14 Ekim 2022 Cuma

NAZIRIN HİZMETKÂRI DEĞİL, DEVLETİN MEMURUYUZ


II. Abdülhamid’in saltanatının ilk yıllarında, 1881’de Maliye Nazırı yaptığı Vidinli Hüseyin Tevfik Paşa Osmanlıların matematik alanında yetiştirdiği en büyük isimlerden biridir. İlim adamı kimliği ile devlet adamlığı kimliği arasında her zaman doğru orantı kurmanın imkânsızlığını ispatlarcasına, tayin edildiği Maliye Nezareti’nde göreve başlar başlamaz herkesin tepkisini üzerine çekmiş. Memurlarla görüşen veya doğrudan kendi izlenimlerini aktaran bir maliye müfettişi de uzun bir rapor kaleme almış. Bu rapor satır aralarında Osmanlı bürokrasisinin öyle bir yönünü aksettiriyor ki, her resmi evrakta bunu görmek olası değildir. Tanzimat bürokrasisinin Osmanlı kurumlarına nasıl yerleştiğini, yüzyıllarca padişahın kulu olan devlet adamlarının artık yavaş yavaş kendilerini “devletin memuru” saydıklarını, en azından Maliye’de bir hiyerarşinin oluştuğunu ve “dışarıdan” tayin edilen bir nazırın hoş karşılanmadığını görebiliyoruz.

Raporda Tevfik Paşa ile yıldızı hiç barışmayan Maliye ricalinin kıdemlilerinden bir Münir Bey’e epey yer veriliyor. Tevfik Paşa’dan sonra iki ayrı Münir Bey Maliye Nazırı olmuş. Belki onlardan biridir, şimdilik kim olduğunu tespit edemedim. İşte bu Münir Bey, tam bir Tanzimat Osmanlısı tavrıyla “Nazırın hizmetkârı değil devletin memuru, bendesiyiz” diyor. Raporlar, şikâyetler padişah üzerinde etkili olmuş olabilir zira bu rapordan iki ay sonra Tevfik Paşa görevden alınmış. Benim görebildiğim en erken tarihli memur manifestosu sayılabilecek cümle şimdilik bu. Daha eskisi de olabilir elbette ama ben görmedim. Osmanlı memuru, kimlik arayışı sonunda kendini “devletin memuru” olarak somut bir kimlikle tanımlamıştı tanımlamasına ama II. Abdülhamid’in ilerleyen yıllarda rejimi tam anlamıyla eline alıp istibdata yönelmesiyle bu kimlik tutunamadan yerini “padişahın kulu” kimliğini taşımakla zorunlu memurlara bırakmıştı. Cumhuriyet'in tek partili yıllarından sonra da devlet memuru hükümetin emrinde olmakla birlikte asla bir siyasi partinin hizmetinde olamazdı ama geldiğimiz noktada herkes kendini parti memuru olmaya zorunlu hissediyor. (Bu konuya da ileride devam etmek üzere şimdilik nokta koyuyorum.)
Belge Metni:
«…oldukları halde münasebetli münasebetsiz bir söz arasında umumuna hitaben (hepinizi bir gemiye doldurup batırmalı) demiş, Münir Bey tahammül ve sabredemeyip (o gemide biraz daha geçerse siz de bulunursunuz) cevabıyla mukabele ederek nazır paşayı mecburen sükût ettirmiştir. Çünkü nazır paşa böyle şeyleri mektepte okumamış olduğundan müdafaadan aczini muameledeki aczi gibi göstermiştir.
Her ne ise Münir Bey’in şu cevabına balmumu yapıştırmış olmasından veyahut tuluata tabi bulunmasından naşi Münir Bey’i ara sıra tahkire başlayıp hatta Münir Bey tahammül edemez hale gelerek bir gün erkândan bazıları kendi odasında olduğu halde yine nazır paşa çağırıp muamele arasında hakaret etmiş olduğundan avdetinde (şimdi Mabeyn-i Hümayun’a gidip nazırdan şikâyet edeceğim. Nazırın hizmetkârı değil devletin memuru bendesiyiz. Kabahatimiz ne ise meydana koysun da azlettirsin. Hakareti çekemeyiz) demiş ise de erkândan bazısı önünü alıp hiddetini teskin etmiştir.»



NAMZED HASİP TEPESİ


İstiklal Harbi’nde şehit olan Miralay Nazım Bey’in şehit olduğu noktadaki tren istasyonuna şehadetinin 100. yılında adının verilmesi geçtiğimiz günlerde TCDD tarafından reddedilmişti. Alelacele verilen bu talihsiz kararın değişip değişmeyeceğini hep birlikte göreceğiz. 1916 yılında Rusların Erzurum’u işgal etmelerinin ardından ilerledikleri Erzincan’ın Mama Hatun (Günümüzde Tercan) kasabasının 15 km. kuzeydoğusunda, 2300 rakımlı bir tepenin ele geçirilmesi sırasında fedakârlığı görülen ama şehit olan 46. Alay 16. Bölük’ten zabit namzedi Hasip Efendi’nin adının bu tepeye verilmesi, bizzat Enver Paşa tarafından Sadaret’e teklif edilmiştir. Teklifin Sultan Reşad’a iletilip iletilmediğine, kabulüne veya reddine dair henüz bir belgeye ulaşamasam da bu malumatı kayda geçirmek üzere belgesini de paylaşıyorum.

Belge Metni:
Harbiye Nezareti

Hulasa: Mama Hatun’un yanındaki tepenin “Namzed Hasib Tepesi” nâmiyle tevsîmi hakkında.
Maruz-ı Çaker-i Kemîneleridir ki
Mama Hatun’un on beş kilometre şimâl-i şarkîsinde iki bin üç yüz râkımlı tepenin esnâ-yı zabtında fedakârlığı görülen Kırk Altıncı Alay’ın On Altıncı Bölüğü’nden şehid-i mağfûr zâbit namzedi Hasib Efendi’nin te’yid-i hâtırâtı içün mezkûr tepeye “Namzed Hasib Tepesi” namı verilmesi Üçüncü Ordu Kumandanlığı’ndan mevrûd şifrede işʻâr edilmiş olmağla mezkûr tepenin ol vechile tevsîmi hususunun müsaade-i seniyye-i Hazret-i Hilafetpenâhî’ye iktirân ettirilerek taraf-ı çâkerâname de emr u inbâ-yı keyfiyet buyurulması maruz ve müsterhamdır. Ol babda emr u fermân hazret-i veliyyü’l-emrindir. Fî 24 Şaban sene 334 ve fî 12 Haziran sene 332 [25 Haziran 1916]
Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı
Enver

SUMELA MANASTIRINDAN 2. ABDÜLHAMİD’E GÖNDERİLEN TEREYAĞI


Türkçe ve Rumca bu belge, II. Abdülhamid’in sarayına Sümela Manastırı’ndan yaklaşık 38,5 kg. tereyağı gönderildiğine dairdir. Sarayın Trabzon valiliğine ilettiği tereyağı talebi oradan metropolitliğe havale edilmiş onlar da bu isteğin yerine getirilmesini Sümela’ya bildirmişler. Demek ki eskiden beri ünlü olan Trabzon tereyağı Sümela papazları tarafından da üretiliyordu. Çift dilli bu belgenin Türkçe kısmını çevirdim, Rumca tarafını da çevirebileceklerin katkısını bekliyorum.
Belge Metni:
Trabzon Vilâyet-i Celîlesi Cânib-i Âlîsine

Devletlü Efendim Hazretleri
Zât-ı şevket-simât-ı Hazret-i Şehriyârî saray-ı hümayun içün zât-ı hazret-i vâlâlarından yağ istenildiği Trabzon hürmetlü metrepolid efendimiz tarafından acizlerine ihbar olunduğu cihetle Saltanat-ı Seniyye-i Mülûkânelerine sıdk u ubudiyet-i kâmile-i çakeranemizin küçük bir eseri olmak üzere bu defa kemâl-i hicâb ile zât-ı hazret-i vilâyet-penâhîlerine takdimine cüret eylediğimiz otuz kıyye yağdan ibaret hediyye-i hakîrânemizin hüsn-i kabûlüne tenezzül buyurulmasını kemâl-i tevâzuʻ ile temenni ve istirhâm ederiz. Cenâb-ı hakîm-i mutlak rûh-ı ecsâm-ı âlem ve sebeb-i kıyâm u devâm-ı hey’et-i memâlik ve ümem olan vücûd-ı hümâyûn-ı mülûkânelerine kemâl-i tendürüstî ve âfiyet ve vüfûr-ı şevket u azamet ve iclâl ile serîr-i ârâ-yı sarây-ı şâdî ve saltanat buyursun âmin.
Fî 28 Kânûn-ı Sânî sene 96 [9 Şubat 1881]
Sumela Manastırı’ndan
İkomonos Brasimos
Nikodimos
Grigoryos
Hanikiyos



KÖPEKÇİ HASAN BABA


19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’da yaşamış Köpekçi Hasan Baba adlı bir meczubun hikâyeleri yayıldı gitti. Öylesine yayıldı ki hakkında çeşit çeşit videolar hazırlanmış hatta Filinta adlı bir dizide önemli karakterlerden biri bile olmuş. Yahu kimdir bu Köpekçi Hasan Baba, Osmanlı Arşivi kataloglarına bir sorayım dedim, hay sormaz olaydım. Meğer II. Abdülhamid, hükümet aleyhine ileri geri konuşuyor diye adamcağızı memleketi olan Varna’ya sürmüş. Hakkında başka belgeye rastlayamadım ama bir şekilde dönmüş ve burada ölüp Edirnekapı Mezarlığına gömülmüş. Döndükten sonra da işi meczupluğa vurdu Allah bilir!
Belge Metni:
Varna’da Mukim Devlet-i Aliyye Şehbenderliğine

İzzetlü Efendim
Hükûmet-i Seniyye aleyhinde bazı tefevvühât-ı muzırrada bulunmasından dolayı bir daha Dersaadet’e avdet edememek üzere memleketine def’i irade-i seniyye iktiza-yı âlîsinden olan Varnalı Köpekçi Hasan Efendi bu kere yedine pasaport verilerek ve vapura irkâb edilerek ol cânibe iʻzâm kılınmış olmağla ber-mûceb-i irâde-i seniyye merkûmun bademâ Dersaadet’e gelememesi esbâbının istihsaline ve keyfiyet-i vusûlünün inhâsına himmet buyurulması siyâkında şukka-i muhibbî terkîm kılındı efendim.
Fî 26 Safer sene 99 ve fî 4 Kânun-ı Sani sene 97 [16 Ocak 1882]
[mühür: Hafız Mehmed]



BAŞKASININ ESERİNDEKİ KİTABEYE ADINI YAZDIRMAK


Sultan III. Mustafa’nın Kadıköy’de yaptırdığı ama onun adından ziyade İskele Camii olarak anılan caminin minaresi II. Mahmud devrinde şiddetli bir lodos fırtınasında çatı üzerine devrilerek camiyi neredeyse tamamen yıkar. Kominoz kalfa tarafından keşfi yapılır. 15380 kuruşa tamir, 31310 kuruşa minare ile birlikte yeniden inşa edilebileceği rapor edilir (BOA.HAT. 1531/48).
II. Mahmud devrinde şiddetli bir fırtınada yıkılan minareyle çatıya ve yeniden inşa edildiğine dair üstünkörü bir araştırma yaptım ama kaynaklarda bir kayıt bulamadım. Varsa yoksa caminin yangın geçirdikten sonra II. Mahmud’un oğlu Abdülmecid tarafından yeniden inşa edildiğinden bahisler var. Bu durumu sanat tarihçilerimize havale ettikten sonra esas mevzua gelelim.
Sadrazam, cami yeniden inşa edilince eskisinden güzel oldu, şöyle oldu, böyle oldu diyerek caminin ikinci banisi II.Mahmud adına bir tarih kitabesi ile tuğra konulmasını teklif ediyor. Padişah sadrazamın bu teklifini olanca nezaketiyle geri çevirip bir ders niteliğinde şu cümleleri kâğıdın üzerine yazıyor. «Manzûrum olmuşdur. Cami-i şerife tarih yazılmak iktiza etmez. Bânîsi olan Sultan Mustafa merhûmun âsârını mahv etmek layık değildir. Heman bir güzelce tuğra yazılıp kapı üzerine mermere hakk ile vaz’ oluna».
II. Mahmud tuğrasının kapıya asılıp asılmadığını bilemiyorum ama emir verildiyse mutlaka asılmış olmalı diye düşünüyorum. Günümüzde bu tuğra yoktur ve olması gereken yerde Sultan Abdülmecid’in tuğrası vardır. II. Mahmud’un tarih kitabesi istemeyip sadece tuğra ile yetinmesi ve III. Mustafa’nın eserini kendi adına mal etmek istememesi ona özgü bir incelik elbette. Maalesef II.Mahmud’un oğlu Sultan Abdülmecid, babasının nezaketini gösterememiş, kendi adına bir tarih kitabesi ve tuğrayla camideki yerini almış.
Aslında Osmanlı kültüründe çok sayıda örnek var ki hayır eserleri tamir edildiğinde, kurucusunun, ilk inşa edenin kitabesi ortadan kaldırılmıyor. Eserin uygun bir yerine tamiri yaptıran namına yeni bir kitabe asılıyor. Sultan Abdülmecid’in yaygın bir teamül olduğunu söyleyebileceğimiz bu hareketin aksine, babasının tuğrası yerine kendi tuğrasını astırması, yangında o tuğranın da ortadan kalkmasıyla izah edilebilir ama değersiz bir tahminden öteye gitmiyor tabii ki...
Belge Metni:
Laleli Vakf-ı Şerifi’nden Kadıköyü’nde kain olup bundan akdemce inhidamına mebni müceddeden bina ve inşası hususuna mahz-ı irade-i keramet ifade-i mülûkâneleri müteallik ve erzanî buyurulan cami-i şerif saye-i adalet-vaye-i hazret-i cihan-banilerinde tekmile karib olup vüsʻat ü ruhaniyet ve manzarasında ruşena olan hüsn ü letafet cihetlerinde heyʻet-i aslîsini kat ender kat tefevvuk ve tecavüz eylediğinden bani-i sani ve mazhar-ı deavat-ı Hayriye-i ahali olduklarına binaen cami-i şerif-i mezkurun kapısı fevkına mermer üzerine mahkûk tuğra-yı gara-yı şahaneleriyle zeyline bir tarih tahriri tasmim-kerde-i çakeri olarak miftah ağaları kullarına bir mısra-ı tarih inşad ettirilip manzur-ı hümayunları buyurulmak içün takdîm-i huzur-ı feyz-gencûr-ı hazret-i tâcdârîleri kılınmağla karin-i pesendide-i devraneleri olur ise tahrîr u tanzîm pesendide olmaz ise tarih-i diğer bünyâd u terkîm ettirileceği malum-ı mekarim-melzûm-ı kâinat-aşina-yı mülûkâneleri buyuruldukta ne vechile emr u irade-i cenab-ı hilafet-penahileri buyurulur ise ol babda ve her halde emr u fermân hazret-i veliyyü’l-emr ve’l-ihsânındır.
İskele Camii Kitabe Fotoğrafı: Arif Atılgan (mimdap.org)




RUS SEFARETİNE KAÇAN RUS CARİYE


Balcı Hacı Mehmed’in eniştesi Çelebi Efendi’nin Rus cariyesi (Osmanlı bir ara Ruslara Moskolu dediğinden kendisi de Masgo diyor) çok becerikli biri olmalı ki evden kaçıp Rusya sefaretine sığınabilmiş. Belgenin arka yüzünde Hristiyan olmak üzere sığındığı yazılı. Anlaşılan adını bilmediğimiz cariye, asıl dinine dönmek istemiş. Sefarete sığınınca dokunulmazlık zırhına bürünüyor, bizimkilerin eli kolu bağlanıyor. Zavallı Çelebi Efendi ne yapsın, kuş kafesten kaçınca kendi kendine dönmüyor, zorla güzellik olmuyor, cariyeyi almak için esirciye döktüğü altınlar zarara yazılıyor. Bu durumda Masko cariyenin kaskosu Sadaret oluyor ve Çelebi Ağa cariyeye verdiği parayı Sadaretten istiyor. Cariyenin gerçek değeri midir yoksa Maliye’ye bildirildiği fiyat(!) üzerinden mi değerlendirilmiştir bilemem ama Çelebi Efendi’ye 100 kuruş ödenmiş. O devir için kabataslak günümüzün 40 çeyrek altını sayılabilir ama o günkü alım gücü çok daha yüksek.
Belge Metni:
Devletlü ve saadetlü ve merhametlü sultanım hazretleri sağ olsun

Rus cariyem Masgo elçisinin konağına firâr etti. Merhameten bahası ihsan olunmak üzere emr u fermân ve lutf u ihsan sultanım hazretlerinindir.

Bende
Balcı Hacı Mehmed
Esir sahibi Çelebi Enişte
[arka yüzü]
Sahib-i arzuhal Balcı el-Hac Mehmed’in kaynı Çelebi nam kimesnenin bir adet cariyesi nasraniye olmak üzere hâlâ Mosko sarayında mevcut olmağla ilmuhaberi verildi. Rebiülevvel 29 fî sene 1153 [24 Haziran 1740]

Bende Bölük 17 Çorbacı Mehmed 


TERAKKİ GAZETESİ ABONE MAKBUZU

 

Terakki Gazetesi dosyasını açınca orada unutulup kalmış bir abone makbuzuna rastladım. Gazetenin sahibi Filip Efendi'nin mührüyle Hazine-i Hassa Fabrikalar Mümeyyizi Hasan Beyefendi'den üç aylık abonelik karşılığı alınan 45 kuruşun makbuzu. Basın tarihimiz ile ilgilenen arkadaşlar değerlendirir umuduyla künyesiyle birlikte yayımlıyorum.
Belge Metni:
(3 Aylık Terakki Makbuz Senedidir)
İşbu bin iki yüz seksen beş senesi şehr-i Ramazan’ın yirmi gününden itibaren üç aylık olmak üzere kırk beş kuruş bedel ile Terakki’ye müşteri olan Hazine-i Hassa’da Fabrikalar Mümeyyizi Hasan Beyefendi tarafından Terakki idaresine meblağ-ı mezbur teslim olunmağla işbu memhur ilmühaber verilmiştir.
[Mühür: Filip]

KURAN OKURUM AMA DOĞRU OKUYAMAM

 

-Soru: Okuma yazma bilir misin
-Cevap: Hayır bilmem.
-Soru: Kuran-ı Kerim kıraat edebilir misin?
-Kıraat ederim lakin doğru değil.


Eski bir istintaktan yani sorgu tutanağından aldığım yukarıdaki soru-cevaplara dikkatinizi çekerim. Osmanlıda mekteplerin ve okur-yazar sayısının verildiği tüm araştırmaların dikkate almadığı veya kasten gözlerden kaçırdığı önemli bir hususu belirtelim. 

Uzun Osmanlı asırlarının çok büyük bir kısmında sıbyan mekteplerinin çoğunda bilhassa İstanbul dışında, taşrada sadece elifba öğretilir, ardından namaz kılacak kadar sure ezberletilir, biraz kabiliyeti olanlara mezarlıkta Enam okuyabileceği kadar Yasin suresi, Amme cüzü okutulur, manen ve maddeten sebat gösterebilen az sayıda talebe de Kuran'ı hatmedebilirdi. 

Böylelikle harekesiz Osmanlı yazısını okuyup yazmayı öğrenemeden mahalle veya sıbyan mektebi eğitimi tamamlanırdı. Buralardan yetişen çocuklar ilave eğitim almazlarsa ancak harekeli eski yazı Türkçe metinleri okuyabilirler, harekesiz kitap ve gazete okuyamazlardı. Hele hele yazmayı akıllarından bile geçirmezlerdi. O yüzden taşra gençleri askerde ailelerine mektup yazamazlar, başkalarına yazdırdıklarını köylerinde okuyabilecek kimse bulamazlardı. II. Abdülhamid devrinde büyük kentlerde bu durum biraz değişse de ülkenin genelinde eski tas eski hamamdı.

Konuya aşina olanların dikkatinden kaçmamıştır, Osmanlı devrinde halk arasında yaygın, Muhammediye, Envarü’l-Aşıkîn, Kan Kalesi Cengi, Hamzaname cinsinden ne kadar kitap varsa yazmaları olsun, basmaları olsun hepsi harekeli Türkçe ile yazılmıştır. Çünkü geniş halk kitleleri harekesiz olan yazıyı okuyamıyorlardı. Yukarıdaki sorgu metninde verilen cevapta olduğu gibi Kuran’ı bile kafasını gözünü yarmadan doğru dürüst okuyamıyorlardı. Bu verileri dikkate almadan Osmanlıda şöyle mektepler, şu kadar okur-yazar vardı gibi üfürülen iddialı sözleri de ben dikkate almıyorum.




HATİCE TURHAN VALİDE SULTANIN ADAM ÖLDÜRME EMRİ


Kibar ve zarif bir valide sultan olsa da oğlu IV. Mehmed’in henüz sünnet bile olmadan 6,5 yaşında tahta çıkmasıyla evladı üzerine titreyen bir anne olarak oğluna kol kanat gererken kan dökmekten çekinmeyen bir kadına nasıl dönüştüğünü incelemek lazım. Burada kendi el yazısıyla yeniçeri ortalarından birinin ağası olan Kadri Ağa’nın arayıp bulduğu bir adamın katledilmesi için verdiği emri görüyorsunuz. Ne kadar sakin sakin dört cümlede adamın canının alınması emrini veriyor. Valide Sultanlık da zor zanaat.
BELGE METNİ:
Aferim, berhûdâr olasın. Can-ı gönülden hayır duamıza mazhar oldun. Heman bu gice hakkından gelesin. Uzatmayasız, göreyim seni.
[Yukarıdaki ifade Hatice Turhan’ındır ve yazı kendi kaleminden çıkmadır. Bundan aşağıdaki yazı kimliğini şimdilik tespit edemediğim sadrazamın adet üzere padişaha yazdığı telhistir. Aynen padişaha yazar gibi valideye yazmış ama farklı olması için yaşmağının tozuna yüz sürmekten bahsetmiş.]
Devletlü ve saadetlü, izzetlü Sultanım hazretlerinin mübârek yaşmakları türâbına yüzler sürdükten sonra arz-ı bende-i bî-mikdâr budur ki:
Saadetlü ve devletlü Sultanım. Bu kulları hâk-i pâ-yi şerîflerine tezkire gönderdikden sonra Bölük Ağası Kadri Ağa kulları gelüp buldukları haberin getürüp ismin tebdîl idüp Payzen Hanı’nda olmayup Ermeni Hanı’nda olmağla bir mikdâr eğlenmişdir ve halâ hapisdedir. Bu gice yollanılur. Benim mürüvvetlü ve devletlü Sultanım, inşaallahü Teâlâ her hususda kâdir olduğumuz mertebelerde takayyüd ve ihtimâm üzereyiz ve bu gice hakkından gelinür. Malum-ı devletleri olmağiçün mübârek hâk-i pâ-yi şerîflerine i’lâm olundu. Fermân devletlü ve merhametlü Sultanımındır.







SUÇLU SUÇSUZ DEMEDEN KATLEDİLEN CELALİ ZANLILARI

 III. Mehmed devrinde Celali takibinde olan Vezir Hafız Ahmed Paşa’nın mektubundan sadrazamın özetleyip padişaha sunduğu belgeyi okuyunca irkiliyorsunuz. Bu mektup Hamit İli (Isparta) civarından yazılmış. Oralarda gerçekten devlete silahlı isyan eden Celalilerle mücadele edilirken hapishaneler dolmuş taşmış. O sırada padişahtan “şer’le haklarından gelinsin” emri gelmiş. Yani bunlar kadı mahkemesi önüne çıkarılsın, duruşmaları görülsün, sonra haklarından gelinsin deniliyor. Paşa da cevap veriyor:


-Herkes bunların asi olduğunu bilir. Şahitli, ispatlı duruşma mümkün değildir. Bunların arasında iki bin adam katledildi.

“Siyaset ferman olunmuş ise” dediği padişahların yetkisinde olan idam emirleri. Aksine padişah siyaset istememiş, mahkemeye çıkarın diyor. Hafız Ahmed Paşa padişahı siyasete zorluyor. Bu talebi de padişaha sunmuşlar, o da artık ne kadar bunaldıysa “yazdığınız gibi uygulayın” cevabını vermiş. Ne kadar masumun arada güme gittiğini kim bilecek de yazacak.

Tarih böyle bir şey işte. Sicill-i Osmani'ye göre bu adamın sesi de çok güzelmiş. Halk Ahmed Paşa'nın Kuran okumasını dinlemeye meraklıymış. Fatih'te bir camii var, hayrat sahibi de üstelik.

Belge Metni:

Anadolu muhafazasında olan Vezir Ahmed Paşa kulları bu kullarına gönderdiği mektuptur.

Vilayet-i Anadolu’da bazı zalemenin haklarından gelinmekle reaya ve beraya bir mertebe âsude olup saadetlü padişahımıza hayır dualar ederler ki tabir olunmaz. Min bad dahi hizmet-i fukarada bezl-i makdur olunmak mukarrerdir. Lakin kal’ada mahbus olan zaleme haklarında emr-i şerif gelüp şer’le haklarından gelinsin diye [ferman] olunmuş. Bu zaleme mabeyninde (arasında) iki bin adam katlolunduğuna şüphe yoktur. Herkes bilür amma yüzlerine gelüp kan isbatı mümkün değildür. Siyaset ferman olunmuş ise emir padişahımındır.

III. Mehmed’in el yazısıyla cevabı:
Vech-i meşruh üzere amel olunsun ve Hamid iline gitmek istemiş, gitsün.


9 Ekim 2022 Pazar

TÜRKÇENİN BAYRAKTARLARINDAN HAFIZ HASAN HULUSİ EFENDİ

 

İÜ. Nadir Eserler Kütüphanesi’nde Türkçe Yazmalar 941 numarada kayıtlı “Anadolu’da Kullanılan Sözlerin Birazı” adlı, mürettibi Hafız Hasan Hulusi Efendi olan 1319-(1903-1904) yılında yazılmış bir yazma mevcut. Yazar Batı Anadolu halk dilinden derlediği bazı kelimeleri ilginç bir tasnif ve açıklamalarla kaydetmiş. İki sayfada da gramer bilgilerine yer vermiş. Kitabı sunduğu üstadının adı belli değil, tespit etmem de mümkün olmadı. İÜ Nadir Eserler Kütüphanesi aynı Süleymaniye’de olduğu gibi kitapları koleksiyon sahiplerine göre tasnif etseydi belki de bir ipucu çıkabilirdi. Yazarının da kim olduğunu tespit edemedim. Kitabın başlangıç bölümündeki besmeleyi hüsn-i hatla yazdığına göre belki meşhur talik üstadı Hattat Hulusi Efendi olabileceğini zannediyorum ancak metnin çok kötü yazısını dikkate alarak hattat olsaydı bu kadar özensiz yazamayacağını düşünerek zannımdan vazgeçiyorum.

Kitabın kelime derlemesi çok güzel ve orijinal ancak ben en fazla “başlangıç” başlığıyla verdiği önsözü orijinal buldum. Türkçeye aşık bir Türk tarafından çok sade bir Türkçe ile yazılmış. Osmanlı devrinde Türkçenin nasıl ihmal edildiğine dikkat çekiyor. Hatta öldüğüne ve diriltmeye çalışmanın mezar başında ağlamak kadar faydasız bir iş olduğunu söyleyenlere inat güzel Türkçemizin “kullanmamazlık hastalığından” bittiği düşüncesiyle gittikçe kullanma isteğinin arttığını söylüyor.


METİN:

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

BAŞLANGIÇ

Birkaç yıllık okumanın verdiği bir istekle ve siz üstad-ı faziletmendimizin emirlerine imtisal maksadıyla toplayabildiğim şu sözleri –böyle yanlışlıklarıyla, yanlış yazılış ve anlatışlarıyla- takdime cüret ettiğimden muaheze buyrulmam sanırım:

Şu ufacık işin bile bu kadar güç olması lugatnüvisliğin en güç bir sanat olduğunu bendenize ne güzel gösterdi. Bundan birkaç yıl evvel bir arkadaşımla Türkçemiz, ana ata dilimiz sevgili Türkçemiz için edilen bir musahabede, “Türkçemizin büsbütün ölmüş bir dil olduğunu bunu diriltmeğe çalışmak da bir mezar başında ağlamak kadar faidesiz olduğunu” anlattığı zaman, o sözler bayağı kafama girdiği olmuştu, ama hayır! Türkçemize hiçbir vakit ölmüş gözüyle bakanlardan olmadım, olamam da. Türkçemiz daha ölmemiş, belki silsile-i kelimât korkunç bir vebaya tutulmuş gibi, günden güne kökü kurumakta. Arap dili “Lisan-ı Şer’î” miz ise bu şeriati yeryüzünde yaşatmağa en çok çalışan Türklerin dili niçin iyi olmasın? Hem ana ata dili… Yukarıda dediğim gibi bendeniz sevgili dilimizin günden güne –kullanmamazlık hastalığından- bittiğini görerek acıyorum. Bundan ötürü bırakacak yerde gittikçe isteğim artıyor.

 Şu sözleri yazışımdan bu meydanda –haşa!- at oynatmak istediğim değil ancak sırası geldi de yazıldı. Bunları büyüklerimize, siz üstadlarımıza bırakarak boynumuzun borcu olan “padişahım çok yaşa” duasıyla şu başlangıcı bitiririm.

H. Hulusi





6 Ekim 2022 Perşembe

EFENDİMSİZ CENNET HARAM OLSUN

 


Vurgun adlı şarkı geniş halk tabakalarında benimsenmiş, çok beğenilmiştir. Güftesi Cemal Safi’ye bestesi Selçuk Tekay’a ait olan bu şarkı, içinde geçen “Seninle cehennem ödüldür bana / Sensiz cennet bile sürgün sayılır” dizeleri yüzünden memleketin zahir uleması tarafından tekfir edilmiş, söyleyenin, dinleyip beğenenin küfrüne hükmedilmiştir.
Aslında karşılaşılan durum yeni bir olay değildir. Zahir uleması eskiden beri “şathiye” adı verilen şiirlere sıcak bakmamış, hatta çoğu zaman küfür olarak değerlendirip söyleyenin dinden çıktığına ve katledilmesine karar vermişlerdir. Yunus Emre’nin bazı ilahilerinin , “Cennet cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver sen onu, bana seni gerek seni” sözlerinin bile Şeyhülislam Ebussuud tarafından küfür olarak değerlendirildiğini, söyleyenin dinleyenin katledilmesi gerektiğine dair fetva verdiğini biliyoruz.
Oysa bu gibi şiirlerin, şarkıların, sözlerin içinde geçen benzer ibareler, halk arasında epey yaygındır. Yeri geldiğinde beğenilerek söylenirken kimsenin aklından dinden çıkmak veya o sözleri dinle alakalandırmak gelmiyor.
Günümüzde böyle olduğu gibi eskiden de bu sözlerin usulen, yeri geldiğinde söyleniverdiğini düşündüren güzel bir mektuba rastladım. Osmanlı Devleti’nin en önemli sadrazamlarından birisinin zevcesi, ordu başında seferde olan kocasıyla uzun süre görüşememiş. Tek irtibat noktaları olan mektuplarında birbirlerine hasret dolu sözlerle sevgilerini gösterip duruyorlar. Sadrazam efendimiz İstanbul’da yaşayan karısına çok güçlü bir sevgiyle bağlı. Bu sevgisi devrin kaynaklarına da yansımış. Karısı da aynı hislerle bağlı olduğu kocasına öyle enteresan sevgi cümleleri kuruyor ki beni bile şaşırttı. Daha da şaşırtıcı olan Cemal Safi’den iki asır önce mektubunda “efendimsiz dünya konağı değil şöyle dursun cennet bile haram olsun” demesi.
Koskoca Osmanlı sadrazamı karısının bu ifadelerini okuyunca fetvaya uyup karısının katledilmesi emrini vermemiş tabii ki. Daha da bağlanıp hayatını ona adamış. Hatta öyle bir aşka müptela olmuş ki kendinden önce ölen karısının üstüne gül koklamamış.
Gerçek hayatın güzelliklerini, inceliklerini anlayamadan kafalarda biçilen dar donlara sığdırılmaya çalışılan din anlayışının toplumumuza egemen olmasına asla rıza göstermemeliyiz. Aksi takdirde pek uzak olmayan bir zamanda, aşksız, sevgisiz, ruhsuz, neşesiz, kapkara, kasvetli bir hayata ve akla gelmeyen acılarla dünyada haşredileceğimiz bir ortama hazır olun.
Metin:
«… Benim başım tâcı efendim, sual-i şerif buyurmuşsuz yalıdan konağa teşrif olundu mu deyu. Benim melek efendim, yalıdan konağa gelmemiz bir müşkül oldu ki hiç tabiri mümkün değil. Ne sebepten deyu sual buyurursanız başım tâcı efendime zerrece ifade eyleyeyim. Bundan büyük müşkül olur mu ki efendimsiz dünya konağı değil şöyle dursun cennet bile haram olsun efendim.»



ŞEYHÜLİSLAM MUSTAFA SABRİ EFENDİ'NİN TABANCALARI

 


Osmanlının sondan bir önceki şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi’yi günümüzde saygıyla ananlar, onun ulema kimliğine saygı gösterdiklerini söyleseler de politik kimliğindeki ihaneti görmezden gelirler. Oysa Osmanlının son yıllarındaki etkili pozisyonuyla ulema kimliğinden ziyade politik kimliği ağır basmaktadır. Şimdiki hempaları Cumhuriyet rejiminin ona yönelik eylemlerinin İslam uleması kimliğinden kaynaklandığını utanmadan söylerlerken, İstiklal Harbi’ne düşmanlığını, komuta kademesinden neferlerine kadar Kuva-yı Milliye’ye yönelttiği asılsız ithamlarını ve işgal güçleriyle el ele gönül gönüle vaziyetlerini alavere dalavereyle gözden kaçırmaktadırlar. Mustafa Sabri politik bir adamdır ve içine düştüğü sefil durum yanlış politik tercihlerinden kaynaklanmaktadır.
Şimdi Osmanlının bu sıradan politikacısı şeyhülislam olur olmaz afili bir talik yazıyla bastırdığı kartvizitine Şeyhülislam unvanını yazdırıp, “hamili kart yakînimdir” vecizesini de kartın arkasına ekleyerek Emniyet Genel Müdürlüğü’nden hem kendine hem de oğlu İbrahim’e Meşihat Dairesi’nin güvenliğini sağlama dümeniyle, kılıfları, mermileriyle birlikte iki adet Browning marka revolver isterken, nasıl saygın bir âlim olarak değerlendirilebilinir? Üstelik şeyhülislamlıktan ayrıldıktan sonra devlete iade etmediği silahları iki yıl sonra EGM resmi yazıyla talep etmek zorunda kalmıştır. Bu adam ve oğlu Meşihat’in güvenlik memurları mıdır yoksa kendinin de içinde bulunduğu Damat Ferit Paşa hükümetine bile güvenemeyen, kendi kendine kovboy sıradan bir politikacı mıdır? Herkes için ne olursa olsun benim için vatana kasteden ihanet zincirinin bir halkasıdır.
Oğluyla birlikte 150’likler kategorisindeyken firâr ettiği yurt dışında ihanetlerine hız kesmeden devam edip Türklükten istifa ettiğini gururla şiirleştiren bu adamın takipçilerine Şeyhülislam kartvizitini armağan ediyorum.
Metin:
Emniyet-i Umumiye Müdür Muavini Kemal Beyefendi’ye

Dairenin muhafazası için lüzum görülen iki kıt’a loververin [Revolver] mikdar-ı kâfi fişengiyle beraber hâmil-i varaka mahdûm-ı âciziye tevdîan irsâli mütemennâdır.
Mustafa Sabri 22 Nisan sene 335 [22 Nisan 1919]






KIYAMET ALAMETİ YUMURTA


Meraklı bir Osmanlı münevveri 1781 yılında Rumeli’nde dolaşırken Sayka köyünde şekli bozuk bir tavuk yumurtası görmüş. Tercüman Mehmed Ağa’nın elindeki bu yumurtanın şeklini mecmuasının bir kenarına çizmiş. Görünce hayret edip, geçip gidenlerden değilmiş ki üşenmeden kaydetmiş. Geçmişimizde bu şekilde çizimle anlatım icra eden kişilere pek rastlanılmıyor. İyi ki çizmiş, çizeceği yerde yumurtanın şeklini anlatmaya kalksaydı, asla resimde olduğu kadar zihnimizde canlandırmamızı sağlayamazdı.
Yazının tipinden kalem sahibinin ulemadan bir efendi olduğunu tahmin ediyorum. Dümdüz "tavuk yumurtası" diyeceği yerde "beyza-i decâc" terkibini yumurtlaması medresede dirsek çürütenlerden olduğunu akla getiriyor. Sonradan herhalde bunu kimse anlamaz diye düşünerek aynı kalemle şeklin dışına "yani tavuk yumurtası" yazmış ama ne olmuşsa yumurta kelimesi silinmiş.
METİN:
«İşbu bin yüz doksan beş senesinde Rumili’nde Sayka karyesinde Tercüman Mehmed Ağa yedinde işbu şekil ile müşekkel beyza-i decâc rüyet olunduğu kayd şud.»

5 Ekim 2022 Çarşamba

ÇEKENLER NÂM-I KAYDI GELMESÜN, NÂ-KAYD OLAN GELSÜN

Tophane’de günümüzde de mevcut meşhur Kadirî Asitanesi şeyhi Mehmed Şerefeddin Efendi’nin müritlerinden Ali Vasfi Efendi, şeyhin oğullarından birine yazdığı mektupta; mutadı olduğu üzere kurban bayramında ziyarete gelmeyi çok istediğini ancak cübbesini kaybettiğinden gelemeyeceğini, kulübesinde dervişâne zikirle meşgul olacağını belirterek affedilmesini istirham ediyor.
Şeyhin oğlu, mektubu okuduğu babasının ağzından Ali Vasfi Efendi’ye cevabi mektup yazıyor. İbareleri ve içerdiği ders öylesine güzel ki hem üslubunun lezzetine varmanız, hem de talik yazı ile yazılmış mektubun yeni yazı ile mukayesesini yapabilmeniz için olduğu gibi aktarıyorum. (Okunuş kolaylığı olsun diye yeni yazıda noktalama işaretlerini kullandım.)

ALİ VASFİ EFENDİ'NİN MEKTUBU
Efendimiz
Bayramlarda peder efendi hazretlerinin dâmân-ı semihâneleriyle teşerrüf benim içün pek büyük vesile-i iftihar ve hele hâk-i pây-i asîlânelerine yüz sürmeklik her vechile mübâhâte medâr idi.
Ne çare ki maʻhûd cübbenin gaybûbetinden dolayı bu bayram hâk-i pâylerinize yüz sürmek şerefinden dûr ve külbe-i dervişânemde evrâd u ezkâr ile meşgul olacağım cihetle şimdiden şu küstahlığımın afvını istirham ederim.
Bende
Ali Vasfi
Bu Cuma gecesi Hoca Şakir Efendi Hazretleri medreseyi teşrif buyuracakları.




ŞEYH OĞLUNUN CEVABI
Rûh-ı pür-fütûhum hazretleri
İşbu şukka-i âlîleri mütalaa ve mevâdd-ı mündericesini faziletlü peder efendiye tebliğ eyledim. Cevabında buyurdular ki: Bu zât bayramlarda bize cübbe ve destârını göstermek niyyet-i fâsidesiyle geleceğinden maneviyâttan bir şey anlayamaz zira varlığından soyunup üryan olan anlar bizi. Mademki mâsivâ kaydıyla mukayyeddir “çekenler nâm-ı kaydı gelmesün, nâ-kayd olan gelsün” mısraʻına riayet lazımdır. Vah vah zavallıya teessüf olunur. Ben sanurdum ki meydân-ı nâr-ı muhabbette değil bir cübbe, bir don bir yelekten başka hiçbir şey gözünde olmayıp çırılçıplak olsa dahi asla ve kat’â fütûr etmeyüp koşa koşa gelmek iktiza ederdi ise de zannım gibi değilmiş. Varsun külbe-i dervişânesinde zikr u fikri ne ise meşgul olsun. Heman Mevla kalbini âteş-i sûzandan emin eylesün duasıyla hatm-i kelâm eylediklerini arz eylerim efendim.
el-Fakir Şeyhü'l-Kadirihane
Fî 6 Perşembe Zilhicce sene 99 [19 Ekim 1882]




10 Nisan 2022 Pazar

ATATÜRK'ÜN BİLİNMEYEN BİR TELGRAFI

Mustafa Kemal Atatürk’ün hiçbir yerde yayımlanmamış bir telgrafını sunuyorum. İzmir, Aydın, Manisa’nın Yunan kuvvetlerince işgali, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde düzenlenen mitinglerle, vilayet merkezleri ve kasabalardan yurt ve dünya kamuoyuna yönelik toplu telgraf ve beyannamelerle protesto edilirken, esaret altındaki Babıâli’nin pek sesi çıkmıyordu. O sıralarda 9. Ordu Müfettişliği görev ve unvanı ile Anadolu’ya geçmiş bulunan Mustafa Kemal Paşa, Damad Ferit Paşa’nın başında olduğu Sadaret’e çektiği bu telgrafıyla, Babıâli’nin hareketsizlikten kurtulup, halkın göstermekte olduğu tepkileri yönlendirmesini sağlamak adına, hükümetin hâlihazır siyaseti hakkında bilgilendirilmeyi istemektedir.

TELGRAF METNİ

BABIÂLÎ
Daire-i Sadaret
Şifre Kalemi

Şifre Telgrafnâme

Makâm-ı Celîl-i Sadâretpenâhîye
İzmir Manisa Aydın işgâlinden müteheyyic ve endîşe-nâk olan ahâlînin her tarafta istiklâl-i millîyi tahlîs gâyesiyle yaptıkları müessir tezâhürât mürâcaat-ı vâkı‘adan ve bazı mahallerden âcizlerine gelen telgrafnâmelerden anlaşılıyor. Bilhassa vaktiyle yanmış ve pek çok zulüm ve istîlâ gören Vilâyât-ı Şarkıyye ahâlîsi Ermenilerin mahsûs ve fiilen vâkî‘ bazı harekâtından ve ecânibin Garbî Anadolu’daki işgâl ve istîlâlarından muhıkk olarak şüphelere düşmüş ve artık kendi topraklarının da aynı âkıbete uğrayacağından endîşe-nâk olarak bir nokta-i itmi’nân ve tesellî bulmak içün vaziyet-i sahîha ve hakîkıyye hakkında ale′d-devâm ma‘lûmât isteyorlar. Devletin ve milletin hukûk-ı istiklâli içün merkez-i saltanatta ve her tarafta olan teşebbüsât-ı milliye Bâbıâlî’nin teşebbüsât-ı fi‘iliyyesinden icmâl edildiği cihetle hükûmet-i seniyyenin vaziyet-i siyâsiyye-i umûmiyyesine mütedâir tenvîr ve irşâd buyurulmaklığım hakkındaki lütf u mevâ‘id-i fahîmânelerinin âsârına ehemmiyetle intizâr edilmekte olduğunu arz eylerim.
3 Haziran sene 335 [3 Haziran 1919]
Dokuzuncu Ordu Kıtaâtı Müfettişi Fahrî Yaver-i
Hazret-i Şehriyârî Mirliva Mustafa Kemal
[BOA.A.VRK 835/79]


SADELEŞTİRME
İzmir, Manisa ve Aydın’ın işgalinden sonra heyecanlı ve endişeli olan halkın her tarafta yaptığı etkili mitingler, vaki olan müracaatlardan ve bazı yerlerden bana çekilen telgraflardan anlaşılıyor. Bilhassa vaktiyle [I. Dünya Savaşı sıralarında] yanmış ve pek çok zulüm ve istila gören Doğu vilayetlerinin halkı, Ermenilerin bazı operasyonlarından ve ecnebilerin Batı Anadolu’daki işgal ve istilalarından haklı olarak şüphelere düşmüştür. Artık kendi topraklarının da aynı akıbete uğramasından endişelendiklerinden kalplerini teskin edebilecek bir teselli noktası bulmak, olup bitenden doğru ve gerçek haber alabilmek için durmaksızın malumat istiyorlar. Devletin ve milletin hakkı olan bağımsızlık için saltanat merkezinde ve her tarafta olan milli girişimler, Babıâli’nin kendi başına ortaya koyduğu eylemlerden sayıldığından, hükümetin bu duruma dair genel siyaseti hakkında aydınlatılıp bilgilendirilmeyi önemle beklediğimi arz ederim. 3 Haziran 1919

Dokuzuncu Ordu Müfettişi
Padişahın Fahrî Yaveri
Mirliva Mustafa Kemal










Nutuk'ta yer alan aynı tarihte Harbiye Nezareti'ne çekilen telgraf.

BİZ GENÇTİK ÇEKTİK, ŞİMDİKİ GENÇLİK DE ÇEKİYOR. NE ÇİLESİ VARMIŞ BU GENÇLİĞİN

 

Asırlar geçti, bizim politikacılarla bazı ham ervah bürokratlarda zihniyet değişmedi. Her işte baskı, her yerde sindirme politikası. Atalarımız zorla güzellik olmaz demişler ama bu dededen toruna zihniyeti değişmeyen politikacıların tek anladığı hot-zot politikası. Yeni eğitim-öğretim yılı başlar başlamaz RTE, Bahçeli ve bunların açtığı yoldan giden bilumum politikacıların öğrencilere demediği kalmadı. An geldi terörist dediler, kimi hızını alamadı kafalarına uymayanları dinsiz, imansız ilan etti. Velhasıl akıllarına her geleni söyleyip durdular. Bu ülkede her ağzını açan politikacı, gençliği, kadınlığı, çocukluğu, analığı, babalığı, öğrenciliği, öğretmenliği velhasıl topyekûn bir insanlığı hizaya çekmek istiyor. Herkesi, kendilerinin kırıp atamadığı kalıbı dar dünyalarına mahkûm etmeye kalkıyor. Çevrelerinde kendilerine aldırmayan, zamanının doğrusu üzerinde ilerleyen gençleri görünce tahammül edemeyip çıldırıyorlar. Ne yapsın bu gençlik? Karşınıza dizilip mum gibi esas duruşta, el-pençe divan mı dursun? Ağzını bıçak açmasın, her gelene ağam, gidene paşam mı desin? Bu sayede sizler de berbat dünyalarınızda huzur içinde yaşamanın hayalini mi kuruyorsunuz?

Sizlerin ağababalarınız da o hayallerle yaşadı ama devran dönünce vaktinde ensesinde boza pişirdikleri o gençlerin eline baktılar. Şimdi de öyle olacak. Herkes vadesi dolunca göz önünden kaybolacak. Ülkemizi kendinden emin, ne yaptığını bilen, hota zota kulak asmayan gençler bir adım ileriye taşıyacak. Yoksa istikbalimiz bunların istediği suya sabuna dokunmayan mıymıntı mı mıymıntı gençlere kalırsa, dünya uluslarının yönetim sırası bizim gençlerin akranlarına geldiğinde bizimkileri suya götürüp susuz getirirler. Ondan sonra yandı gülüm keten helva...
Vaktinde de aynı kafalar boş boş konuşup iş yaptıklarını sanıyorlardı. Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) öğrencilerinden bir grup öğrenci, gençlik hevesiyle okullarında kendi başlarına “Sebat” adında bir gazete çıkarmışlar. Aslında o kadar masum bir edebiyat mecmuası olarak çıkarmışlar ki ne yapacağını şaşırmış hükümet çocukları teşvik etmesi gerekirken cezalandırılmalarını istiyor. Artık kim II. Abdülhamid’e jurnallediyse Zaptiye Nazırı Nazım Paşa’nın paçaları tutuşmuş. O da yaptırdığı tahkikatın sonucunu aşağıdaki belgede anlatıyor. Üç sayı çıkan dergide hiçbir suç unsurundan bahsedemiyor ama neler neler diyor, demediğini bırakmıyor. Aşağıda belgenin yeni yazıyla okunuşunu verdim. Laf salatası olan tarafları önemli değil, anlaşılması gereken yerler zaten anlaşılıyor. Bir bakın bakalım, nazırın kafasındaki dünyanın bugünkülerden bir farkı var mı? Üstelik bu Nazım Paşa o devrin mürekkep yalamış tahsillilerinden. Avrupa görmüş, lisan aşina, gazete yazarlığı yapmış, telif ve tercüme bir hayli kitabı var. Demek ki an geliyor, makam sevdası mıdır her nedendir bilinmez, zihniyet değişimine bunlar da fayda etmiyor.
(Galatasaray Lisesi tarihçesine dair kaynaklarda bu olaya ve Sebat gazetesine rastlayamadım. İlgilisi varsa tavsiye ederim. Bu konu derinlemesine bir araştırmayı hak ediyor.)
Belge Metni:
Mekteb-i Sultani’lerinde beyne’t-talebe tertip olunan gazete hakkında ikmal-i tahkikat için bu sabah polis meclisi reisi mekteb-i mezkûre gönderilmiş idi. Tahkikat-ı vâkı’ayı havi şimdi varid olup leffen arz u takdîm kılınan varakadan müstefâd olduğuna göre beşinci sınıfın ikinci kısmı şakirdânı kendi eserlerini neşr için böyle bir gazetenin neşrine karar vererek mektebin nısf haricî şakirdânından Köyne Efendi dahi kendi hanesinde alet-i istinsah ile bu gazetenin tab’ını deruhde edip şimdiye kadar üç numara çıkarmış olduğu tebeyyün ederek mürettipler hakkında mektepçe muamele-i te’dibe icra olunacak ise de mekteb-i mezkûrun idaresi nizamsız olmakla beraber emr-i idare dahi bir takım adi Hıristiyan ve hatta Ermeniler elinde kalmış olduğundan mekteb-i mezkûr idaresi esasen muhtac-ı ıslah göründüğü gibi Mekteb-i Mülkiye şakirdanı meyanında da hürriyet-i efkâr namıyla efkâr-ı Frengâneye meyyâl olanlar dahi hissolunduğundan ve mekatib-i âliye şakirdânı kendi hallerinde serbest bırakılırsa gençlik münasebetiyle en fena mesleklere sülûk ederek tahsillerinden devletçe istifade olunmadıktan başka belki pek çok mazarrat görülebileceğinden mekatib-i âliyece şakirdanın hal ve hareketleri taht-ı inzibatta bulundurularak tehzîb-i ahlaklarına ziyadesiyle itina kılınmak lazım gelir gibi mütalaa olunduğu maruzdur. Ol babda ve kâtıbe-i ahvalde emr u fermân veliyy-i-ni’met-i bî-imtinânımız efendimizindir.
Fî 2 Mart sene 308 (14 Mart 1892)



DR. OSMAN ŞEVKİ ULUDAĞ

Dr. Osman Şevki ULUDAĞ'ın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'ye gönderdiği, onun da Başbakan Hasan Saka'ya havale ettiği 1948 tarihli mektubunu okurken çok hüzünlendim.

Dr. Osman Şevki ULUDAĞ'ın kim olduğunu uzun uzun yazamayacağım fakat isteyenler Vikipedia'daki maddeye müracaat edebilirler.



E PLURIBUS UNUM

ABD’nin1831 yılında İstanbul’da mukim ilk resmi maslahatgüzarı olarak atadığı David Porter’in o tarihte Osmanlı Devleti ile ABD arasında imzalanan Ticaret Muahedesi’ne dair kaleme aldığı Fransızca mektubun üst tarafında orijinal Amerikan arması bulunuyor. Gerçi kuruluş tarihindeki 13 eyaletin yıldızı bu armada 24'e çıkmış ama bu da işin orijinal tarafı. Bu arma aynı zamanda ABD’nin bir dolarlık banknotunun arka yüzünde de 13 yıldızlı haliyle mevcut. Osmanlı Arşivi'ndeki armanın etrafında “İstanbul ABD Elçiliği” yazılı. Armanın içindeki kuşakta Latince “E Pluribus Unum” sloganı yazılı ki ABD’nin kuruluşundan beri kullandığı resmi prensibinin sloganıdır. “Çokluktan doğan birlik” olarak tercüme edilen bu sözün ABD tarihindeki yeri ve önemi çok büyük.

Geçenlerde izlediğim “Designated Survivor” adlı dizide ABD başkanı rolündeki Kiefer Sutherland’ın Teksas toplantısında bu sözü coşkulu bir topluluğun coşkusunu daha da arttırmak için kullandığını gördüm. Adamlar gelenekse gelenek, prensipse prensip, tarihlerinde neleri varsa propagandist filmlerine öyle bir ustalıkla yediriyorlar ki hayran kalıyorum. Bir de bizim tarihi dizilere bakıyorum, uydurulmuş gelenek ve saptırılmış tarihe boğulmuş ilkel temaşalarla sıfıra sıfır elde var sıfır vaziyetinde kalakalıyorum.