve mütegallibe kalıntıları tarafından baskıya uğradıklarında patrikhaneleri veya ecnebi sefaret ve konsoloslukları devreye girerek sıkıntıyı uluslararası boyuta taşıyorlardı.[12] Ülkenin kırgın kesimlerinin yerel otoriteler tarafından ezilmesine izin verildiği takdirde devletin kendilerini yalnız bıraktığını hisseden azımsanmayacak bir kitle muhalefet saflarına rahatlıkla katılabilecekti. Zaten iktidara ilk geldiği yılların bürokratik yapısı tamamen kaybolmuş, dizginleri eline alan Abdülhamid bürokrasi üzerindeki otoritesini tamamen tesis etmişti. Artık mahalli hanedanlara bel bağlayacak durumda değildi. Bu mülahazalarla, kendi elleriyle oluşturduğu yerel hanedanların hükmünü geçersiz kılacak faaliyetlere önem verdi. İstanbul’da asayişi ihlal eden aileleri sürgüne gönderdi. Ülkenin sıkıntı olan her bölgesine müfettişler göndermeye, vali, mutasarrıf gibi idarecilerin elini güçlendirip saraydaki hamileri tarafından kollanıp iyice şımaran yerel hanedanları sindirmeye başladı. Öyle ki saraydaki hami ve hizipler tarafından bunaltılan Tevfik Paşa’ya Abdülhamid tarafından gönderilen Yaver Yusuf Kenan Paşa’nın irade suretini tebliğden sonra “Efendimizin size şifahi irâdelerini de tebliğe memurum, Şevketmeab Efendimiz selam söylediler. Sizin kimler tarafından ne suretle tazyik edildiğinizi tamamen biliyorlar. Bundan dolayı hiç endişe etmesin, tuttuğu doğru yolda devam etsin. Ben kendisini himaye ederim”[13] şeklindeki sözleri Abdülhamid’in tavrı hakkında gayet belirleyici bir husustur.
Yenişehirli Edhem Paşa’nın yıldızı da bu sıralarda sönmüş olacaktır. Yıllarca Yıldız’daki hamileri Tahsin Paşa ve Esvapçıbaşı İlyas Bey sayesinde her istediğine nail olan Edhem Paşa artık rahatlıkla kollanmıyordu. Zira son neslin idarecileri de bu tarz yönetim ilişkilerinden hoşlanmıyorlar, bilhassa yeni Hüdavendigar Valisi Tevfik Bey, Sultan Abdülhamid’e olan muhalefetinin uzantısı olarak bu türdeki yerel güçlere karşı muhalefeti de görev alanında görüyordu. Hatıratında bu zihniyetine dair satırlara rastlanmaktadır; “Vilayetlerdeki eşraf arasında, ayan sisteminin bir bakiyesi olmak üzere kendi alakalı oldukları köylerdeki ehali üzerinde tesis ettikleri şahsi nüfuzu, menfaat hırsile suiistimal eden bir takım kişiler vardı ki, bu tipleri yıldırarak halka zarar veremiyecek bir hale getirmeğe çok ehemmiyet atfederdim. Yenişehirli Edhem Paşa da bu kabilden bir adamdı ve böylelerinin daima yaptığı gibi, Saray’da kendisine arka olacak insanlara yanaşmasını bilmiş ve gayri kanuni işlerinin devamını temin etmek üzere bu şahısları kulllanmakta zerre kadar mahzur görmemişti.”[14]. Bu anlayış içerisinde Vali Tevfik Bey kolları sıvadı.
Tevfik Paşa ilk mücadele sahası olarak ruhsatsız alanda “Pirinç Nizamnamesi”ne aykırı bir şekilde ekilen pirinç tarlalarını seçti. Bu tarlalar kasabanın havasını bozuyor, insan sağlığını tehdit ediyordu. O yıllarda en yaygın hastalıklardan “sıtma”nın kaynağı olarak pirinç ziraatı gösterilmekteydi. Öte yandan pirinç tarlalarının en elzem ihtiyacı olan suyun temini için açılan kanallar, inşa edilen bentler de içinden geçtikleri diğer ekili arazilerin sular altında kalmasına sıklıkla sebep oluyordu. Bundan zarar gören Yenişehir halkı da şikâyetlerini birbiri ardınca sıralamaktan geri kalmıyor, her fırsatta Edhem Paşa aleyhine isnatlarla vilayet ve nezaretlere dilekçe yağdırıyordu. Bu şikâyetlere bigâne kalınamayacağı tabii idi. Ülkenin zirai üretimini arttırırken halk sağlığının zarar görmesini de engellemek maksadıyla çıkarılan “Pirinç Nizamnamesi” uyarınca yerleşim birimlerine 5000 metre mesafeden yakın alanlarda pirinç ekimi yapılamayacağı hükme bağlanıyordu. Nafia Nezareti müfettişleri tarafından yapılan ölçümlerde Edhem Paşa’nın çeltik tarlalarının bu mesafeyi ihlal ettiği açıkça anlaşıldı. Yenişehir’in doğu kısmındaki Dikencik ve Cedid Mahallelerinin en son meskenine 4360 metre mesafede bulunan çeltik tarlalarının nizamnamenin ikinci maddesine göre ekim yapılmasına ruhsat verilemeyecek araziler olduğu belirlendi. Bu rapora Nafia Nazırı Selim Melhame Paşa müdahale edip nizamnamenin etrafından dolanıp bazı hafifletici sebepler göstererek Edhem Paşa’ya ruhsat verilmesi yönünde bir tavır almıştır.[15] Yenişehir tarihinde küçük bir ayrıntı olarak görülebilecek bu tarihi zaman diliminden geriye en büyük miras olarak Bursa Nafia Dairesi Serkondüktörü Rıza tarafından yapılan ayrıntılı keşif haritası günümüze kalmıştır.[16]
 Vali Tevfik Bey, bu raporlara istinaden ekilen çeltiklerin sökülmesini emredince ilk başta Edhem Paşa pirincin olgunlaşmasına az bir zaman kaldığını ve vakti gelinceye kadar müsaade edilmesini talep etti. Bu beyan üzerine tekrar yapılan teftişte, kısa süre sonra pirinçlerin olgunlaşacağı ifadesinin yalan olduğu ortaya çıktı. İşte bu andan itibaren Edhem Paşa ve Tevfik Bey arasındaki gerilim doruk noktasını buldu. Pirinçlerin sökülmesinin ardından yanına aldığı yüklü bir nakit ile soluğu İstanbul’da alan Edhem Paşa, Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’nın konağına misafir olarak girişimlerine başladı. Tahsin Paşa ve Esvapçıbaşı İlyas Bey’in Edhem Paşa’nın kayırılmasına yönelik iltimas mektupları birbiri ardına Bursa’ya, Vali Tevfik Paşa’ya gönderilmeye başlandı.[17] Bu noktada aldığı devlet terbiyesi icabı saray erkânının şahısların işlerini takip etmelerine ezelden muhalif olan Tevfik Bey geri adım atmadı. Dâhiliye Nazırı Memduh Paşa ve Nafia Nazırı Selim Melhame’nin de olayın tarafları haline gelmesi fazla gecikmedi. Vali Tevfik Bey, göreve geldiği 1906’dan İkinci Meşrutiyet’in ilanına kadar bu himayeci paşalar ve Edhem Paşa ile olan mücadelesini sürdürdü. İkinci Meşrutiyet’in ilanı ardından bu paşaların ortadan kaybolmalarıyla Edhem Paşa’nın kaderi belli olmuştu. Aslında Sultan İkinci Abdülhamid’in de yaveri Yusuf Kenan Paşa ile gönderdiği destek mesajı ile daha rahat hareket alanı bulan Tevfik Bey, mücadelesinde o hamilere rağmen başarılı olmuştur. İkinci Abdülhamid’in son yıllarında değişen şartların zorlamasıyla kendi iktidarı nasıl sarsıldıysa, yıllarca üzerine titrediği, kendi elleriyle büyütüp geliştirdiği Anadolu ve Rumeli eşrafının topyekun akıbetine maruz kalan Edhem Paşa da sahadan çekilmek zorunda kaldı. Sonraki yıllara kendini taşıyabilen aileler son anda İttihad ve Terakki iktidarının kompartımanına atlayanlar arasından çıkmıştır.


EK:I

[Servet-i Fünun Dergisi, No. 779, 16 Mart 1322-29 Mart 1906]


Hüdavendigâr Vali-i Cedîdi Atûfetlü Tevfik Beyefendi Hazretleri


EK: II
[Y.PRK.ASK 257/39]



BİHİ
YILDIZ SARAY-I HÜMAYUNU
Baş Kitabet Dairesi

HÜDAVENDİGAR VİLAYET-İ ALİYYESİNE
Atûfetlü Efendim Hazretleri
İş‘âr-ı vâlâ-yı vilâyetpenâhîlerine binâen bu kerre avdet etmiş olan Yenişehir eşrâfından Edhem Paşa’nın şunun bunun tecâvüzâtından vikâye ve hakkında hüsn-i mu‘âmele buyurulması bâbında emr u irâde hazret-i men-lehü’l-emrindir. Fî 28 Şevval sene 325 Fî 21 Teşrin-i Sânî sene 323 [4 Aralık 1907]
Serkâtib-i Hazret-i Şehriyârî
[Mühür]



EK:III
[DH.EUM.THR 2/29]



HAREKET ORDUSU KUMANDANLIĞINA
NUMARA
12
Divan-ı Harb-i Örfî’ce müebbeden nefy cezâsıyla mahkûmiyyetine karar verildiği evrâk-ı havâdisde görülen Yenişehirli Edhem Paşa’nın sûret-i mahkûmiyyetiyle ne tarafa nefy edildiğinin iş‘ârı hakkında Hüdâvendigâr Bidâyet Mahkemesi Cezâ Riyâseti’nin iş‘ârından bilbahis Dersaadet Birinci Cezâ Dâiresi Riyâseti’nden Divân-ı Harb-i Örfî Riyâseti’ne tastîr olunup Mülkiye Cezâ Kanunnâmesi’nin elli sekizinci maddesinin fıkra-i ûlâsına tevfîkan mü’ebbeden kal‘abend edilmesine karar verilen mumaileyhin hangi kal‘aya sevk edildiğinin iş‘ârına Divân-ı Harb-i mezkûr riyâsetinden gösterilen lüzûma mebnî 1600 numero ve 11 Ağustos sene 325 tarihiyle emr u havâle buyurulan tezkire üzerine lede’t-tahkîk mumaileyh Edhem Paşa’nın mülgâ Zabtiye Nezareti’nden 8 Temmuz sene 325 tarihinde Midilli Sancağı’na nefy u teb‘îd edildiği polis müdiriyetinden iş‘âr olunmuş olmağla ol bâbda.
Yazıldı. 20 Ağustos 1325 [2 Eylül 1909]


EK:IV
[BEO. 247510]



PATRİKHANE-İ MİLLET-İ ERMENİYAN-I
İSTANBUL
ADED
4579
Hüdâvendigâr Vilayeti dâhilinde Yenişehir kasabası ahâlîsinden Edhem Paşa’nın kendi bir sürü ağnamını İznik-i Cedîd karyesine sevk etmiş olup karyenin mer‘âsını zabt ve köylülerin mezrû‘âtını harâb etmekde ve ahîrân orada bir ağıl yapdırmakda ve ahâlî-i karyeyi bîzâr ve dûçâr-ı gadr u hasâr eylemekde olduğu 12 Haziran sene 323 ve 2 Şubat sene minhu tarihleriyle takdîm kılınan tekârîr ile arz u beyân olunarak icrâ-yı îcâbı iki kıt‘a tahrîrât-ı sâmiye-i hazret-i sadâret-penâhî ile emr u fermân buyurulmuş idi. Vilâyet-i müşarunileyhadan vukû‘ bulan teblîgât üzerine mutasarrıf bey berâ-yı tahkîkât edildiği ve halbuki o civardaki koyun izleri yağmurlardan nâbedîd olmuş ve o günlerde ağnâm ağıldan çıkarılmamış olmasından hakîkat-i hâl tebeyyün etmemiş ve bu sûretle icrâ edilen tahkîkât-ı sathiyye ve mutasarrıf-ı mumaileyhin ol bâbda teşkîl eylediği efkâr netîcesi olarak köylüleri şedîden tevbîh ve tekdîr etmiş olduğu mahallinden iş‘âr ve paşa-yı mumaileyhin beş yüz re‘s koyun ile beşyüz re‘s kuzudan ma’dûd sürüsü orada kaldıkça ra‘y içün elverişli başka mahal bulunmayıp mutlaka kel-evvel karye mer‘asına ve mezrû‘ tarlalara müdâhale ve hasâr vukû‘ bulacağı ve ahâlî-i karye gadr u zarardan kurtulamayacakları beyân olunarak istirhâm olunmakda idüğü ma‘rûzdur. Fî 12 Rebiülevvel sene 326 ve fî 31 Mart sene 324 [13 Nisan 1908]

[Mühür]



EK:V
[Y.PRK.ASK 257/39]



BİHİ
HUZUR-I SAMİ-İ HAZRET-İ VİLAYETPENAHİYE
Maʽrûz-ı Bendeleridir
Pirinç ziraatinden dolayı geçen sene bir iki bin lira raddesinde mutazarrır olduğum maʽlûm-ı devletleridir. Bu sene şu birkaç gün zarfında yine zerʽ edilemez ise bu yüzden hem âcizleri ve hem de Hazine-i Celîle mutazarrır olacağı gibi ve buna da zât-ı devletlerine karşı olan ubûdiyyetim iktizâsı vicdân-ı âlî-i kerîmâneleri râzı olamayacağı bedîhî bulunduğundan hatt u hareketim hakkında emr-i devletlerine kemâl-i sûz ü güdâzla intizârda bulunduğumu arz u istirhâm eylerim. Ol bâbda emr u fermân hazret-i men-lehü’l-emrindir. Fî 3 Mayıs sene 324 [16 Mayıs 1908]

Ahmed Beyzade
Yenişehir
Bende
[Mühür]



EK: VI
[BEO. 250768]






* [Tarihten Günümüze Yenişehir Sempozyumu Bildiri Kitabı, 25-27 Ekim 2013, Yenişehir-BURSA, Ed. Mefail HIZLI, Sezai SEVİM, Bursa 2014, s. 337-347.] Bu künyede yayınlanan yazıda Esvapçıbaşı İlyas Bey ile Fehim Paşa’nın babası ve İkinci Abdülhamid’in sütkardeşi Esvapçıbaşı İsmet Bey sehven karıştırılmış yapılan hata bu metinde düzeltilmiştir. Sinan ÇULUK.

[1] Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde (=BOA. Makalede kullanılan arşiv belgeleri Osmanlı Arşivi’nden alındığı için bu rumuz künyelerde ihmal edilmiştir.) mevcut Y.PRK.UM fonunun 2-5. dosyalarında bu konuda çok sayıda belge mevcuttur.
[2] BEO. 303965
[3] A.MKT.NZD., 300/6, A.MKT.MHM., 176/2, MVL. 604/5.
[4] MVL. 363/57
[5] İ.TAL. 1315/Ra21
[6] Hüdavendigar Vilayeti Salnamesi 1318, s.165.
[7] İ.TAL. 1322/L33
[8] DH.EUM.THR, 2/29 Midilli Adası’nda kalebent cezasını çekmek üzere sürgüne gönderildiğine dair yazının görüntüsü ve transkripsiyonu EK:III’de verilmiştir.
[9] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, kod 30.10.11/kutu 3/dosya 33/sıra 13. Ayrıca bkz. http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/td_v2.sayfa_getir?sayfa=250:255&v_meclis=1&v_donem=1&v_yasama_yili=2&v_cilt=13&v_birlesim=099
[10] A.MKT.MHM, 281/66;
[11] Mehmed Tevfik Bey, Bir Devlet Adamının Mehmet Tevfik Bey’in (Biren) II. Abdülhamid, Meşrutiyet ve Mütareke Devri Hatıraları, haz. Rezzan Hürmen, İstanbul 1993. Bu kitabın c.1/420-444. sayfaları arasında Edhem Paşa ile olan ihtilaf ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Bundan sonra “Hatırat” olarak gösterilecektir.
[12] BEO. 247510 Ermeni Patrikhanesi’nden bu hususta gönderilen bir yazının görüntüsü ve transkripsiyonu EK:IV’de verilmiştir.
[13] Hatırat, c.I, s.440.
[14] Hatırat, c.I, s.421. Üslubu korunarak nakledilmiştir.
[15] BEO. 249217
[16] BEO. 250768. Harita görüntüsü EK.VI’da verilmiştir.
[17] Y.PRK.ASK 257/39. Belgenin görüntüsü ve transkripsiyonu EK:II’de verilmiştir.

7 Ekim 2014 Salı

HAÇLI ZİHNİYETİNDEKİ SİNEMA-FİLM ENDÜSTRİSİNE İLK ELEŞTİRİ


Sinan ÇULUK





Ahmed Hikmet Müftüoğlu (1870-1927) Türkçü bir yazarımız. Emperyalizmin “beşinci kol” faaliyetleri çerçevesinde yürüttüğü “sinema sanatı” ürünlerinin kendi devrindeki halini tasvir eden bir yazı yazmış. Günümüzde de o günlerdeki gibi Hollywood ile el ele yürüyen emperyalizmin karakterinde hiç değişiklik yoktur.

Yazıda yer alan anlamı unutulmuş birkaç kelime için WWW ortamındaki Osmanlıca sözlüklere müracaat edilmesi tavsiye olunur.

METİN:

İSLAMLAR ALEYHİNDEKİ SİNEMA MEVZULARI

Nasuh Efendi bugün pek müteessir görünüyordu. Donuk bir sarılık ve kırmızı ince çizgiler altında beliren siyah gözbebekleri her zamankinden daha az müteharrik idi. Söze başladığı sırada elim bir bahs açacağı evza’ından anlaşılıyordu. Çayının yarım kadehini bir hamlede içtikten sonra dedi ki:
- Bundan tam on yedi yıl evvel Fransa’da «Amiyen» kasabasını ziyaret ettiğim sırada gördüğüm «Piyer Lermit» in heykeli huzurunda dakikalarca devam eden bir istiğrak hali geçirmiştim. Avrupa Hıristiyanlarının kalplerine İslamiyet’e karşı nefret hissini ilk telkîn eden bedbaht Piyer Lermit’tir. Bu cahil papaz yalın ayak başı kabak ve belinde eski bir ipten zünnar olduğu halde yıllarca Avrupa’yı bir eşek üstünde dolaşmış ve cahil halkı İslamiyet aleyhine tehyic etmişti. O zamanki Kudüs Patriği «Simon» un telkîni ve Papa İkinci «Urban» ın teşvikiyle İslamlar bilhassa o tarihte Kudüs’ü zapt eden Selçukî Türkleri aleyhine Avrupa’yı kışkırtmıştı. Piyer İtalya’yı, Fransa’yı, İspanya’yı, Almanya’yı dolaşmıştı. Kralların saraylarına girdi. Derebeylerinin şatolarında misafir oldu. Gittiği yerlerde İslamiyet aleyhinde irad eylediği nutuklar o mertebe tesir etmişti ki halk, «Piyer» i Allah tarafından ib’as olunmuş müncî addiyle libâsını öpmeye ve bindiği eşekten bir kıl kopararak necât-ı dâreyne hâdim yâdigâr-ı kudsî hürmetiyle hıfz etmeğe kadar varmışlardı. Halkın galeyan eden taassub-ı cahilanesinden istifade eden Papa İkinci «Urban», «Klermon» ve «Plezans» şehirlerinde akdeylediği Rûhânî Meclislerin kararı üzerine Birinci Ehl-i Salîb Seferi’ni ilan etmiş, yani Hıristiyanlık ile İslamiyet’in arasında yükselen kin duvarının kara temel taşını koymuştu.

Ben o gün, «Piyer Lermit» in heykelini temâşâ ederken, kin yüzünden dökülen kanları, harap olan şehirleri ve bu yüzden İslam, Hıristiyan kitle-i insaniyetin çektiği cefayı düşünüyor ve yirminci asırda cihana hükümran olan nûr-ı umumi-i irfanın taassup denilen, vicdanlardaki siyah lekeyi izale ettiğine hükmeyliyordum. On yedi yıl evvel ne kadar yanılmışım! Hıristiyan Avrupa ve Amerika’nın umumi vicdanında bu şaibe-i siyah-ı taassup hala eski gayzı, eski şiddetiyle kaim etmiş. Bunu Balkan Muharebesi, Harb-i Umumi bütün üryanlığıyla gösterdiği gibi bugünkü sulh devrinde dahi, gittikçe uyanan ve Avrupa ve Amerika ile temas ve münasebeti ziyadeleşen İslam aleminin intibahına rağmen bu kin, her fırsattan istifade edilerek, bila-ârâm yine işa’a olunuyor.

Sinemalara devam ediyorsanız, saha-i cevelânı Asya ve Afrika olan mevzulara dikkat ediniz. Sizin en harîm izzet-i nefsinizi incitecek bir vesile bulursunuz. Güzel zaman geçirmek için vakt ü nakd sarfederek gittiğiniz bu teferrücgâhdan ruhunuz mütekallis, kalbiniz rencide olarak çıkarsınız.

Sinemaların hayali ve tarihi vekayi’inde ihanetkâr şahıslar mutlaka İslamlardan intihab olunur. Zalimler, katiller, müstebidler mutlaka ya bir fesli veya sarıklı bornoslu İslamdır. Vak’a Hindistan’a aid ise kahraman mutlaka İngiliz veya Avrupalıdır. Müstekreh roller İslamlara aittir. Hatta Mecusiler, Budistler İslamlardan daha necip vaziyetlerde temsil edilirler. Geçende «Genç Raca» ve «İki Bayrak Altında» ismiyle iki sinema seyretmiştim. Benim ile beraber bunları İstanbul ahalisinin büyük bir kısmı da temâşâ etti. Bunun birincisinde Mecusi «Genç Raca» nın hükûmetini zapteden Emir Abdullah hilekâr ve Cezayir’de cereyan eden «İki Bayrak Altında» mevzuunda Arap şeyhi casus, hain, dessastır. Avrupa’daki sinemalarda Ermenilerin, Rumların telkinatiyle aleyhimize tertip olunan sinema mevzularını bu bahse idhal etmek istemem. Fakat memalik-i İslamiye’ye temas eden her hangi bir vak’ada İslamları müstemirren nefret-engiz bir halde temsil etmeyi taassubun en bariz tezahürü addetmekte elbette hakkım vardır.

Nasıl oluyor da dinimizin aleyhindeki bu gibi vekayi’ İstanbul’un sinema sahnelerinde câ-yı temsil buluyor? Tiyatrolara sansür vaz’eden hükûmetimizin sinemaları tetkik etmek hakk-ı sarîhi değil midir?

Bu gibi temsillere ve tezahürlere de, lehülhamd ilmi ve iktidarı kifayet eden ve gözleri açılan İslamların da bundan sonra mukabele-i bi’l-misle tasaddîleri âheng-i münâsebât-ı beşeriyeyi haleldar etmez mi? Bu gayz ve kin ne zamana kadar devam edecek? Ve ne zamana kadar Piyer Lermit zihniyeti Avrupa’da revac-yâb olacaktır!!

Müftüoğlu
Ahmed Hikmet

[Resimli Gazete, 15 Teşrin-i Sani 1340-15 Kasım 1924 Cumartesi]