31 Aralık 2016 Cumartesi

MEKKE'NİN FETHİNİ KUTLAYAN SAMİMİ MÜSLÜMANLARA



Mekke’nin Fethini kutlayan samimi Müslümanlara

Yılbaşına alternatif bir kutlama ihtiyacı ile 11 Ocak tarihini 1 Ocak’a almanıza bir şey demiyorum. Şimdilik anlatacaklarım yanında çok önemli değil. Sizlerin büyük çoğunlukla Osmanlı Devleti’ne teveccühünüzün had safhada olduğunu da biliyorum. Osmanlının siyasal, toplumsal ve kültürel anlamda özlemiyle yanıp tutuştuğunuzu beyanlarınızla, eylemlerinizle ifade ediyorsunuz. Ne yazık ki model aldığınız Osmanlı hakkında çok az şey biliyorsunuz. Bildiğiniz şeylerin çoğu da gerçekle alakası olmayan basmakalıp malumat. Mesela Osmanlı zamanında Sultan İkinci Mahmud’a “Gazi” unvanının hangi vesile ile verildiğini biliyor musunuz? Osmanlı zamanında Fransızlar Mısır’ı işgal ettiklerinde Hicaz topraklarındaki Vehhabi Araplar da Osmanlıyı o zayıf zamanında arkadan vurmak için isyan çıkardılar. 1803-1807 arasında Mekke, Medine, Taif gibi şehirleri kanlı bir şekilde ele geçirdiler. Yıllarca Osmanlılar Hacca gidemediler. Vehhabiler geliştirdikleri itikadi sistemde Osmanlılara apaçık müşrik-kâfir yaftasını yapıştırıp, onları cihad edilmesi farz, kanları, malları helal düşmanlar kategorisine soktular. 1813 yılında İkinci Mahmud Haremeyn-i Şerifeyn adı verilen yerleri yeniden ele geçirinceye kadar Hac yolu kapalı kaldı. İşte bu tarihte Vehhabileri bozguna uğratan İkinci Mahmud’a Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin fetvasıyla “Gazi” unvanı verildi. Yani Mekke ve Medine’nin Yavuz Selim’den sonraki ikinci fatihi oldu. Birinci Dünya Savaşı sonunda bu beldeler yeniden elimizden çıktı. İngilizlerle işbirliği yapan Vehhabi Suud ailesinin ayrıca Şerif Hüseyin ailesinin ihanetleri ile oraları yeniden zulmün eline düştü. 


Şimdi soruyorum, ilk işgal 1813’te sonlandırılabildi. 1918’den sonraki işgal ortadan kalktı mı yoksa halen devam mı etmekte? Bu durumda sizler neyin fethini kutluyorsunuz? Hz. Muhammed vaktinde orayı ele geçirmiş ama o iş çoktan bitmiş. Şeyhülislam Dürrizade’nin fetvasında açıkça belirttiği gibi “Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan Müslimini tekfir ve hüccâc-ı zevi’l-ibtihâcın mallarını nehb u gâret ve hacc-ı şerifden men” eden Vehhabiler o zamanki fetvalarından geri adım attılar mı? Yoksa onların nazarında bizler yani Anadolu Müslümanları halen tekfir edilen bir millet miyiz? Buralarını öğrendiniz mi? Her sene on binlerce hacının ziyaretine rağmen halen bizlerin canını, kanını, malını kendilerine helal görüyorlar mı? 


Buraya kadar sıraladığım bahislere hiç kafa yormadığınızı düşünüyorum. Yoksa her yıl sadece yılbaşı kutlamalarını protesto etmek için düzmece bir tarihle düzenlediğiniz Mekke’nin Fethi programlarından elinize ne geçtiğini, nasıl bir şuur sahibi olduğunuzu falan zaten sorguladığım yok. Her şey meydanda zaten. 


İkinci Mahmud’a Gazi Unvanının Verildiği Fetva’nın Çevriyazısı:

Bismillahirrahmanirrahim

Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere şerefehümullahü Teala ilâ yevmi’l-kıyame havalisinde Taife-i Vehhabiyye tesmiye olunur bir taife yedi sekiz seneden beri Haremeyn-i Şerifeyn’e müstevli ve ehl-i İslam iddiasında olup maahaza a’mâl ve ef’âllerini şeri’at-i mutahharaya muhalif ve münâfî ve nice âyât-ı Kur’aniyeye kava’id-i Arabiyye’den hariç re’y-i fasidleriyle ma’nâlar verip tağyîr ve küfrü mûcib i’tikâdât-ı bâtıla ile mu’tekidler olmalarıyla Millet-i İslam’dan hariçde olduklarından maada Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan Müslimini tekfir ve hüccâc-ı zevi’l-ibtihâcın mallarını nehb u gâret ve hacc-ı şerifden men ve ol vechile tarîk-ı hacc mesdûd olduğundan ber-muktezâ-yı şer’-i şerif taife-i merkumenin kıtalleri vacib olduğuna binaen a’zam-ı devlet-i dâreyn ve akdem-i saadet-i menzileyn olan feth ü küşâd-ı Haremeyn-i Muhteremeyn hıdemât-ı mucibetü’l-mefahiratı e’azz-ı metalib ve aksâ-yı mearib-i mülûkâne olmaktan naşi Sultanü’l-Enam ve’l-Müslimin, Zıllullahi fi’l-Alemin es-Sultan el-Gazi Mahmud Han eyyedehullahü Teala bi’n-nasri’l-mübin efendimiz hazretleri kemal-i ikdâm ve ihtimam buyurup beldeteyn-i müşerrefeteyn ve bâ-husus Darü’n-Naim olan Ravza-i Mutahhara-i anber-şemîm-i Hazret-i Seyyidü’l-Kevneyn’i ba’de’l-muharebe ve’l-mukatele ol Taife-i Hariciyye eyadi-i menhûselerinden tahlîs ve şer-i fesâdlarından te’min ile tarik-ı hacc-ı şerifi küşâd buyurmalarıyla «men cehheze gaziyen fi sebilillahi fekad gaza» [Buhari, Cihad] hadis-i şerifinin mantuk-ı münifi üzere gazi ve hadimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn oldukları şer’an mütehakkık olmağla binaenaleyh evamir ve mehafil ve menabirde nâm-ı nâmî-i şâhâne ve ism-i sâmî-i tâcdârâneleri gazi unvanı izafesiyle yâd ve tavsîf kılınmak emr-i meşrû’ ve müstahsen olur mu. Beyân buyurula…

el-Cevâb Allahü Alem
Olur

Ketebehü’l-Fakir Dürrizade es-Seyyid Abdullah
Ufiye Anhümâ


25 Aralık 2016 Pazar

GAVURA GAVUR DİYEREK DİKİLEBİLMEK

Geçenlerde (29 Kasım) yaptığım bir paylaşımın son cümlelerini naklediyorum. «Bu topluma Tanzimat sonrasının gerçek Osmanlılık ideolojisini benimsetmenin tarihi şartları ortadan kalkmıştır ama varsayalım 19. yy. dinamikleri bugün mevcut olsa Türk-İslam ağırlıklı bugünkü topluma o devrin anlayışını dayatmak "dinsizlik cereyanı" kadar ağır gelecektir. Yavaş yavaş o şartları bugüne taşıyacağım.»
Bu satırları yazmamın üzerinden hafta geçmeden Numan Kurtulmuş şöyle konuşmuş… "Bizim bu bağımsızlık meselesini ciddiye almamız lazım. Bizim için bağımsızlık gâvura 'gâvur' diyerek karşısına dikilebilmektir"
Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan “gâvura gâvur denmeyecek” ilkesini bizim zamanımızda ilkokul müfredatına almışlardı. Numan Kurtulmuş da bundan “vareste” değildir. O da bunu biliyor mutlaka. Ama kalkıp da “gâvura 'gâvur' diyerek karşısına dikilmekten" söz ediyorsa işte ilk paragraftaki hükmümün tecellisi karşımızda demektir. Neo-Osmanlıcılık denen toplumsal halet-i ruhiye Tanzimat’ta ihdas edilen Osmanlıcılıktan nefret eder aslında. Bünyesi o devrin şartlarını kaldıramaz, muhtevasıyla fikren ve zikren uyum sağlayamaz. Bu durumda nasıl ki yıllarca şeriat isteriz diyemeyenlerin Adil Düzen, Milli Görüş markaları koydukları fikirler siyasi platformda çarpıştıysa, bugünkü Neo-Osmanlıcıların da dillerindeki Osmanlı asla benimsedikleri Osmanlı değildir.
Bu konuyu ara sıra örnekli, tasvirli ele almak gerekiyor.

HATIRALAR BAHÇESİNDEN

1980’lerin başında serbest olan çok az şeyi sıralamak yasakları sıralamaktan daha kolay olur. Mesela konferans ve paneller yasaktı. 1984-85 senelerinde ürkek, çekingen organizasyonlar görülmeye başlandı. Bunlara ilgi beklenilenden fazla oluyordu. Bu sıralarda BİLSAK kuruldu. Harbiye Kenter Tiyatrosu’nda paneller düzenlenirdi. Sonradan kendi yerine taşındı. Ücretliydi bu paneller ama bilet bulmak, izdihamdan girmek çok zor olurdu. Uğur Mumcu, Abdurrahman Dilipak gibi her cenahtan panelistler kıran kırana tartışırlardı. Gazeteci yazar-çizer takımı da çok rağbet gösterirdi. Bir keresinde Kenter Tiyatrosu’nun balkonunda ayakta kalan Nazlı Ilıcak’a yanımdaki çocuk yer vermişti de yan yana paneli izlemiştik. Hayatta ilk ve son defa cüzdanımı da o panellerde çaldırdım. Tiyatronun merdivenlerinden izdiham ile çıkarken arkamda boynunda kibar bir fuları, elinde küçük sepeti olan yaşlı, entelektüel görünümlü bir kadın belirdi. Elindeki sepeti iki üç kere arkama doğru çarptı. İlkinde dönüp baktım, sonrakilerde umursamadım. O arada benim kot pantalonun arka cebindeki cüzdanı çekmekle meşgulmüş hanımefendi. Dışarı çıkar çıkmaz hemen fark ettim ama giden gitti. Mavi kart dâhil paralar uçtu. Öğrencinin cüzdanı ne olacak ki, kleptomandı galiba. Şimdi adını vermeyeyim, bizim gibi yurtta kalmayıp ailesiyle yaşayan bir arkadaşım vardı yanımda. Nasılsa eve gidecek diye son parasını söyleşi biletine yatırmış, sadece mavi kartı bir de birkaç İETT bileti vardı. Neyse ki o bileti aldım da beş param olmasa da yurda dönebildim.
Ben aslında A. Dilipak'ın o panellerde söylemekten en çok zevk aldığı bir mottoyu hatırlatmak istemiştim ama laf uzadı, onu da yakında yazarım.

MUKABELE-İ Bİ'L-MİSL

Haberleri izlemeden önce TBMM Başkan vekili Ayşenur Bahçekapılı'ya havaalanında Almanların yaptığı muamelenin Türkiye'ye, devletine ve milletine hakaret içerdiğini düşündüm. Nefretle karşıladım. Sonra dinledim ki Sayın Bahçekapılı ablası hanımefendi ile birlikte seyahatteyken çantasını çaldırmış ve diplomatik pasaportu da bye bye demiş. Konsolosluktan geçici pasaport alarak havaalanına gelmiş ve bunun üzerine o muamele olmuş. Bahçekapılı diyor ki "Alman polisler bana kötü muamele ettikten sonra konsolosluğa ulaşamadım". Yani o durumda bile yanına bir konsolosluk görevlisi refakatçi almamış. Bu hikayede birçok karanlık husus var, Meclis Başkanvekililinin bu durumlara düşmemesi lazımdı. Lafı kısa keseyim. CB. Muhtarlar toplantısında aynısını Almanlara yapmaktan bahsetti. "Mukabele-i bi'l-misl" diplomasinin önemli kavramlarından, kısaca misilleme diyelim. Misilleme yapabilmek için burada da aynı şartları haiz bir olay bulmak lazım. Yani mesela Bayan Merkel ablasıyla ülkemize geldiğinde diyelim ki çantasını çaldıracak, bir şekilde kaybedecek, içinde pasaportu da gidecek ve elçiliğinden aldığı geçici pasaportu ile havaalanına gelecek. Bu akla zarar ihtimali hadi oldu varsayalım. İşte o anda misilleme yapabilirsin. Onun haricinde diplomatik pasaportu ile bizim havaalanlarından birine gelmiş bir Alman veya AB üyesi herhangi bir ülkenin diplomatına bu muameleyi yapmaya kalktığın anda olabilecekleri düşünmek istemiyorum.

İSLAMİ İKTİSAT NASIL BİR ŞEY

İslamın iktisadi sistem olmak iddiası yoktur. Öyle bir altyapısı da yoktur. İslam bir inanç manzumesi olarak iktisada bakışını haram-helal noktasından ileriye taşımaz. Bütün iktisat geyiği burada döner. Ötesi yoktur, iktisadi analiz yapmaya niyeti de yoktur. Teori aklının almadığı bir şeydir. Zaten Araplarda da çöl kervanlarından ibaret ticari anlayışın boyutları kendilerine göre yeterlidir. Ötesine ne ihtiyaç var. Şam'ı çok seven Muaviye ve Emeviler burada paranın kokusunu aldıkları için kaldılar. Bakın bakalım, para pul işleri kimlerin elinde o zamanlar. Emeviler bu işleri kimlerden öğrendiler. Bütün para pul, vergi tahsilat işlerini Emevilerin istihdam ettiği Doğu Roma İmp görevlisi aile yürüttü. Mansur b. Sercun ailesi kimmiş bir araştırmak lazım. Bu Melkit hristiyanı aile Emevilerden sonra Hristiyanlığın son kilise babasını çıkardı ve İslama okkalı ilk reddiyeyi o yazdı. Devletin resmi yazışma dili o zamanlar Grekçe idi. İslamda kullanılan Mali yılın adı bile Rumi. Ay adları Rumi, Süryani.

OSMANLININ HRİSTİYAN SUBAYLARI

Harbiye Mektebi’nden 1912 Nisan ayında mezun olan Osmanlı tebaası yedi genç Hıristiyan subayın fotoğrafları ve memleketlerini aktarıyorum. Alt paragraftaki ibareler oldukça anlamlı. 

«Yalnız Osmanlıların olan Osmanlı memleketi, sine-i müşfikânesinde yetiştirdiği, büyüttüğü, nimet-i hayâtın kâffe-i mehâsini ile nemalandırdığı evlâdı tarafından evet, bilâ tefrik-i cins u mezheb, zâde-i tabiat ve fıtrati olan bütün Osmanlı yavruları tarafından müdafaa edilecektir.»



JURNAL TEKNİKLERİ


Bir kasabalı İstanbullu biriyle tavla oynarken adama "mızıkçı" demiş. Kasabalı oyundaki gıcık tavırlarını arttıran İstanbulluya patlamış ve "bütün İstanbullular mızıkçıdır" diye kestirip atmış. İstanbullu hiç vakit geçirmeden kasabanın telgrafhanesinden saraya çektiği telgrafla kasabalıyı padişah hakkında "tefevvühat-ı leimane"de bulundu diye jurnallemiş. "Padişahın aleyhine kötü söz söyleme" anlamına gelen bu teknik tabir bir jurnalde yer alırsa öncelikli olarak soruşturulurdu. Araştırılmış ve jurnalcinin meramı anlaşılmış. Meğer "bütün İstanbullular mızıkçıdır" demekle İstanbullu olan İkinci Abdülhamid de mızıkçı oluyormuş. O yüzden jurnallemiş. Nasıl teknik ama... (Mehmed Tevfik Biren'in Hüdavendigar Valiliği zamanından bir anısı.)

BU LİSAN OSMANLICADIR… DEMEKTE İNAT EDENLER KİMLERDİR?

“Türk Sözü”dergisinin 4 Temmuz 1914 tarihli 7. sayısında Ömer Seyfettin’in dikkat çekici bir makalesi bulunuyor. Bundan önceki sayılarda da “Osmanlıca Değil Türkçe” denmesi gerektiğine dair birkaç yazısı mevcut. Bulabilenlere okumalarını tavsiye ederim. Sadece şu paragrafı iktibas ediyorum ki bu yazıdan 102 yıl sonra bile "Osmanlıca değil Türkçe" diyemediğimiz bir dilimiz var. İbret olsun. (İlk satırdaki “devlet ve milletin ayrı ayrı şeyler olduğu” vurgusunun devletin adı Osmanlı, dili de Osmanlıcadır diye itiraz edenlere yönelik olduğunu hatırlatmak isterim. Ömer Seyfettin o tarihlerde Anadolu’ya Türkiye yerine coğrafi olarak “Turan” adını veriyordu.)
BU LİSAN OSMANLICADIR… DEMEKTE İNAT EDENLER KİMLERDİR?
Devlet ve milletin ayrı ayrı şeyler olduğuna akıl erdiremeyenler, eski ve kurun-ı vustaî (ortaçağa özgü) medrese ulûmunda (ilimlerinde) hakikat arayanlar, fenne efsane nazarıyla bakanlar ve bir de Türk Milleti’nin içtimaî ve terbiyevî vahdetini (sosyo-kültürel birliğini) çekemeyenlerdir. Evvelkiler cahil, fakat sonuncular âlimdirler. Ne yaptıklarını bilirler. Maksatları Türk Milleti’ni inkâr etmektir. Bunun için evvela lisânı inkâr ederler ve Türk dilini: «Osmanlıca, Çağatayca, Azerbaycanca, Karabağca, Özbekçe, Kırgızca, Şimalce, Cenupça, Kırımca, Tatarca» gibi parçalara ayırırlar. Hâlbuki bunlar ayrı bir lisan değil, birer lehçedir ve hepsi Türkçedir. Hele Rus âlimleri rahatça yutmak için Tatarları lisanca Türklükten ayırmağa son derece çalışırlar.


BÜTÜN DÜNYA ŞAİRLERİNE

30 Ağustos 1922 zaferine giden yolda, bitmiş, tükenmiş, yeniden doğrulmaya çalışan bir Türkiye ortamında yayınlanan Aydınlık gazetesinde rastladığım şu şiir ilginç geldi. Şairi belli değil ama Yaşar Nezihe Hanım’a ait olması muhtemel…
BÜTÜN DÜNYA ŞAİRLERİNE
Genç şair!. «Sevda»dan hâlâ bıkmadın,
Hâlâ dudağında aşk, buse, kadın,
Bu çılgınlıklardan çek kalemini
Sen de haykır amele elemini.
Şaklarken bir yanda ölüm kırbacı,
Senin terennümün bilsen, ne acı!
O terennümün ki: Hasta şuursuz…
O terennümün ki: Bulanık, nursuz…
Öyle sızlatıyor ki içimizi,
Tiksinme geliyor okurken sizi.
«Aşk»ı bıraksanız ey genç kalemler!
Yaşadığımız şu tarihî demler
Ruhunuza ateş, heyecan verse!.
Kalemlerinize biraz can verse!.
Sevda, kadın, buse… Bir günlük hisler!.
Yurdun ufkundaki karanlık sisler
Dağılsın, sonra siz yazın, haykırın!.
Kaleminizi, (aşk, aşk) diye kırın!


İKİ KADERSİZ KADIN-FEHİME SULTAN, YAŞAR NEZİHE


Geçmiş hayatların hapsolunduğu fotoğrafların günümüze yansıttıklarının ne kadarını doğru yorumlayabiliyoruz.
1880 doğumlu Yaşar Nezihe Hanım ilk sosyalist kadın şairimiz. Birkaç versiyonu olan “Bir Mayıs” şiiri ile ünlü. Uzun süre unutulsa veya kendini unuttursa da merhametsiz bir hayat çizgisine rastlamasına rağmen hayata tutunmuş, kendini kanıtlamış ve bugün saygıyla andığımız, kitapları, eserleri ortada olan bir değerimiz. İlginçtir başörtüsünü hiç çıkarmamış. 1945’te Taha Toros’a armağan ettiği fotoğrafında da öyle mesture bir hali var ki insanı şaşırtıyor.
1875 doğumlu Fehime Sultan, babası Beşinci Murad tahttan indirildiğinde 1 yaşındadır. Kadersiz hanım sultan, ailecek kapatıldıkları Çırağan Sarayı’nda 1901’e dek hapis hayatı yaşar. Sarayın dışını ilk defa, evlilik için Yıldız'a nakledildiğinde görür. O devir için evde kalmış sayılacak yaşa gelinceye kadar amcaları Abdülhamid tarafından diğer kız kardeşleriyle birlikte evlendirilmezler. Hanedan’ın yurtdışına sürgününde Nice şehrine yerleşirler. İkinci kocası bütün parasını alıp sırra kadem basar. Son Halife Abdülmecid, hanedanın Mecidî koluna olan nefretinden dolayı yeğeniyle ilgilenmez. Fehime Sultan emektâr ve vefakâr zenci dadısının gündüzleri dilenerek akşamları getirdiği üç-beş kuruşla hayatını sürdürmeye çalışır. Vereme yakalanır ve 1924 yılında çektirdiği bu fotoğraftan beş yıl sonra acı hayatına veda eder.
Fotoğraflarda ana hatlarıyla anlattığım dramın ne kadarını görebildiniz?



MÜHTEDİYE NAHİDE HANIM

Mağdurîn-i siyasiyeden Mustafa Bey’in mühtediye eşi Nahide Hanım’ın arzuhalini görünce bir daha düşündüm... Galiba bu ülkenin siyasi mağdurları hiç bitmeyecek. Eski bir mesele ve sürekli yenileniyor…Bir ara şu mektubun transkribesini veririm de şimdilik özetleyeyim. Kadıncağız Nahide Hanım, ihtida ederek evlendikten sonra kocasını İttihat-Terakki devrinde iki defa Sinop'a sürmüşler. İki defa nuzül isabet ettikten sonra vefat etmiş. 75 kuruş maaşla kala kalmış. Mühtediye olduğunu ısrarla vurguluyor ki yardımcım yok, yalnızım, bu maaş yetmiyor diyor ama istediğine nail olamıyor. Allahtan pul parası varmış, yoksa pulsuz dilekçeyi işleme bile koymazlardı.



DARÜLFÜNUN-ZİYA GÖKALP

DARÜLFÜNÛN
Diyorsunuz hükûmetin idârî
Velâyeti fenlere de şâmildir.
Ben derim ki idâre her hüneri
Bilmez, çünkü mütehassıs değildir…
Salâhiyet, mansıp gibi yukardan
Verilmez hep ihtisasla alınır…
Hiçbir âlim nüfûzunu hünkârdan
Almaz gerçi ondan alır her nâzır…
Bir müderris ya ilmiyle taayyün
Eylemiştir, sizden ta’yin istemez.
Yahut ilmi etmemişken tebeyyün
Edersiniz ta’yin, kalır bir çömez!...
Bırakınız bunlar kendi kendine
Seçilsinler, siz seyirci kalınız,
İlmi verin âlimlere, siz yine
Ele mülkün dizginini alınız.
Darülfünun emirlerle düzelmez,
Onu yapar ancak serbest bir ilim,
Bir mesleğe hâricinden fer gelmez
Bırakınız ilmi yapsın muallim!...
Ziya GÖKALP

LA REVOLUTION

Yeni Osmanlıların Revolution/İnkılab gazetesinin başlığı. O tarihlerde Demokrat Müslümanlar nasıl ses veriyormuş! Başlığın sağ tarafında yazılı Şuara 227. ayetin sonu ile. "Ve se ya’lemullezîne zalemû eyye munkalebin yenkalibûn / Zulmedenler hangi akıbete uğrayacaklarını göreceklerdir." Bir de bunun Fransızcasını sola yazmışlar. Bunlar ilk devrimcilerimiz. Bu adamlara o zamanlar bir çok şey diyorlardı da bilselerdi "gomonist" derler, başka bir sıfat aramazlardı.



CUMHURİYETİN KUL HAKKI YEMEYENİNİ SEVERİM

Yanarım, yanarım da şöyle ağız tadıyla kutlayamadığım Cumhuriyet Bayramı'na yanarım. Ağzının tadı ne zaman gelir diye soracak olursanız söyleyeyim. Toplumda eşitlik, dayanışma, liyakat, özgürlük önem kazanırsa, her şeyden önce "adalet, adalet, adalet" ana ilke olursa tadından yenmez. Kardeşlik gibi zorlama istekler olmasa da olur... Yeter ki düşmanlık olmasın. Bir de insanların büyük çoğunluğunda eskiden var olduğunu görüp tespit ettiğim haysiyet, şeref gibi kavramları da yeniden kazanmalıyız. Eskiden de şerefsizler vardı ama günümüzdeki kadar baş tacı edilmiyorlardı. Çoğunlukla itilip kakıldıklarından hadlerini biliyor, ulu orta öne atılıp racon kesmiyor, kendileri gibi sefih mahlukları bulup bir araya gelerek en fazla külhanbeyilik sanatını icra ediyorlardı. Şimdi revaçta olduklarına baka baka bunları örnek alan gençlere ne söyleyebilir, ne kadar inandırıcı olabiliriz. İnanan, inanmayan kim olursa olsun galiba herkesin ortak ideali olabilecek bir orta yol mevcut; Kul hakkı yememek. Kutlamalarda dillere pelesenk olan "Cumhuriyet bizleri kula kul olmaktan kurtardı" demekle övünüyoruz ama "kul hakkı yemede sakınca görmeyen" sistemden bir türlü kurtulamıyoruz. Ben Cumhuriyetin kul hakkı yemeyenini severim.

SİYAH-BEYAZ FOTOĞRAFLAR



Sahaf festivalinde bir miktar fotoğraf denk getirdim. İyi oldu. Ara sıra paylaşacağım. Şu fotoğraf mesela... Yıl 1917, çocukların hali geleceğin Türkiye'sinin ipuçlarını veriyor değil mi? İsimler ilginç, İsmail Kemal, Beraet Kemal... Yüzyılın başında soyadı alışkanlığımız(!) yokken ismin sonuna babanın adı getirilirdi. Bir Türk muhiti olan ama Soyadı Kanunu dışında kalan Kıbrıs'ta da bu usul son yirmi yıla kadar geçerliydi. Bu fotoğraftaki çocuklar da babalarının ismiyle anılıyor muhakkak. İsmail ve Beraet.. Tabi aklıma bunların Arnavut oldukları da gelmiyor değil... İsmail Kemal ve Berat bu çağrışımı yaptı.




MUTLU ZAMANLARIN FOTOĞRAFI

Bazen hangi değerlerimizi yitirmişiz diye sorunca en iyi cevabı eski fotoğraflarda buluyorum. 1968 yılında İskenderun stadında bir maçta alınmış şu fotoğrafa bakınız. İnsanlar mutlu yahu... Üstelik ayrı gayrı yok, herkes bir arada, hep birlikte mutlu. Maça bile kravatlı gelenler, ceket omuzunda bıçkınlar, çoluk, çocuk, kız, kızan, teyzeler, ablalar... Şu tablo geri gelir mi bir daha?



ÜMMETÇİLİKLE NASIL OLACAK

İslam Ümmeti diye adlandırılabilecek bir olgu var mı ortada? Ne gezer!. Her kafadan ayrı ses çıkaran Sünni, Şii, Harici, Selefi, Vehhabi, İsmaili, Kadiyanî ana kollar yetmezmiş gibi binlerce tarikat, cemaat, topluluktan tek bir ses çıkar mı? Çıkmaz tabi. O yüzden neyin peşinde oldukları da belli değil. Kimi devlet sadece kendi kabilesinin istikbalini sağlama derdine düşmüş. İran gibi mezhep ideolojisiyle bambaşka bir kimlikte hareket edeni de var. Kimilerinde sadece yönetici sınıf, oligarşik katmanlar için devlet örgütü mevcut. Halkın en ufak bir haysiyeti yok. Demokrasi, insanlık değerleri falan hikâye… Zaten bunlara devlet demeye bin şahit ister. Emperyalizmin kucağına oturup oturup bize posta koymayı marifet biliyorlar. İyi de bize ne oluyor. Biz neyiz? Ulus-Devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin fertleri olan Türk Milleti miyiz yoksa İslam Ümmetinin sınırlarımız içinde yaşayanlarının meydana getirebildiği İslam Devleti miyiz? Fazla uzak görünmeyen, yakın bir gelecekte çıkması ağır basan topyekûn bir savaşta ne adına savaşacağız. Bayrağını, İstiklal Marşını, sınırlarını, devletin kurucularını kıyasıya eleştirenlerle, tartışmaya açanlarla, bu değerleri zayıflatanlarla hangi asgari müşterekte buluşulabilecek. Bu değerleri zayıflatan, tartışmaya açan, hakaret eden adamlar mı bizi bir bayrağın altında toplanmaya, vatan sınırlarını savunmaya çağıracak. İslamcılık ideolojisi bayrağı, vatan sınırlarını tanıyor mu ki? Ne olacak, gerçekten nasıl olacak?

ANADOLU'NUN YETİM YAVRULARINA

Balkan Harbi'nde canını kurtarabilenin akın akın kaçtığı zamanlardan itibaren Anadolu'da kan, acı ve gözyaşı devri hüküm sürdü.
Adeta "matemi dinmeyen gam diyarı" haline gelen bu bahtsız memleketin yüzü gülsün, bir daha böyle şiirleri yazacak hissiyata sahip şairleri, gözü yaşlı boynu bükük yetimleri olmasın.
ANADOLU’NUN YETİM YAVRULARINA
matemi dinmeyen gam diyarında
gözleriniz yaşlı, boynunuz bükük
hayatınız daha ilk baharında
neden size oldu çekilmez bir yük?
ey hazin çehreli yetim yavrular,
ne çabuk düştünüz hicran yoluna
burada sizleri kim arar, sorar?
buradan gidilir hüsran yoluna
şefkat umduğunuz bu hissiz ilde
size açılacak kaç kucak vardır?
hâlâ neşvesiyle çıldıran belde
kaç yetim gözünü silmeye kâdir?
ruhum ıstırapla titrerken size
bir teselli olsam mateminize
derdim yaşamamın hikmeti varmış,
insan olan yetim kalbi sararmış!
337-Haziran [1921]
Şükufe Nihal


19 Aralık 2016 Pazartesi

FOSSATİ'NİN GÖZÜYLE
Ayasofya'nın kıblle yönündeki sol minaresine 1846 yılında çıkan Mimar Fossati gördüklerini böyle çizmiş. 360 derecelik bir panoramanın bu paftası; Üçüncü Ahmed Çeşmesi, Topkapı Sarayı Gülhane Bahçesi, Bab-ı Hümayun'un sağ tarafı, Sur-ı Sultani'den aşağı doğru İshak Paşa Mahallesini kapsamaktadır. Bu resim, belgesel nitelikte olsa da bazı nispetsizliklerle malüldür. Karşıda Selimiye Kışlası, Kadıköy, Moda kıyıları, en ileride Adalar gözler önündedir. Tanzimat Fermanı olarak yanlış adlandırdığımız Hatt-ı Hümayun, 1839'da işte bu bahçede okunduğu için Gülhane Hatt-ı Hümayunu adını almıştır. Günümüzdeki Gülhane Parkı'nın tarihi Gülhane ile alakası yoktur ama Tanzimat Müzesi'ni oraya kurmuşlardı. Gülhane Askeri Tıp Akademisi olarak tarihten gelen adını kullanan GATA, bahçenin Sur-ı Sultani adı verilen saray duvarlarına yakın kısmında yer alıyordu. Hepsi tarihe karıştı...

14 Kasım 2016 Pazartesi

ÇIRÇIR YANGINI ARDINDAN KONSER VE TİYATRO

Fatih’te Kıztaşı’ndan uzanıp Çırçır semtini de içini alan bölgede 1908 yılı 23 Ağustos’unda büyük bir yangın meydana geldi. Yaklaşık 1500 evin yandığı bu felaketin ardından yapılan şehircilik faaliyetleriyle Kıztaşı anıtının etrafı binalardan temizlendi ve oluşturulan meydanın ortasında bırakıldı. Ayrıca bugünlerde nargilecilere ev sahipliği yapan Atpazarı da büyük bir pazar alanı şeklinde düzenlendi. Tabii ki binlerce insanın etkilendiği bu felaketin ardından sosyal yardımlaşma ve dayanışma etkinliklerinin düzenlenmesi de ihmal edilmedi. 


Bunların en önemlisi günümüzün İstanbul Üniversitesi olan devrin Harbiye Nezareti bahçesinde verilen konser ve tiyatro gösterileriyle iane/yardım toplama etkinliğidir. İlginç olan husus bu tarihte padişah olan İkinci Abdülhamid’in hem Muzika-i Hümayun’un hem de şehzadelerden birinin bu etkinliğe katılmalarına izin vermesi olmuştur. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın Osmanlı devrindeki adı Muzika-i Hümayun’dur. Aynen batı monarşilerinde olduğu gibi Kraliyet Orkestrası niteliğindeki bu orkestra batının ünlü bestecilerinin eserlerini icra eder. O akşamki orkestrayı Miralay Zati Bey yönetecektir. Ayrıca bunların maiyyetinde bir de “Devlet Tiyatrosu” hükmünde tiyatro grubu da bulunmaktadır. Demek ki hem konser hem tiyatro ile böylesine acı bir felaketin ardından kitlelerin yanan yüreği serinletilmeye çalışılmıştır. 

Şimdilerde böyle bir felaket olsa zinhar ve zinhar konser verilemez, tiyatro sahneye konulamaz zannederim. Mutlaka bir etkinlik yapılacaksa da sadece hatim indirilir, Cuma günleri camilerde para toplanılırdı herhalde. Devlet Tiyatroları ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na yönelik acımasız darbelerin aslında hangi köklere de indirildiğini göstermek açısından önemli bir belgedir. 


BELGE:

SADARET-İ UZMA MEKTUBİ KALEMİ
6 Şaban 326/20 Ağustos 324/[2 Eylül 1908]
HARBİYE NEZARETİ CELİLESİNE elden

Ağustos’un yirmi dokuzuncu Cuma günü akşamı Daire-i Harbiye meydanında Çırçır harikzedegânı menfaatine mahsus olarak itası mukarrer olan konsere Devletlü Necabetlü Efendiler hazeratından birinin lütfen teşrifleri ve Musika-i Hümayun muallimi Miralay Zati Bey’in kumandasında bulunan musika bandosunun ve mumaileyhin maiyetindeki dram takımının mezkûr konsere iştirâki hususlarında istid’a-yı müsaade-i seniyye-i Mülûkâne’yi mutazammın tezkire-i devletleri lede’l-arz Musika-i Hümâyûn-ı Mülûkâne’deki tiyatro takımına izin verilmiş olduğu cihetle zikr olunan konsere Miralay Zati Bey’in idaresinde bulunan musika bandosunun iştiraki ve Devletlü Necabetlü Efendiler hazeratından birinin dahi konsere azimetleri makrûn-ı müsaade-i seniyye-i cenâb-ı Hilâfetpenâhî buyurulduğu Mabeyn-i Hümâyûn-ı Mülûkâne Baş Kitabet-i Celilesi’nden bâ-tezkire-i hususiye cevaben iş’âr kılınmış olmağla icrâ-yı icabına himmet buyurulması…


22 Ekim 2016 Cumartesi

ARŞİV ENSTİTÜSÜNE DOĞRU

Türkiye’nin idari tarihinde yönetim birimlerinin birkaç yüzyıl devşirme-kapıkulu sınıflarına münhasır oluşunun tarihi gelişimi yeterince incelenmemiştir. Devlet-i Aliyye’yi kuran hakim sınıf olan Türklerin “idraksiz”liklerine dair zamanla üretilen deyimler bir vakıa olarak karşımızda durmaktadır. Üstelik Osmanlı devrinde bir kısım Türk köylüsü dahi kendilerine Türk sıfatı ile hitap edildiğinde “estağfurullah” nidalarını yükseltmekteydiler. Ulus devlet olarak hayatiyetini sürdüren Türkiye Cumhuriyeti’nde, bugün de “kendini öncelikle Türk olarak nitelendirenlerin” sayısının yapılan anketlerde azaldığı belirtilmektedir. Bu noktaya nasıl gelindiği sosyoloji ve sosyal bilimlerin tümünü ilgilendiren bir konudur. Ne var ki ülkemizde yıllardır iş başında bulunan teknokrat ve mühendis hükûmetleri, sosyal bilimler sahasındaki araştırma ve çözümleme eksikliğinin bu topluma verdiği zararların büyüklüğünü anlayamadılar. Bu topraklarda bulunuş gayesinden uzak, geleceği yok edilmeye çalışılan, kendine biçilen roller haricinde sesi çıkmayan bir cemm-i gafir oluşturuldu.

Cumhuriyet′in ilanının hemen akabinde 12 Kasım 1924’de bu ülkede Türkiyat Enstitüsü kuruldu. Prof. İlber Ortaylı’nın tabiri ile “o yıllarda tahılla beslenen bu ülke” Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi, sosyal, siyasal alanda yapacağı çalışmalar ve yetiştireceği dimağlarla, bu topluma çok şey kazandırması beklenen kurumları inşa etti. Emperyalizme savaş vererek kurulmuş bir ülkenin çocuklarından beklenen, tabiî ki tam bağımsız ve ülkenin istikbalini şekillendirecek milli şuura sahip çalışmalardı. Maalesef beklentileri boşa çıkaran, farklı rüzgârların savurduğu fikirlerle Marksizmin kalesi olmuş eğitim kurumları, Türk Tarihi′nden başka her ulusun, bilhassa Bizans ve eski Anadolu medeniyetlerini ihyaya çalışan bir Tarih Kurumu, yaşayan Türkçemizi unutturan, ana lisanımızı değiştirmeğe çalışan bir Dil Kurumu karşımıza çıktı. Bunların tahribatı herkes tarafından fark edildiğinde iş işten çoktan geçmişti.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra bu kurumlar neredeyse yeni baştan teşkilatlandırıldığında akademik yapıya YÖK eliyle yeni bir çehre kazandırıldı. Devlet-i Aliyye geleneğinde bile vesayet altında olmayan yüksek eğitim ve öğretim, YÖK devrinde bilimsel gerçeklik ve özerkliğine vurgu olmadığından, universal karakteri dış dünyada kimseler tarafından ciddiye alınmayan, lise sonrası “yüksek liselere” dönüştürüldü. Gelinen durumda araştırma ve projeleriyle bu toplumun ufkunu açacak, bilimsel sıçramayı gerçekleştirecek bir noktadan çok uzaktayız. Üniversitelerimizden hiçbirisi, dünya bilimsel yayın istatistiklerinde ilk 500′e giremiyor. YÖK′ün resmi internet sitesinde “2005 yılında devlet+vakıf üniversiteleri tarafından yayımlanan yayınların alanlara göre dağılımı” diye bir liste mevcut. Buna göre 77 adet devlet ve vakıf üniversitesinin toplam 18855 adet yayınının 9225′i Fen Bilimleri, 8505′i Sağlık Bilimleri, 642′si ise Sosyal Bilimler alanında gerçekleştirilmiş. 2005 yılının tüm akademik yayınlarının sosyal bilimlere ait kısmının sadece yüzde 3.5 gibi akıl almaz bir düzeyde oluşu, sosyal çelişkileri tahrik edilerek karıştırılmak istenen bir ülke bunu hak ediyor mu diye düşündürüyor. Yine aynı sitede yer alan YÖK′te mevcut tezlerin (kapsadığı yıl aralığı verilmemektedir) istatistiklerinde daha da ilginç sonuçlara ulaşıyoruz. 62101 adet yüksek lisans tezinin 1238′i, 16680 adet doktora tezinin 343′ü tarih dalında yapılmış. Tarih üzerinden uluslararası hesaplaşmaların yürütüldüğü coğrafyamız için ne muazzam rakamlar!. YÖK kanununun rektör seçimine dair esaslarından faydalanan tıp fakültelerininin akademisyen sayısının üstünlüğü sebebiyle, birçok üniversitenin yıllardır Tıbbiyeli rektörler tarafından idare edilmesi, bizzat YÖK başkanı Doğramacı′dan itibaren YÖK′te Tıp ve Mühendislik kökenli rektörlerin hakim olması bunda etkili olmuş olabilir. Sosyal bilimler üvey evlat muamelesi görüyor, ama bu ülkenin strateji belirleyen kurumları ne yapıyor, ihtiyaçlarımızı nasıl belirliyor.

Coğrafyamız üzerindeki emperyalist emellerin gün geçtikçe kuvveden fiile geçtiği günümüzde, vaktiyle terkettiğimiz bölgelerle irtibatımızı kesip, içe dönük bir hayat yaşamamızdan dolayı hala sıkıntıdayız. Batı dünyası en büyük rakibi olan bizleri yüzyıllarca tahlil edip, bilgi dağarcığına ilave ettiği malumatı emperyalist politikalar uğruna kullandı. Bunun için “Dil oğlanları” mektebinden başlayarak “Oryantalizm” diye müstakil bir disiplinle neticelenen uzun soluklu bir faaliyet yürüttüler. Lawrence’nin Arapça’yı lehçe farklılıkları ile ne kadar iyi bildiğini tekrara gerek yok. Ama bu sayımızda Abdülkadir Altın’ın çeviriyazısını verdiği belgeye bir kez daha bakarsak, Mısır’ın Fransızlar tarafından saldırıya uğradığı dönemde, İngiliz Donanma Komutanı olan William Smith’in de Türkçe üslup ve yazıya ne kadar hakim olduğunu görebiliriz. Demek ki bir bölgede bir iddia sahibi olabilmek önce malumat sahibi olmaya bağlı. Bizler TC. sınırlarını korumayı öyle bir iş edindik ki, aslında sınır muhafızlığının tarihi doğal sınırlarımızdan başladığını göremez olduk. S.S.C.B. nin dağılmasıyla Bosna′dan başlayıp, Çeçenistan, Cezayir, Tunus, Somali, Afganistan, İran ve Irak′ta devam eden ve belki yıllarca sürecek “BOP” projesini kapsayan bu coğrafya ile irtibatımız ne alemde. Bu sıkıntıları gidermek ve ufuk açmak için kurulduğu söylenen TİKA gibi bir kuruluş neden “Deniz Feneri Derneği” gibi çalıştırılıyor.

Son zamanlarda ülkemizde de Amerika′daki “think tank” kuruluşları gibi, uluslarası ilişkiler ve dış politika stratejileri geliştiren “düşünce enstitüleri” görülmeye başlandı. Bunların mevcudiyetine bir itirazımız yok ama gözden kaçırılan bir hususu vurgulamamız gerekir. Yılların ihmali ile bizim uluslararası antlaşmalardan doğan haklarımızı temin edecek bir veritabanı oluşturulmadı. En basitinden Kıbrıs′ta ve Ege adalarında, Londra ve Lozan Anlaşmalarından doğan haklarımızın çoğunu elde edemiyoruz. 1878 Berlin Anlaşması′nda zikredilmediği için Lozan Anlaşması′na kadar elimizde tuttuğumuz, Avusturya′nın oldu-bittiye getirip işgal etmesine diplomasi ile mani olduğumuz Romanya′daki Adakale örneği ortadadır. Burada arşiv ve anlaşma kullanılarak diplomasinin gereği yerine getirilmiştir. Baltalimanı Ticaret Anlaşması ile ülkemizdeki İngiliz tüccarlara nasıl perakende ticaret hakkını kaptırdığımız biliniyor. Prof. Mübahat Kütükoğlu “Osmanlı-İngiliz İktisadi Münasebetleri” kitabında anlatır. Bizim anlaşma metnimizde “perakende ticarete dair” hiçbir kayıt yok iken, tasdik edilen İngiliz metninde bulunan “oradaki her türlü ticaret” ibaresinin koca bir imparatorluğun kaderini nasıl değiştirdiğini unutmamalıyız. Bu olayda da İngilizler arşiv ve anlaşmayı kullanarak bizi dize getirmişlerdir. Sayın Yaşar Yakış′ın Dışişleri Bakanı olduğu sıralarda “Musul petrolleri üzerinde hakkımız olup olmadığının incelenmesi” maksadıyla İngiliz Arşivleri′ne bir heyet gönderilmişti. Sonuçları kamuoyu ile paylaşılmadı ama umuyorum epeyce belge bulmuşlardır! Bu haklarımızı öncelikle kendi arşivlerimizde aramamız gerektiğini söylemeğe gerek var mı? Uluslarası anlaşmalardan doğan hakkımızı kullanmak için öncelikle veritabanımızın belirlenmesi gereklidir. Bu nedenle zikredilen düşünce kuruluşu mensupları hâlihazırdaki akademik verileri kullanmaya kalktıkça bir tekrar döngüsünden kurtulamayacaklardır.

Buraya kadar sıraladığımız hususlar daha da çoğaltılabilir. Ülkemizde sosyal bilimlere ilgisizlik, araştırma kuruluşlarının yetersizliği bizi yeni arayışlara yönlendirmelidir. Toplumumuzu çeşitli etnisitelere bölme peşinde olanlara, Ermeni Sorunu′nu uluslararası siyaset alanında aleyhimize kullanmağa kalkanlara cevap verebilecek kuruluşlarımız olmalı. Daha Aralık 2006′da Amerika′daki oldukça etkili ve yaygın iki Ermeni örgütlenmesine bir üçüncüsü (USAPAC) eklendi. Bizde ise bu doğrultuda Türk Tarih Kurumu′nda iki kişinin yanında çalışan bir üçüncü kişi yok. TTK başkanı Prof. Halaçoğlu bir beyanatında (Şubat 2006) Azerbaycan′dan Ermenice bilen araştırmacı getireceklerini bildiriyordu. Heyhat ki yıllardır Osmanlı Arşivi′nde Rumca, İbranice, Ermenice, Bulgarca, Rusça ve Gürcüce bilen personel yetiştirilmesi mümkün olamaz mıydı? Malzemenin kaynağındaki arşivcileri konjonktüre uygun teçhizat ile donatmak neden düşünülmüyor?

Eski Başbakanlık Müsteşarımız Sayın Hasan Celal Güzel′in beyanlarına göre Başbakanlık Osmanlı Arşivi aslında Dünya Şarkiyat İlimleri Merkezi haline getirilecekti. Bu maksatla alınan personel yirmi sene önce uzman yardımcısı olarak işe başlatıldı. Kişilerin şahsi tasarrufları ile oluşturulan ve kurumsallaşamayan bir oluşumun yansıması olarak, sonradan gelen değişik zihniyetli kişilerin tasarrufu ile verilen haklar ellerinden alındı. Ücret politikaları, çalışmada çıkarılan belirli zorluklar ile sanki arşivden kaçış istendi. Bu yönde daha masum ama kasıtlı olduğuna inandığım bir uygulama ile 90′larda yeni açılan üniversitelere geçiş için Osmanlı Arşivi personeli özendirildi. Ayrılarak üniversiteye intisap edenlerin çoğu bugün doçent ve profesör olarak kariyerini sürdürmektedir. Her şeye rağmen burada kalmağa direnen personel de sözleşmeli olarak mesaisine devam etmektedir. Belirli yönetim kademelerinde, ara sıra meşruiyetinin sorgulandığına inandığım kurum personeli için, hiçbir yetki ve sorumluluk verilmeyecek bir yapılanmaya gidilmesi, yirmi yılın ardından bakıldığında Türkiye′nin kaybına olmuştur. Tüm olumsuz şartlara rağmen bu personel (Ek: IV), kişisel gayretleri ile 66 yüksek lisans ve 13 doktora tezi vererek, şahsi çalışma olarak yüzlerce makale ve kitaba imza atarak (Ek: 1 ve II), kurum neşriyatı olarak 159 kitap neşrederek (Ek: III), yüzlerce katalogu araştırmacıların hizmetine sunarak Türk kültür tarihindeki yerini almıştır. Arşivleri tasnif ederken, aynı zamanda gayrı resmi bir araştırma enstitüsü hüviyetinde çalışan, toplumun gizli kahramanları olan arşiv personeli, bundan sonra da kadrosuz, Arşiv Kanunsuz çalışmalarını yürütecektir ama “Türk Milleti arşivlerine çok önem vermiştir” diyenleri de tebessümle karşılayacaktır.

Arşiv Dünyası Dergisi, sayı 9, Ocak 2007, s.9-38″ de yayınlanan Türk Arşivciliği Üzerine Bir Zihniyet Tahlili başlıklı yazının bir bölümüdür.

17 Ekim 2016 Pazartesi

İLK RADYO SPİKERİ SADULLAH EVRENOSOĞLU

Türkiye'nin ilk radyo ispikeri Sadullah Bey (Evrenos). Fotoğrafın altında da ispiker yazıyor. İmla dediğin böyle olur. İspor, İstadyum, İstokholm, İstanbul, İsterlin...Daha da sayabilirsiniz. Yeni yazıya geçtikten sonra da 1950'lere kadar bu imlayla yazılıyor. S ve T, P sessizleri arasına İ sesi getirilmeden Türkçeye böyle uydurulur. (Fotoğrafını www ortamında bulamadım, dikkatinizi çekerim, bir daha bulamazsınız)


ZARİF BİR HAK ARAMA ÖRNEĞİ

İkinci Abdülhamid, padişahlığının ilerleyen yıllarında yaşlı görünmekten çekinirdi. Sakalını boyatır, hasta olsa bile Cuma Selamlığı’na çıkardı. Yaşının söz konusu edilmesini hiç istemezdi.

Bu sıralarda kaza kaymakamlarından yaşlıca bir zata, İntihab-ı Memurin Komisyonu tarafından görev verilmiyor, “sen ihtiyarsın, artık kaymakam olamazsın, emekliliğini iste” baskısı yapılıyordu. Sabrı kalmayan kaymakam bir gün komisyon toplantısını basarak “İhtiyarsın diyerek bana görev vermiyorsunuz. Ben 1258’de doğdum, bu tarihte doğan ihtiyar sayılır mı?” diyerek halini ifade eder. 1258 tarihini dile getirmesinin altında yatan sebebi anlayan komisyon üyeleri, başlarına geleceği hissedince hemen o gün adamı bir kaymakamlığa tayin ederler. (Rumi 1258-Miladi1842, İkinci Abdülhamid’in doğum tarihidir. Görevlendirilmeyen memurun, komisyon aleyhine vereceği bir jurnalde “bunlar 1258 doğumluları yaşlıdan sayıp göreve layık bulmuyorlar” demesi ile zavallı üyelerin başına neler gelebileceğini tahmin edebiliyoruz.)

[İbnülemin'den Naklen]



SALINCAK, DOLAP, SAZ, ÇÖĞÜR, ÇEŞTE YASAKTIR

Şu belge bir ibret belgesi. Haziran-Temmuz 1663’te Bursa kadısına gönderilen fermanın defter kaydı. Ramazan bayramında bayram yerleri kurulmuş salıncak, beşik, dolap gibi lunapark araçları yanında saz çalıp eğlenen halkı birileri İstanbul’a gammazlamış. Meğer böyle eğlenceler İstanbul’da da yasakmış. Beylerimiz her şekilde eğlenirken halka Ramazan Bayramında bile eğlenceyi çok görmüşler. Bu gibi iç karartıcı, kasvetli bir dünya tasavvuru ile yanıp tutuşan zümreler her devirde var. Çoğunlukla bunları kimse iplememiş ama işte bazen de böyle ferman çıkartabilmişler. Osmanlı özlemi çekenlerin büyük bir kısmının bunlardan habersiz olduğuna eminim.

Belge:

BURSA MOLASINA VE AĞASINA VE KETHÜDA YERİNE VE YENİÇERİ SERDARINA HÜKÜM Kİ ; 

Bursa mollasına ve ağasına ve kethüda yerine ve yeniçeri serdarına hüküm:
1 - Hâliya Asitane-i saadetimde hayli zamandan beri iyd [bayram] günlerinde salıncak ve dolab ve beşik ve bunun emsâli şeyler bi'l külliye ref' olmuşken ve sâir yerlerde dahi bu makule şeylere bir vechile izin 
2 - ve ruhsat yoğiken Mahruse-i Bursa'da iyd günlerinde salıncaklar ve dolaplar ve beşik ve bunun emsali şeyler ve çöğür ve çeşte ve enva’i saz ile dernek ve cemiyet ve nice fesad 
3 – eyledikleri istima olmağla imdi bu makule şeylerden fermanım üzre Asitane-i Saadetim pak olmağla min ba’d Bursa’da dahi iyd günlerinde salıncak ve dolap ve beşik ve bunun emsali
4 – lu’ba [oyuna, eğlenceye] müteallik bir şey ettirmeyip ve çöğür ve çeşte ve bilcümle saza müteallik dahi asla bir kimesneye saz çaldırmayıp ve ol bahane ile dernek ve cemiyet ve fesad ettirmeyesin
5 – şöyleki bundan sonra bayram gününde salıncak ve dolap kurulduğu ve bu men’ olunan bir şey bulunduğu istima’ olunur ise sen ki kadısın mes’ul ve mu’ateb olursun ve siz ki 
6 – Bursa ağası ve kethüda yeri ve yeniçeri serdarısın hakkınızdan gelinmek mukarrerdir. Vech-i meşruh üzre amel eylemeniz babında ferman-ı alişanım sadır olmuştur deyu şurutuyla yazılmıştır.
Fi Evahir-i Za sene 1073


PROTOKOLDEKİ SOKAK KÖPEĞİ

İttihat ve Terakki zamanında İstanbul köpeklerinin Hayırsızada'ya sürgünü çok hazin bir olaydır. Oysa İstanbullular köpeklerden hiç rahatsız değillerdi. Ne olduysa oldu, o acı felaket gerçekleşti. Şu fotoğraf aslında sadece İstanbulluların değil belki de tüm Osmanlıların sokak köpeklerini tabii halleriyle kabulünün bir göstergesi. 1912'de İşkodra'ya vali olarak atanan Hayri Paşa'nın valilik menşuru umuma tebliğ edilirken çekilen bu fotoğrafta bir köpek tam da nutkun okunduğu sırada tatlı tatlı pireleniyor. Hiç kimsenin aklına da taş, tekme atıp onu oradan uzaklaştırmak gelmiyor. Orası için en üst seviyeden protokol icra ediliyor, padişahın fermanı okunuyor ve köpeğe dokunan yok. İbretlik bir olay.


DAMAD FERİD’İN LATİN HARFLERİYLE İMZASI RESMİ KAĞITTA


Edirne Müftüsü ve Cemaat-i İslamiye Reisi Hilmi Efendi, Sultan Vahdettin'e Kurban Bayramı tebriği arizası göndermiş. Bundan memnun olduğunu bildirme işini de Sadrazam Damad Ferid üzerine almış. Aslında Osmanlı düzeninde cevap verme işi Mabeyn Başkatibine aitti. Herhalde devletin şirazesi dağılınca, görev dağılımında da böyle aksaklıklar oluyor. Damad Ferid “Sadaret-i Uzma” antetli resmi kağıda «padişahın bayram tebriğinden duyduğu memnuniyeti» usulen yazarken çok ilginç bir harekette bulunmuş. Sol alt köşede imzasını eski yazı ile atmış ama tatmin olmamış, bir de Latin harfleriyle imza atmış. Üstelik muhatabının İslami kimliğini de hiç dikkate almamış. Vay densiz vay…


MESRUR İZZET BEY


Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Mecmuasının kapağını inceliyordum. Harika bir klişe hazırlanmış. Son halife olacak Şehzade Abdülmecid Efendi, ressam, sanatçı kimliği ile bu cemiyetin kurucularından. Klişenin ortasına yarım boy portresi yerleştirilmiş. İncelerken en altta gördüğüm Latin harfli imzayı başta okuyamadım. Sonundan bir kıvrımla Arap alfabeli imzayı görünce uyandım. Meşhur ressam, heykeltraşlarımızdan, İstiklal Madalyasının tasarımcısı Mesrur İzzet Bey'in imzası karşımdaydı. Aynı zamanda kurucularından olduğu cemiyetin mecmua kapağının klişesi de ona aitmiş. Belki birilerinin işine yarar, bu unutulmuş ama önemli sanatçımızın biyografisine bir katkı olur ümidiyle paylaşıyorum.




16 Ekim 2016 Pazar

BURSALILARIN KUVA-YI MİLLİYE’YE DESTEKLERİ

Bursalıların Yunan işgali öncesinde valileri olan Gümülcineli İsmail hain bir adam olarak Yunandan farklı değildi. Zaten ihaneti de “Yüzellilik”lerden oluşuyla tescillidir. Milli Mücadele/Kuva-yı Milliye aleyhine çok sıkı faaliyetlere giriştiği bir sırada TBMM adamı Bekir Sami [GÜNSAV] Bey’in Batı Anadolu'ya gelişiyle Bursa'dan kaçmak zorunda kaldı. Bekir Sami Bey’in gelmesinden sonra Bursa’daki gayri milli unsurlar temizlendi [Bekir Sami Bey'in düşmana kurşun atmadan Bursa'yı teslim ettiği iddiaları ayrı bir yazının konusu olacaktır]. O sıralarda İstanbul’a gelmiş birinden devletin elde ettiği istihbarat raporu Yunan işgalinden birkaç ay önceki durumu özetlemek açısından önemlidir. Bursa, Kuva-yı Milliye ruhunu asla bir tarafa bırakmamış bir şehirdir. İstanbul hükümetinin aleyhinde şiddetli eğilimleri vardır. Sultanın düşman elinde esir olduğunu düşünmektedirler. Memleketi kurtarmak için her gün Kuva-yı Milliye bildirileri dağıtılmakta, aylık otuz lira ücretle asker yazılmakta, tahkikata tabi’ tutmadıkları hiç kimsenin Mudanya’dan İstanbul’a geçmesine izin vermemektedirler.

Yunan işgaline uğradıktan sonra da Kuva-yı Milliye ve milis kuvvetleri Yunanlılara rahat huzur vermemişler ama vahşi katliamların bir kısmına engel olamamışlardır.

İSTANBUL EMNİYET MÜFETTİŞLİĞİ CANİB-İ VALASINA

Pazartesi Bursa’dan şehrimize gelen bir zattan dünkü gün vuku’ bulan istihbarat ve istıtlaat-ı acizaneme göre:Bursa’daki efkâr-ı umumiyede hükûmet-i merkeziye aleyhinde şiddetli bir cereyanın mevcut olduğu ve sultanı esir nazarıyla telakki ettikleri ve memleketi kurtarmak için ahalinin bütün mevcudiyetleriyle hizmete âmâde ve bu husustaki azm u iradelerinin pek şiddetli bulunduğu ve şehir içinde hemen her gün Kuva-yı Milliye âmâl ve efkâr ve irâdâtının ilan ve ta’mîm edilmekte olduğu ve her nefere otuz lira ücret-i şehriye ile yevmen fe-yevmen asker derc ve cem’ edildiği ve Mudanya’da memuren bulunan bir yüzbaşı ile bir komiserin ciddi tahkikat ve ta’mîkata tabi’ tutmadıkça hiç kimsenin müruruna müsaade etmedikleri ma’razıyla rapor takdim edildi. 19 Mayıs sene 36 [19 Mayıs 1920]

Istıtlaat Başmemuru 
[İmza]



13 Ekim 2016 Perşembe

HOROZUN BULDUĞU DEFİNE

1920 yılında İstanbul’un üzerinde kapkara bulutlar dolaşırken halka heyecan veren bir olay yaşanmış. Bir horoz çöplükte eşinirken tam 4,5 okka [5773 gram] altın ve gümüş sikke bulmuş. Üçüncü Ahmed ile Birinci Mahmud devirlerine ait bu sikkeler Müze’ye [o zamanlar İstanbul Arkeoloji Müzesi] kaldırılmış. Yangında her şeylerini kaybedip sığındıkları medresede yaşarken zengin olduklarını zanneden gariban İstanbullular avuçlarını yalamış tabii ki. Benim merakım Müze’de bu olayın kayıtlarının olup olmadığı. Araştıralım bakalım. Define yerindedir, mahfuzdur, onları hiç merak etmiyorum!

«Geçen haftalar içinde bir gün İstanbul’un köhne mahallelerinden birinin çöplüğünde yangından kaçarken Topkapı’da bir medreseye başını sokanlardan birinin horozu yem ararken karnını doyurmayan bir define buldu. Onun eşinirken tırnaklarıyla fırlattığı gümüş sikke bulanlara muvakkat bir zenginlik sevinci de vermedi değil. Fakat ne çare ki beylik yarım kaldı. Topraktan zengin olanların elinden tılsım hükümete geçti. Define müzeye gitti. Horoz sahipleriyle ömürlerinde unutamayacakları bir şaka yaptı. Sonra komşuları da birbirleriyle kavgalı etti. Asâr-ı atîka mütehassısları bu altın ve gümüş sikkelere çok kıymet vermektedir. Kemiyet itibariyle de ağırlığı dört buçuk okkayı geçmektedir. Definenin muhteviyatı Üçüncü Sultan Ahmed ve Birinci Sultan Mahmud devirlerine aittir. 1115 tarihinde, sanat ve güzelliğin en ince, en rakîk bir devresi addedebileceğimiz bu zamanda darp edilenler güzel sanatlar ve âsâr-ı atîka mütehassısları tarafından daha çok ehemmiyetle nazar-ı itibare alınmaktadır. Bunlar, o zamanın rayiciyle “kırk paralık”tır. Ve binde 700 ayarlı (8) dirhem ağırlığında gümüştür. Mahmud-ı Evvel zamanında 1143’te bastırılanlar ise şekil ve kıymetçe evvelkinin aynıdır. Garip bir horoz çöplükte eşinirken tarihimize hayırlı bir hizmet etti. Keşke şu memleketin çöplüğünde eşinenler de hiç olmazsa bu horoz kadar faydalı olsalar.»


16 Eylül 2016 Cuma

ANNEMİN MEZARINDA*

























Kabrine geldim sevgili anam!
«Yetim-i tarih, yetim-i vatan»

Bayrağım düştü oldum perişan,
Yıkıldı yurdum söndü hanüman

Güzel vatana hep eller doldu,
Kâşânem, evim tarumar oldu

Kızlar kadınlar sararıp soldu,
Hep ak sakallar süpürge oldu.

Feryada geldim vahşetten Allah!
Yok mudur Türk’e bir hakk-ı hayat!?

Geçsin mi böyle kanlar içerek,
Beşerin ömrü beşer keserek;

Değil misin sen ancak müebbed
Caiz mi Ya Rab fâniye zillet!

Hâşâ imanım Allahu Ekber
Mahlûku Hâlık elbet afv eyler.


Büyükada
Mürüvvet Aziz

*İşgal senelerinin teessüratından.