20 Aralık 2012 Perşembe

1100 YILLIK KURAN-I KERİM NEREDE?




Sinan ÇULUK
 
Kurenâdan Emin Bey’in Sultan İkinci Abdülhamid’e cülusunun 25. Yıldönümü münasebetiyle hediye ettiği Kuran-ı Kerim’e dair bir belge neşrediyorum. Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemine dair “Osman Gazi’nin misafir olduğu Şeyh Edebalı’nın evinde duvarda asılı Kuran’a saygıdan dolayı sabaha kadar ayakta durduğu” rivayeti yaygın olarak bilinmektedir. Kurenadan Emin Bey ise tarihlerimizdeki bu rivayetin farklı bir versiyonunu aktarmaktadır. Ona göre bu ihtiramı Dursun Fakı’nın evinde kalan Ertuğrul Bey göstermiş ve buna mükafat olarak gördüğü rüyada sülalesinden geleceklere dünya döndükçe saltanat sürecekleri müjdelenmiştir.

Bu bin yıl önce yazılmış Kuran daha sonra Emin Bey’in ailesine bir yadigâr olarak kalmış ve İkinci Abdülhamid’e tahta çıkışının yirmi beşinci yılını tebrik için hediye edilmiştir.

Abdülhamid’in tahta çıkışının yirmi beşinci yılı 1901’de kutlandığına göre bu Kur’an 900’lü yıllara ait demektir. Acaba şimdi nerelerdedir? “Yıldız Yağması”ndan kendini kurtarabildi mi? Yoksa İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nin Yıldız Koleksiyonlarında bir yerlerde durmakta mıdır?

Müdekkiklere duyurulur. Belki izini bilen vardır.

Belge Metni:

Cedd-i pâk-i Şâhâneleri Ertuğrul Bey hazretlerinin bir gece Dursun Fakih’in hanesinde tâ-be-sabah huzûr-ı Kelâmullah’da dest-ber-sine-i ta‘zîm kâ’im durduklarına mükâfâten min-indillah rüyasında sülale-i tahiresine ilâ âhiri’d-deverân saltanat va‘d u tebşîr olunduğu nigâşte-i sahâyif-i tevârihtir. Aile-i ubeydanemde bergüzâr kalmış ve bundan bin sene mukaddem tahrir olunmuş olan işbu Mushaf-ı Şerîf’i huzûr-ı lâmii’n-nur-ı hazret-i hilafetpenahilerine vaz‘ u terfi‘ eder ve cenâb-ı Hudâ-yı Müte‘âl hazretlerinin Kelamullahı hürmetine zât-ı melâ’ik-simât-ı veliyyü’n-ni‘âmîlerini etval-i ömr ile muammer ve şevket u ikbâl-i şâhânelerini yevmen-fe-yevmen müzdâd ve evfer ve bilcümle a‘dâ ve bedhâhân –ı devletlerini muzmahil ve müdemmer eylemesi duasını ref’-i bârigâh-i icâbet-penâh-i kibriyâ eylediğimi arz ile yevm-i cülûs-ı Hümâyûnlarının işbu yirmi beşinci devre-i mes‘ûdesini an-samîmi’l-kalb tebrîke cesâret eylerim. Ol babda ve katıbe-i ahvalde emr u fermân hazret-i veliyyülemr ve’l-ihsân efendimizindir.

Kurenâ-yı Hazret-i Şehriyârîlerinden Emîn Kulları


19 Aralık 2012 Çarşamba

HÜNKÂRIN İMLÂ HASSASİYETİ



Sinan ÇULUK


Osmanlı Devleti’nde Viyana Sefirinin gönderdiği tahrirattaki küçük bir imla hatasının, padişah tarafından görmezden gelinmeden, lisan politikası geliştirmeye vesile kılındığına dair önemli olduğuna inandığım bir belge sunuyorum.

Bu belge tarihsiz olmakla birlikte Sultan İkinci Mahmud devrinin sonları veya Sultan Abdülmecid’in saltanatının ilk aylarına tarihlenebilir. Belgede adı geçen Viyana Sefiri Rifat Bey (Paşa) 1837 Aralık ayında ortaelçi iken Sefir olmuş ve 1839 Aralık ayında Hariciye Müsteşarlığına getirilmiştir. Dolayısıyla belge bu tarihler arasında oluşturulmuştur. 

Artık hangi hükümdar ise Viyana Sefiri Rifat Bey’in gönderdiği bir tahriratta zırh kelimesinin "noktalı H" harfi yerine "He" harfi ile yazılması imla hatası olarak yorumlanmıştır. Bir sefirin böyle basit bir imla hatasında bulunması padişah tarafından yadırgandığından sadrazamdan bunun izahı istenir. Elimizdeki belge bu izahatı havi, Sadrazamın Mabeyn Başkâtibi aracılığı ile Padişah’a gönderdiği arz tezkiresi üzerine iradedir. Yapılan inceleme neticesinde Farsça olan zırh kelimesinin Kamus (Firuzabadi’nin meşhur lugati) ve Burhan’da (Burhan-ı Katı) “He” ile yazıldığının görüldüğü, lugate uymak adına sefir tarafından “He” harfiyle yazıldığı belirtilir. Ne var ki Türkçe’deki imlasının "noktalı H" harfi ile olmasından dolayı herkesin kullandığı şekilde yazılmasının gereği vurgulanır. Padişahın bu uyarısı sadrazamın oldukça hoşuna gitmiş olmalı ki, “bizi bu şekilde de terbiye etmenizden dolayı dua ve teşekkürlerimi gönderiyorum” diyerek memnuniyetini belirtir.
Padişahın iradesinde de bu husus, "Türkçe’de yaygınlıkla kullandığımız yabancı kökenli kelimelerde kendi dilindeki imlasından farklı bir imla kullanılıyorsa kendi dilindeki yazılışa itibar etmeyip Türkçe’deki yaygın kullanıldığı şeklin esas alınması gerektiği" yönünde vurgulanmıştır. 

Belki de bugün de imla kurallarımızda yer almasına rağmen uygulamadığımız “Türkçe metinlerde yabancı kelimeler Türkçe okunuşu ile yazılır kaidesi”nin temeli o gün atılmıştır.

Bu belgeden günümüze yönelik çok sayıda hikmetli mukayese yapmak imkanı varsa da blog için bu kadarıyla iktifa edilmiştir.

 Belge Metni:

Maruz-ı Çaker-i Kemineleridir ki

Geçende Viyana Sefiri sa‘âdetlü Rif‘at Beyefendi bendelerinin zırh maddesine dair gelen tahrîrâtının takdîmi sırasında zırh lafzının imlâsı “Ha” ile olmak lâzım gelirken “He” ile yazılması husûsunda şeref-sunûh ve sudûr buyurulan su‘âl-i hikmet-iştimâl-i âlî keyfiyeti ma‘lûm-ı bendegânem olup lafz-ı mezkûr Türkî’de hüsn-i isti‘mâl cihetiyle “Ha” ile zebanzed olduğu derkâr ve kelime-i mezkûre elfâz-ı Fârisiyye’den olmasıyla Burhân’da “He” ile etyân ve Kâmûs’da dahi Cûş lafzının tarifinde zırh kelimesi “He” ile beyân olunmuş olduğundan “He” ile tahrir olunması lugâta itibar kaziyesine mebni ise de bu misillü elfâzın imlâsında fî nefsi’l-emr isti‘mâlât-ı meşhûresine i‘tibâr ve lugât-ı gayr-ı vâzıhadan sarf-ı enzâr olunmakda hüsn ü letâfet bulunacağı âşikâr olmağla lafz-ı mezkûrun hüsn-i isti‘mâline nazaran “Ha” ile yazılması râcih ve bu bâbda sâdır ve sânih buyurulmuş olan irâde-i mehâsin-âde-i cenâb-ı mülûkâne kâffe-i hâlde muhtâc olduğumuz hüsn-i terbiye-i Şâhâne me’ser-i celilesi iktizasından idüğü vâzıh olduğundan farîza-i zimmetimiz olan duâ-yı bekâ-yı ömr ü ikbâl-i hazret-i Cihânbânî bi’t-teşekkür te’diye ve tekrâr kılınmış olduğu ma‘lûm-ı sâmîleri buyuruldukda emr u fermân hazret-i men lehü’l-emrindir.

Seniyyü’ş-Şiyemâ Devletlü İnâyetlü Atûfetlü Efendim Hazretleri

İşbu tezkire-i âlîleri mübârek huzûr-ı lâmi‘u’n-nûr-ı hazret-i Mülûkâne’ye arz u takdîm birle meşmûl-i enzâr-i me‘âl-i âsâr-ı cenâb-ı Şehenşâhî buyurulmuşdur. Lafz-ı mezkûr Türkî’de “Ha” ile zebanzed olduğuna nazaran bu misillü elfâzın isti‘mâlât-ı meşhûresine i‘tibâr olunur ise şunun bunun kolaylıkla istifâde eylemelerini mûcib olacağından bu sûretde Türkî’de olan isti‘mâline i‘tibâr olunması lâzım gelmiş idüğü ma‘lûm-ı devletleri buyuruldukda ol bâbda irâde efendimindir.

KONYALI UN FABRİKATÖRLERİ



Anadolu ve Rumelinin mazlum ve mağdur insanları eskiden de sermaye ile müteşebbis sıkıntısı içindeydi. Ne yapsınlar, üretim ve ticaret ekalliyetin elinde, onlara kala kala askerlik ve çobanlık kalmış. İşte böyle un fabrikası açanlar bile örnek alınacak fabrikatörler olarak ilan ediliyor.
 
1912 Şehbal gazetesi.
 

 
ŞAYAN-I İMTİSAL FABRİKATÖRLER

Küçük bir müjde-i faaliyet ki inşallah pek büyükleri için ibtida ve intibah olur. Resimlerini maalmemnuniye derc ettiğimiz şu dört mütevazı zat-ı muhterem sağdan itibaren sıra ile: Arabacızade Hasan, Kitapçızade Kamil, Hacıosmanzade Hacı Rüşdü, Tutaşızade Osman Efendilerdir. Bunlar Konya’da altı bin liralık bir sermaye-i müşterek ile un fabrikacılığına başlayarak şimdi sermayelerini birkaç misline iblağ etmişlerdir. Her vilayette bu nev‘ teyakkuz başlasa şüphesizdir ki onun muhassalası yer altında ve yer üstünde uyuklayan –canlı cansız- hazainimizin mazhar-ı ba‘s olmasıyla tecelli edecektir!

KONYA'DAN BİR HİKAYE-İ MUVAFFAKİYYET

ORHUN ABİDELERİNİ DEŞİFRE EDEN VİLHELM THOMSEN'İN İMZASI




ŞEHBAL mecmuasından resim altı yazısı - 1912 senesi
 
TÜRKLÜK HAKKINDAKİ TEDKİKATİYLE İŞTİHAR EDEN DANİMARKALI MUALLİM MÖSYÖ VİLHELM TOMSON
...
Mösyö Tomson [günümüzde imlası Thomsen olarak kullanılıyor, o vakitler Tomson denilmesi ilginç] Türkler ve Türklük hakkında tetebbuat-ı amîkada bulunarak bu hususda tebahhur etmiş ve Orhun yazısını ilk defa okuyup anlamaya muvaffak olmuştur. Geçenlerde Necib Asım [Yazıksız] Beyefendi’nin “Pek Eski Türk Yazısı” ismindeki eser-i kıymetdarında münderiç elifba harflerinden yekdiğerine pek benzeyen ikisine ait bir sehvi de müellif-i muhtereme yazdığı bir mektupla ihtar-ı tashih etmiştir. Kavmimizin muhibbi ve ırkımızın mütetebbi‘i olan bu sîmâ-yı muhteremin tasviriyle imzasını maalmemnuniye inzar-ı kâri’îne arz ediyoruz.

10 Aralık 2012 Pazartesi

ÖZEL BELGELER ARŞİVDE NASIL BİRİKTİ


Bana bazen şöyle soruyorlar; Osmanlı Arşivi’nde devletin belgeleri bulunuyor, bunu anladık da özel mektuplar ve benzeri şahsi evrak nasıl oluyor da devletin resmi arşivinde bulunuyor?

Bu sorunun cevaplarından biri mahiyetinde olmak üzere bir belge neşrediyorum. Sadaret Kaymakamı Musa Paşa tarafından yazılan bu mektup Akdeniz Boğazı Seraskeri İsmail Paşa’nın ölümü üzerine, devletle yaptığı yazışma evrakının güvenilir bir zata teslim edilerek İstanbul’a gönderilmesine yöneliktir. İşte böyle böyle resmi evrak toplanırken arada bazı şahsi mektup ve belgeler de İstanbul’a gönderiliyordu. Bunlar da devletin resmi arşivi Hazine-i Evrak’ta korunarak günümüze intikal etmiştir. Tanzimattan sonra bu usule pek riayet edilmemiş ve bir çok devlet adamının evrakı şunun bunun elinde kalıp heba olup gitmiştir. Sultan İkinci Abdülhamid, devrinin belli başlı devlet adamları vefat ettiğinde hemen ekibini gönderir ve evrakını Yıldız Sarayı’na getirtirdi. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra bunlardan bazılarının veresesi evrakını geri almıştır. Yıldız Sarayı’nda saklanıp günümüze intikal eden kırka yakın devlet adamının özel arşivi, Osmanlı Arşivi’nde korunmaktadır. Ayrıca kişilerin ölümüyle terekelerinden çıkan evrakın muhallefat halifeliği yoluyla devlete intikali vardır ki ayrı bir bahistir.

Belge Metni:

İzzetlü efendi hazretlerinin huzurlarına deavât-ı safiye ve teslimat-ı vafiye ithafiyle inha olunur ki.


Bahr-i Sefid Boğazı Seraskeri merhum İsmail Paşa hazretleriyle Devlet-i Aliyye tarafından mükatebe olunmakta olduğundan merhum-ı müşarunileyh canibine gönderilen evrakın olduğu mahalden alınarak memhuren hıfzı lâzimeden ve hâlâ hazinedarı ve mahrem-i esrarı olan Emin Efendi mutemet ve zî-dirayet olmağla müşarunileyhin Devlet-i Aliyye ile mükatebe eylediği her ne kadar tahrirat var ise cem‘ ve bir torbaya vaz‘ u temhir ederek mumaileyh Emin Efendi hıfz eylemesini tenbih ve te’kide mübaderet ve keyfiyeti yani evrak-ı merkumenin tamamen mumaileyhe teslim olunduğunu tarafımıza işara müsaraat ile badehu ne gûne irade sudur eder ise ol vechile amel u hareket eylemeniz içün mektup tahrir ve irsal olunmuştur. İnşallahu Teala vusulünde ber-vech-i muharrer amel u hareket eyleyesiz.

Baki izzet daim bâd.

el-Hac Seyyid Musa 
Kaymakam

8 Aralık 2012 Cumartesi

ASMALIMESCİD MAHALLESİNDE VAR BİR ANORMALLİK

Sinan ÇULUK


Günümüzde Beyoğlu deyince eğlence, eğlence deyince de Beyoğlu’nda Asmalımescit akla geliyor. Sıra sıra meyhaneleriyle hayli ün yapmış Asmalımescit’e ismini veren caminin yerinde yeller esiyor. Kamhi Apartmanı’na dönüştükten sonra şimdilerde otel olarak hizmet vermekte. Burada mevcut mescidin gerçek adı ise Kalafatçıbaşı Yunus Ağa mescididir. Halk arasında Asmalımescit ismini almıştır.

İşte bu mahallenin ve mescidin imamı önceleri iki kardeş imiş. Mehmed Tayyip isimli olanı uzun müddettir görevini terk edip Mısır’a yerleşmiş ve kardeşi olan Mehmed Esad Efendi imameti sürdürmeye çalışmış. Gelgelelim alkole düşkün ve kötü ahlak ile donanmış olduğundan mahalleli tarafından defalarca mahkemeye verilmiş ve kolluk güçlerine şikâyet edilmiş. Uyarıları dikkate almadığı gibi ağza alınmayacak küfürlerle de mahalleli üzerine saldırmış. Artık imamlarından illallah diyen mahalleli de azilden başka çare bulamayınca Mehmed Esad Efendi’yi görevinden alıp yerine Mevlevi tarikatinden Hafız Mehmed Dede’yi getirmişler. Bunun tasdikini de Evkaf'ın yapması için bu arzuhal mahalleli tarafından yazılmıştır.

Buradaki anormal durum aslında vakıf sahibinin, neslinden gelecek torunlarına bir gelir temin etmek için imamlığı şart etmesinden kaynaklanıyor. İlmen ve ahlaken bu vazifeye, imamlığa uygun bir torun dünyaya gelmeyip sefih yaradılışlı biri de olsa vakfiye gereği bu görev tevcih ediliyor. Neyse ki mahallelinin yetkisi var da bu durumu düzeltebiliyorlar.

Belge Metni:

Devletlü İnayetlü Merhametlü Efendim Hazretleri
Arzuhal-i Kullarıdır ki; Mahruse-i Galata’ya muzafe kasaba-i Tophane’de Kalafatçıbaşı Yunus Ağa Mahallesi imamı olan Mehmed Esad Efendi nısf-ı imamet-i mezkureye ve nısf-ı aharına karındaşı Mehmed Tayyip mutasarrıflar olup lakin merkum Mehmed Tayyip on beş seneden berü diyar-ı aharda ve târik-i hizmet ve vekili olmadığından maada merkum imamımız Mehmed Esad kendi edebiyle meşgul olmayıp şürb-i hamr ile me‘luf ve ahlak-ı zemime ile mevsuf olduğundan bi’d-defeat taraf-ı şer’ ve zabitan taraflarından kendüye nush u bend ve tenbih olunmuş ise de kat‘an mütenassıh ve mütenebbih olmadığından maada ef‘al-i sabıkaları ısrar ederek şütûm-ı galiza ve elfaz-ı kabiha ile şetm u darb kasdıyla üzerimize hücum eylediğinden yedimizde olan bir kıt‘a i‘lâm-ı şer‘iye mucebince imamet-i mezkure merkumun üzerinden ref‘ olunmuş olmağla merahim-i aliyyelerinden mercudur ki: Tarik-ı Aliyye-i Mevleviyye’den Hafız Mehmet Dede bin Veliyyüddin Efendi ehl ü erbabından olarak cümlemizin matlub ve mültemesimiz olduğundan imamet-i mezkure cihet-i sairesiyle mumaileyhe tevcih ve ihsan buyurularak ahali-i mahalle kullarını mesrur buyurmaları babında emr u ferman devletlü inayetlü merhametlü efendim sultanım hazretlerinindir.
Bende
Ahali-i Mahalle-i Mezbur Kulları




6 Aralık 2012 Perşembe

ALEMDAR CADDESİ


Sultanahmet'ten Gülhane Parkı'na inen tramvay yolunun 1900'lerin başı ile günümüzdeki görünümü. Caddenin Zeynep Sultan Camii tarafına genişletilmesi ile cami haziresinin yarısı yola gitmiş, birçok mezar taşı tahrip edilmiştir. Bugün tramvay yolu ortasındaki abidevi çınar ağacının eskiden Zeynep Sultan Camii haziresi içinde bulunduğu görülüyor. Bu istimlak işi Cemil Paşa'nın [Topuzlu] şehreminliği vaktinde gerçekleştirilmiştir

PADİŞAHIN KÖŞKÜNÜN DUVARLARINA BİLE İŞEMİŞLER!


Sultan Üçüncü Ahmed Han’ın kendi el yazısıyla sadrazamına yazdığı Hatt-ı hümayunudur. Bu belgede geçen köşkün hangisi olduğuu belli değildir. Bugünkü Gülhane Parkı girişinin solunda yer alan Alay Köşkü olabileceği tahmin edilen bir binanın altına, bakkal ve çakkal taifesi tarafından sürekli olarak umumi tuvalet muamelesi yapıldığını anlıyoruz. Daha önceleri tenbih edilmişler ama işemekten vazgeçmemişler. Üçüncü Ahmed’in canına tak etmiş olmalı ki sadrazama “tenbih ile olmaz, bir ikisini yakalayacaksın ve cezalandıracaksın” emrini veriyor. Kim bilir köşkün duvarları ne feci bir kirlilik altında ki temizlenmeğe muhtaç olduğunu da ilave ediyor.



Belge Metni:

Sen ki Vezirim, hâlâ köşkün altında çakkal ve bakkal tebevvül etmeden fariğ olmadılar. Tenbih olmak ile zabt olmaz. Bir ikisini ahz edip tazire muhtaçtır. Ve tathir olmağa muhtaçtır.

Belge görüntüsü Baha Gürfırat tarafından “Belgelerle Türk Tarihi Dergisi”nin üç numaralı sayısında yayınlanmıştır. Blog metni bize aittir.

3 Aralık 2012 Pazartesi

PİYER LOTİ VE KLOD FARER SOKAKLARINA İSİM VERİLMESİ

Sinan ÇULUK


Yirminci yüzyılın başlarında batı dünyasından uzaklaştırılan, yalnızlaştırılan ve horlanan Osmanlı Devleti'ni, yazı ve eylemleriyle destekleyen iki Fransız aydını ortaya çıkmıştır. Piyer Loti ve Klod Farer adlarındaki bu aydınlar haliyle Türk kamuoyunun da sempatisini toplamışlardır. Pierre Loti (1850-1923) ve Claude Farrère (1876-1957) gerçek imlaları olmasına rağmen Türkçenin en önemli ama günümüzde maalesef uygulanmayan kaidelerinden biri olarak okunduğu gibi yazılarak İstanbul-Cağaloğlu'nda iki sokağa isimleri verilmiştir. 1922 tarihinde gerçekleşen bu isim verme törenine ait bir belge takdim ediyorum.

Belge Metni:

Şehremâneti
Heyet-i Tahririye Müdiriyyeti
Tahrir Şubesi
Aded
44
Huzur-ı Sami-i Cenab-ı Sadaretpenahi’ye

İstanbul şehri fahrî hemşehrisi Piyer Loti ile müşarunileyh gibi daima Osmanlılık ve Türklük menafi’ine muvafık surette neşriyat-ı hayrhâhânede bulunagelmiş olan Klod Farer nâmlarına İstanbul’da birer cadde tevsim edilmesi hakkında Cemiyet-i Umumiye-i Belediye’ce verilen karar üzerine Cennetmekân Sultan Mahmud Hân-ı Sâni Türbesi karşısındaki Şehremaneti Dairesi önünden geçen sokağın Piyer Loti ve onun alt tarafında Binbirdirek’ten mürûr eden müvâzî caddenin de Klod Farer namlarına tevsimi ve tevsim merasiminin İstanbul’da Piyer Loti Günü itibar edilmiş olan Kânûn-ı Sânî’nin yirmi üçüncü günü saat iki buçukta icrâsı kararlaştırılmış olduğundan tarih-i mezkure müsadif olan gelecek Pazartesi günü vükelâ-yı fihâm hazerâtıyle mümessilîn-i siyâsiyyeye ve bî-taraf devletler süferâsı ve sair lazım gelen zevât davet olunarak merasim-i mezkurenin icrası tensib edilmiş olmağla teşrifat memurlarından iki zatın da bu işe memur edilmesi hususuna müsaade-i celile-i hazret-i sadaretpenahilerinin şâyân ve bîdiriğ buyurulması bâbında emru ferman hazret-i veliyyü’l-emrindir.

Fi 14 Cemaziyülevvel 1340 ve 14 Kanûn-ı Sânî 1338 [14 Ocak 1922]

Şehremini
bende
[imza] Celal


2 Aralık 2012 Pazar

KAHVEHANE JURNALLERİ- HALKIN NABZI BÖYLE TUTULURDU.



Sinan ÇULUK

A
Galata’da Kulekapısı sekenesinden tabanca kundakçısı Osman, Ayazma’da Hacı Emin’in kahvesinde bizim semtde Osmanlıdan biri bu Asitane sekenesi (sakinleri) Rusya devletinden pek ihtiraz ediyorlar. Devlet-i müşarünileyh o rütbe meşhur değildir. Hâlâ arka sınırında Osmanlıya haraç verir. Onun kavgası da bir şey değildir. Bu taraftan onun havfı (korkusu) yoktur. Ancak olanca askeri arka sınırda, dış denizde üç yüz pare cenk sefinesi (savaş gemisi) vardır. El an ol taraflardan başka mahalle gidemez. Bu tarafa dolaşacak olsa İngiltereli ve Fransalı cümlesini (tamamını) yakarlar. Bunlardan havf eder. Yoksa geçirir de cenk vakti askerini sarhoş eder. Öyle kavgayı sever. O asker bastığı yeri bilmez. Karşısındaki de öldüm ölesiye geliyorlar zannedip havfından geri kaçar. Bir kere göğüs çevirmeyip karşı üzerine varılır ise cümlesi tüfenklerini bırakıp yüzü aşağı düşerler diyerek nakl eyledi diye söylediği işitilmiş olduğu.


B
Ayazma’da merkum Hacı Emin, Üsküdar’da Bülbülderesi’nde sufilerden bir şeyh var imiş. Bizim Hafız onun yanında eğlendiğinden Şeyh-i mezbur söylemiş ki; Rusya Devleti ve saire hükümetlerinde bulunan memaliğin (memleketlerin) fethi Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın yüzünden değildir. Asitane’ye mesned-i vala-yı sadaret-i uzmaya (sadaret makamına) birisi gelecektir. Fütuhat onun yüzündendir diyerek nutuk eylediğini rivayet eyledi deyü söylediği işitilmiş olduğu.



C
Şehzade civarında köşebaşında Çıkrıkçı karşısında İzzet’in kahvesinde Unkapanı üstünde Filyokuşu mahallesinde müteehhilen sakin (evli olarak oturan) Çıkrıkçı Abdi eğer bu Asitane-i aliye altı mah (ay) daha böyle kesatlıkla gider ise çok fenalaşır. Her bir şey pahalı, ticaret yok, masraf yerinde, bilmem nasıl olur. Edirne’nin rençberanından başka çarşılısı dahi kendilerini idare edemeyip bütün kırlara düşmüşler. Kimi mısır ve kimi çapa ile darı ekerler. Ticaretleri olmadığından dükkanlarında neyi var ise zararına verip ve hanelerinde olan eşyalarını değer değmezine füruht edip (satıp) barınırlar imiş. Sanki iyi mi olacak, günden güne fenalaşmakta. Cümlesi Hak’dan. Vakitlerin hükmüdür diye söylediği işitilmiş olduğu.



D
Sultan Mehmed’de (bugünkü Fatih semti) Boyacıkapısı civarında Hüseyin’in kahvesinde Sadr-ı Anadolu (Anadolu Kazaskeri) devletlü efendi hazretlerinin tebeasından Derviş  “evvelden arpalık sahipleri ve cesimce (büyükçe) kazaların hakimleri mahallerinde mansıp üzerinde iken bizler ferman ile gidip hayli akçe hizmetlenir idik. Şimdi onlar kalktı. Muhassıllar idare ediyorlar. Hizmetkarlık da bitti, artık bir şey bırakmadılar” diye söylediği işitilmiş olduğu.


E
Ahmediye meydanında karavul gezen asakir-i muntazama neferatından bir kaçına bir takım fahişeler “elinizden çektiğimiz nedir, gece ve gündüz rahatımız yok, bari gezdiğimiz mahallerde rahat bırakın karavul iseniz bizleri fenalıkta bulunduğumuz vakit tutun götürün. Edepsizi arayacağınıza edepsizliği siz ediyorsunuz. Deveden büyük fil var. Gideriz devletlü serasker paşa hazretlerinin önüne feracelerimizi bırakırız “ diye şamata etmekte oldukları görülüp işitilmiş olduğu.


F
Tophane’de Kara Cehennem’in kahvesinde Tatar Tophaneli Resul “sadr-ı sabık devletlü Hüsrev Paşa hazretlerinin azillerine acımam zira kırk beş senedir tuğ ve alem çekerler. Bir gün merfu‘ü’l-vezare olmadılar (vezirliği kaldırılmadı). Bu âlemde bir şeyin arzusu kalmadıktan sonra tarikının nihayetine vasıl oldu (yolun sonuna geldi). Velhasıl hiçbir şeyde arzusu kalmadı. Azrail ile karındaş olsa on sene daha ömrü ya var ya yok. Akça çok, baki ömrünü sahilhanede ve konağında safa ile geçirsinler. Bundan böyle ne yapacak, kuş kadar ömrü kalmış, lakin dairelerinde biraz fukara var, bî-hâsıl kaldılar. Hususan Tatar Ağası memuriyeti vuku‘u iki üç mah olmadı. Yirmi beş kesesi telef ve buna mümasil (benzer) nice adamlara yazık oldu” diye söylediği işitilmiş olduğu.


G
Ortaköy sekenesinden (sakinlerinden) Hilmi Efendi “sadr-ı sabık müşarünileyh hazretlerinin azl ve infisalleriyle zat-ı hazret-i vekaletpenahinin mesned-i vala-yı vekalet-i uzmayı teşrifleri vuku bulmuş. Huda selamet ve muvaffakiyet ihsan buyursun. Zat-ı hazret-i sadaret-penahi akil ve müdebbir zevat-ı izamdandır” diye medh eylediği işitilmiş olduğu.


H
Eyüplü Hacı Ali Efendi memur kullarıyla kayıkta esna-yı refakat ve müsahabette “behey cânım, biz ve nâs (insanlar) fena olduk. Zat-ı hazret-i şehenşahi ve vükela-yı fiham hazeratı ne yapsınlar. Biz hanemizde bir karıya söz anlatıp nizam veremiyoruz. Var mı bize kahvehanelerde boşboğazlık etmek. Cenab-ı Hak vükela-yı fiham hazeratına muvaffakiyet ihsan buyursun, bizden azizim hayır duadır”diye söylediği işitilmiş olduğu. 


30 Kasım 2012 Cuma

ARNAVUTÇANIN YAYILMASINA SEBEP OLACAK MEMURLAR (Devlet Haini) OLARAK NİTELENDİRİLMİŞTİ.


Sinan ÇULUK


Bugünün tarihiyle tam 100 yıl evvel 28 Kasım 1912’de Arnavutluk bağımsızlığını ilan etmişti. Karmakarışık ve sıkıntılı yılların ardından malum savaşlar, acılar yaşandı ve PARÇALANAN Devlet-i Aliyye’nin bakiyesi olarak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Bu gün yüz yıl sonra da birileri bazı belgeleri eline alıp, “100 
yıl önce Türkiye’den ayrılan şu devlet bağımsızlığını ilan etmişti” dedirtmemek için tarihten ibret ve ders almalıyız. Arnavutluğun ve Osmanlı’dan ayrılan diğer devletçiklerin ayrılma süreçleri dikkatle incelenmeli, o zamanlar ortalığı karıştıran mihrakların günümüzdeki uzantıları tespit edilip etkisiz hale getirilmelidir.

Aşağıdaki belgede Taşöz Mutasarrıfı Musa Kazım’ın Dâhiliye Nezareti’ne (İçişleri Bakanlığı) gönderdiği yazışmayı görüyoruz. Memleketi Yanya olması hasebiyle o civarı iyi bilen bir gözlemcinin ağzından Arnavutların Arnavutça ile eğitim taleplerinin ardında İtalyan Katolik rahipleri olduğunu görüyoruz. Bu rahipler daha çok Müslüman Arnavutları kandırarak eyleme geçmelerini sağlamışlardır. Okullardaki çocuklara zararlı fikirler aşılayıp sonuçta bağımsızlığa giden yolu açmışlardır. Buna karşı tedbirler alan Sultan İkinci Abdülhamid devlet içinde de Arnavutların bağımsızlığı için çalışan ve Arnavutçayı yaymaya çalışan memurları (Devlet Haini) olarak tanıyacağını açıklamıştı. Bu durumdan çıkarılacak çok ders var elbette. 

SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD’İN FEHİM PAŞA’SININ MEKTUBU


Sinan ÇULUK

Fehim Paşa, Sultan İkinci Abdülhamid’in sütkardeşi Esvapçıbaşı İsmet Bey’in oğlu olup, genç yaşta Abdülhamid’in paşalık unvanı verdiği biridir. Bu unvanı öncelikle hafiye teşkilatının İstanbul ile yakın çevresindeki en önde gelen adamlarından olduğu için almıştır. İstanbul’a bir zamanlar nam salmış “Onikiler” adlı çetenin de perde arkasındaki o
rganizatörü olduğu iddia edilir. Genç yaşta gelen unvan ve şöhretten başı dönen Fehim Paşa, İstanbul gecelerinin en hovarda ismi olarak ün yapmıştır. Sınır tanımayan ihtirası da buna eklenince nerede duracağını bilememiş ve rivayete göre Alman Sefirinin şikayetçi olmasıyla soluğu Bursa sürgününde almıştır. İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte Bursa’dan Bilecik tren istasyonuna gitmek üzere uygun bir fırsat kolladığı Yenişehir’den kaçmak üzere iken ahali tarafından fark edilerek arabasından indirilip linç edilmek suretiyle öldürülmüştür.

Bu belgede sürgün olarak yaşadığı Bursa’dan bir günlüğüne İstanbul’a gelip Sultan İkinci Abdülhamid’le görüşmek isteğini gayet saf ve masumane bir üslupla ifade etmektedir. İfade ve üslup bunalımda ve takıntılı bir adamın üslubunu andırır. Bu belgeyi bence en ilginç kılan husus “Alman Sefareti bunu da men edemez ya” ifadesidir. Bu ifade bize bağımsız bir ülkenin ferik (korgeneral) rütbesindeki bir paşasının (isterse suçlu olsun) Alman Sefirinin baskısı ile mahkemesiz, duruşmasız sürgüne gönderilebildiğini ve padişahından paşasına kadar kimsenin buna ses çıkaramadığını anlatmaktadır.

Belge Metni:

Bihi

Cenab-ı Hakk zât-ı veliyy’i-ni‘met-i a‘zamilerini her türlü tehlikeden ve kazadan muhafaza buyursun âmin

Padişahım artık bu hasret ve iştiyak câna dayandı. Ben ölünceye kadar zat-ı şahanelerinizi görmeyecek miyim? Ben zat-ı şahanelerinizi görmek isterim. Ben ne rütbe ne nişan ve ne de bir memuriyet isterim. Zat-ı şahanelerinizi gö[r]meliyim. Hak-i pa-yi şahanelerinize yüz sürmeliyim. Ertesi günü Bursa’ya avdet etmeliyim. Padişahım benim anam babam velinimetim, hâmim, sebeb-i feyz ve saadetim zat-ı şahaneleridir. Zat-ı şahanelerinizi görmek isterim. Almanya Sefareti bunu da men’ edemez ya. Vallahi göreceğim ol derece geldi ki tarifi nâ-kâbil. Bursa’da saye-i şahanelerinizde pek rahatım lakin hasretinize dayanamayorum. Ertesi günü Bursa’ya gitmek üzere bir gün için abd-i memluklerinizi İstanbul’a celp etmenizi hak-i pa-yi şahanelerinizden istirham eylerim ferman.

Yâver-i Husûsî-i Hazret-i Şehriyârîleri
Abd-i Memlûkleri Ferik
Ahmed Fehim

ÜÇÜNCÜ SELİM’İN TARİHİ ESER KAÇAKÇILIĞıNA ALET OLMASI



Sinan ÇULUK




Yukarıdaki başlık çok yadırganabilir. Bir insan padişah da olsa suç işleme hürriyetine sahip değildir. Hükümdarlığı zamanında hukuktan üstün telakki edilerek mahkemeye çıkarılamayıp adalet tecelli etmese bile, asırlar sonra tarihin yargısından kurtulması mümkün değildir. Bu yayınladığımız belgede de Sultan Üçüncü Selim tam manasıyla tarihi eser kaçakçısı kimliğinde karşımıza çıkmaktadır. Adil yargılama imkânımız olmasa bile sadece sadrazamının takririnde belirtilen husus ve kendi ikrarı bu belgeyi hükmî delil sınıfına sokmaktadır.

Bu belge kısaca Nuruosmaniye Camii avlusundaki (muhtemelen temel kazısında ortaya çıkan) bir lahit kapağının İngiltere büyükelçisine verilmesine dairdir.

Bu kadarı bazılarına normal gelebilir ancak olayın gelişimi, yolunda gitmeyen ve devlet adabına uymayan bazı hususları göstermektedir. Belgede tarih yoktur. Kimliği meçhul sefirin, tarihî eserlere olağanüstü ilgisi ve Osmanlı topraklarından birçok tarihi eseri İngiltere’ye götürdüğü bilinen, 1799-1803 tarihleri arasında İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi bulunan Earl of Grey (Thomas Bruce) olduğu tahmin edilebilir. Bu büyükelçi defalarca antik taşları Bab-ı Ali’den talep etmiş bazıları yerine getirilmekle beraber Nuruosmaniye Camii avlusunda bulunan bir lahit kapağı, halkın dedikodusundan çekinilerek verilmesi ertelenmiştir. Bu arada sefir ısrarla taleplerini sürdürmektedir. Sefirin isteğini yerine getirmek isteyen sadaret kaymakamı veya sadrazam, bir takrirle Üçüncü Selim’e müracaat eder, çekincelerini belirtir ve taşın doğrudan doğruya cami bahçesinden büyükelçiye verilmesinin halkın dedikodusuna sebep olacağını, bunun önüne geçmek için önce saraya aldırılıp, oradan uygun bir yerden büyükelçiye verilmesini önerir. İşte halkına karşı tuzak kuran sadaret makamındaki zatın bu önerisini kabul eden Üçüncü Selim, lahit kapağının saray avlusunda bulunan İncili Köşk’e getirilmesini ve oradan elçiye teslim edilmesini emreder. Üstelik belgenin üzerinde verevine bulunan yazı, bizzat kendi el yazısıdır. İncili Köşk, Marmara Denizi kenarında olduğundan, oradan bir gemiye yüklenip “ ver elini İngiltere” dendiğini düşünebiliriz.


Belge metni:

Bihi
İncüliye gelsün oradan alsunlar

Şevketlü kerametlü mehabetlü kudretlü veliyyü’n-niam efendim Padişahım
Asitane’de mukim İngiltere elçisi bundan akdem bazı mahalde olan somaki taş parçalarını lede’l-mütalebe Osmaniye Cami-i şerifi avlusunda olan sanduka kapağı parçasının ol taraftan ahzı münasip görülmediğinden te’hir olunmuşidi. Lakin elçi-i mersûm bu defa dahi mahsûs haber gönderip zikr olunan kapak parçasını tekrar istid‘a etmekle vakı‘a cami-i şerif avlusundan aldırılmasında kîl-u kâl derkâr olduğundan ibtida senkpare-i mezkûr ol taraftan Saray-ı Hümayûn’a nakl ettirilip badehu bir münasip mahalden elçi-i mersûm tarafına itası suretine müsaade-i seniyyeleri erzani buyurulur ise emr u ferman şevketlü kerametlü mehabetlü kudretlü veliyyü’n-niam efendim Padişahım hazretlerinindir.

SUÇ İŞLEYİP ALTI YÜZ DEĞNEK YEDİKTEN SONRA HAPSEDİLEN TOSKANALININ AF DİLEDİĞİ MEKTUBU


Sinan ÇULUK

Balıkesir Altınova’da ticaret gayesiyle gezerken alkol müptelası olduğundan çeşitli suçlar işleyen İtalya-Toskana tebaasından Sen Tolile’nin affedilmesine dair mektubu. Suçlarından dolayı Balıkesir ve Altınova’da altı yüzden fazla sopa yemiş, 6,5 ay hapis yatmış, İstanbul’a gönderilmiş, Babıali tomruğunda hapis
yatıyormuş. Bu kadar sopayı yedikten ve hapis yattıktan sonra “artık terbiye oldum, ırzım ve edebimle oturacağım” deyip affını diliyor. Ancak bu belgenin yanında çıkan diğer belgelerden affedilmek bir yana İkinci Mahmud tarafından kürek cezasına çarptırıldığını anlıyoruz.

Belge Metni:

Devletlü, inayetlü, merhametlü, efendim, sultanım, hazretleri sağ olsun.
Arzuhal-i kullarıdır ki. Toskan himayesinde olup Ayazmend tarafında tüccarlık ederken işrete mübtela olup bu sebepten türlü taksirat edip, vakıama mebni ba-mazbata bu tarafa geleli hayli müddet Babıali tomruğunda mahpus olup Ayazmend ve Balıkesir’de altı yüzden mütecaviz değnek yeyüp, üç mahalde altı buçuk mah mahpus olup, ıslah-ı nefs ve te’dip olduğum malum-ı devletleri buyuruldukta merahim-i aliyyelerinden mercudur ki: Her ne kadar cünham vaki ise de fimaba’d ırz [ve] edebimle mukayyed olmak üzere cünha-i vakıamın affıyla mahpustan halas ve azad buyurulması hususuna müsaade-i aliyyeleri erzan buyurulmak babında emr u ferman devletlü, inayetlü, merhametlü efendim sultanım hazretlerinindir.
 
Bende
Toskan himayesinde
Sen Tolile
Kulları