30 Kasım 2013 Cumartesi

DERSİM



Şemseddin Sami'nin Kamusü'l-Alam adlı ansiklopedik eserinden DERSİM maddesinin çeviriyazısını naklettim. Bu yazıyı yorumsuz sunuyorum. Yorum sayılmaz da merakımı belirteyim, acaba Tunceli'nin ismi Dersim'e çevrilecekse burası neresi olacaktır.



 Anadolu ile Kürdistan arasında bir küçük hıtta olup, Mamuretülaziz Vilayeti’ne mülhak bir sancak teşkil ediyor. 38° 40´ ile 39° 37´ arz-ı şimâlî ve 36° 7´ ile 37° 58´ tûl-ı şarkî aralarında mümted olup, cenûben ve garben Harput Sancağı’yla, şimâlen Erzurum Vilayeti’yle, şarkan dahi yine Erzurum ve Diyarbekir vilayetleriyle muhât olup, (Muzur) [Şemseddin Sami, Munzur yerine Muzur olarak kullanıyor] Dağı’nın cenûbî eteklerinden ibâretdir. Fırat-ı Garbî ve nâm-ı diğerle Karasu Muzur Dağı’nın şimâlî eteklerinden dolaşarak, sancağın hudûd-ı garbiyesini ayırdığı gibi Fırat-ı şarkî ve nâm-ı diğerle Murad Nehri dahi hudûd-ı cenûbiyesini teşkil ederek, bu iki nehir Dersim’in garb-ı cenûbî köşesinde birleşirler. Murad Nehri nâbiʽlerinden (Beri Suyu) ve Dersim Çayı dahi sancağın içinden geçerek Murad Nehri’ne dökülürler. Bu vechile Dersim heman her tarafdan nehir mecralarıyla ve dağ sırtlarıyla ayrılmış olup, dağlık ve sarp bir yer olmağla, öteden beri bazı aşayir-i ekradın cevelangahı hükmünde kalmışdır. Bu sebebe mebnidir ki mukaddema Erzurum Vilayeti’ne mülhak ehemmiyetsiz bir yer iken, badehu ayrıca bir vilayet ittihaz olunmuş ve ancak memul olan netice istihsal olunamadığından ahîren sancak suretine çevrilip, Mamuretülaziz Vilayeti’ne ilhak olunmuşdur. Merkezi (Hozat) karyesi olarak, merkez ile Ovacık, Çemişkezek, Çarsancak, Mazgird, Kuzucan, Kızılkilise ve Pah isimleriyle 8 kazaya münkasem ve cemʽan 533 karyeyi câmiʽdir. Misâha-i sathiyyesi 13460 murabbaʽ kilometreden yani 14116300 dönümden ibaret olup, bundan 8187000 dönümü nâ-kâbil-i zirâʽat dağlık ve taşlık, 5219000 dönümü mezrûʽ, 560000 dönümü merʽâ, 150000 dönümü dahi ormandır. Ahalisi 63430 kişiden ibaret olup, 43260’ı Türk, 12000’i Kürd ki cemʽan 55260’ı İslam ve 8170’i Ermeni olarak, Ermenilerin 610’u protestandır. Dağlarda sakin olan Kürdler kışın yer altında bir takım kulübelerde ve yazın açıkda yaşarlar. Yukarıdaki taksimden dahi anlaşıldığı üzere, arazisinin ekseri gayr-ı kâbil-i ziraat olup, ahalinin çoğu dahi çobanlıkla geçinirler. Çarşılı ve pazarlı kasabası olmayıp, ahalinin muhtaç oldukları cüzi mensucat ve saireyi bazı seyyar satıcılar gezdirirler. Maahaza Kürd karıları oldukça makbul kilim ve halı imal ederler. Mahsulat-ı arziyyesi buğday, arpa, nohud, fasulye, tütün ve saireden ibaret olup, ihtiyacat-ı mahalliyeye kifayet ediyor. Hayli bal, balmumu, kereste ve odun ile ağnam mahsulatından deri, yün, keçi kılı ve saire dahi çıkar. Ancak yolların fıkdanı ve kışın şiddet ve imtidadı fazla-i mahsûlatın ihracına ve bir gûne ticaret icrasına dahi mani olur. Derûn-ı livâda 6 medrese ile 9 İslam ve 8 Ermeni sıbyan mektebi mevcuttur.




EMPERYALİZMİN DÜDÜĞÜNÜ ÇALANIN AKIBETİ HAYR OLMAZ

Sinan ÇULUK



Batı Anadolu ve İstanbul’daki Rum nüfusu sanılanın aksine Tanzimat dönemi ve özellikle 1856 Islahat Fermanı’ndan sonra artmıştır. Rumlar, 1780-1830 arasında ve bilhassa Yunan devletinin kurulmasından sonra peşpeşe yaşadıkları sefalet ve kıtlık dönemlerinde açlıktan ölmek üzereyken Yunanistan’dan ve Cezayir-i Bahr-i Sefid (Akdeniz) adalarından akın akın Anadolu'ya göç ettiler. Ucuz bir bedel mukabili askere gitmediler. Zaten cizye vergisi de kaldırılmıştı. Savaşlarda kırılan Türk nüfusuna nispetle sayıları sürekli arttı. İki nesillik bir zaman diliminde eğitim ve sağlık sistemine alternatif politikalar ortaya koydular ve ticari gelişim düzeylerine yetişemeyen Türk milletine dünyayı dar ettiler. Rumları ağırlayan, etini ekmeğini suyunu paylaşan binlerce masum Türk'ün mallarını mülklerini emperyalist politikalar sayesinde ellerinden aldılar.

İstanbul'u işgal kuvvetleri teslim aldığında Rum komşularımız İstanbul'da mavi-beyaz kumaş bırakmadılar, karaborsaya düştü. Bu bezlerden diktikleri bayrakları evlerine gururla asıp yıllarca komşuluk yaptıkları Türklere camdan dışarı bakma hakkı bile tanımadılar. Evine Türk bayrağı asanı, işgal aleyhinde konuşanı anında işgal kuvvetlerine gammazladılar. Zindanlar binlerce masum Türk ile dolduruldu. Batı Anadolu'da da durum farklı değildi. Yunan işgal ordusunun önüne geçip rehberliğini yaptılar, ordusunda bilfiil silahlı asker oldular. Kendi komşularına karşı en vahşi katliamları gerçekleştirdiler.

Durum kötüye gidip Yunan ordusu Türkiye’den kovulunca kendilerini koruyacak bir güç de kalmadığından bir kısmı Yunan ordusu ile birlikte kaçtı. Geride kalanların da akıbetlerinden endişe eden emperyalist cephenin Lozan’da ilk dayattıkları anlaşma Türk-Yunan nüfus mübadelesi oldu. Bazı kibar akıllılar bu mübadeleyi Türkler istedi ve zorladı diyorlar. Batı Avrupa ile Türklerin arasında Ortodoks Rumlardan ibaret tampon bir Yunan Devleti’nin mevcudiyeti her zaman emperyalist dünya için önemlidir. Bu devletin nüfusu da onlar için önemlidir. Bu yüzden Milli Mücadele’ye taraftar ve işgalci Yunan ordusuna destek vermeyen Anadolu’nun Türkçe konuşan ortodokslarını da mübadeleye dahil ettiler. Zorla bu topraklardan götürdüler.

Zaman içerisinde gelinen nokta bu topraklara halen derin bir hasret duyan ve atalarının günahını torunlarının çektiği bir Yunan milletinin varlığıdır. Batı dünyası Osmanlıya karşı kışkırttığı Yunanlılara zorla bir devlet inşa etti. Üstelik bu devletin başına bir Yunanı değil, Alman kraliyet ailelerinden birini getirdi. Günümüzde de AB, zor günler geçiren Yunanistan ile dalgasını geçmekte. Kışkırtmalarıyla hayatını kararttığı bir toplumun kaderi onu hiç enterese etmemektedir. İstanbul’da koruma altında olacağını sandıkları Rumların da buraları terke mecbur bırakılması ile günümüze kalan iki bin civarında Rum’un İstanbul’da yaşadığı sanılmaktadır.

Emperyalizmin arabasına binip onun düdüğünü çalanlar ilk durakta işleri bitince indirilir. Bu günlerin ayrılıkçı Kürtleri yaşanmış geçmişi yok sayarlar ibret almazlarsa şu anda çaldıkları düdükleri ellerine tutuşturanlar tarafından ilk durakta indirileceklerdir. Sonrası Allah Kerim…

28 Kasım 2013 Perşembe

AYASOFYA CAMİİ’NDEKİ DANDOLO MEZARI

Sinan ÇULUK

Dördüncü Haçlı Seferi’nin komutanı Venedik Doju Enrico Dandolo, Latinlerin 1204 senesindeki İstanbul’u işgalinden sonra ölüp 1205’de Ayasofya’ya gömülmüştür. 1928 senesinde Venedik Belediye Reisi, hazırladıkları tunçtan bir levhayı bunun mezarına asmak için izin istemişlerdir. Bu talebin iletildiği Dâhiliye Nazırı [İçişleri Bakanı] bu talebe hiddetle tepki göstermiş, değil mezarına levha asmak, ziyaretçilerin çiçek bırakmalarına bile engel olunmasını istemiştir. Hatta Venediklilerin isterlerse bu mezarda yatan Dandolo’nun kemiklerini nakledebileceklerini bildirmiştir.


Ne var ki bugün bu mezar yeri kordonlarla çevrilmiş ve başına da bir plaket asılmıştır. Şükrü Kaya’nın hassasiyetini artık göremiyoruz.

Belge Metni:

TÜRKİYE CUMHURİYETİ
Dahiliye Vekaleti
Emniyet-i Umumiye Müdüriyet-i Umumiyesi
Birinci Şube

Başvekalet-i Celile’ye

Ayasofya Camii’nde medfun Venedik dojlarından İzenko Dandolo’nun* mezarına Venedikliler [tarafından ?] vaz’ edilmek üzere ihzar olunan tunçtan mamul levhanın vaz’ına müsaade itası hakkında Venedik Belediye Reisi tarafından müracaatta bulunulduğu İstanbul Vilayeti’nden bildirilmekle mezkûr levhanın ta’likı** değil hatta zairler*** tarafından iklil**** vaz’ına***** bile müsaade olunmaması vilayet-i mezkûreye ve vuku’-ı hali derc ile isterler [ise] ızamını nakledebilecekleri de ilaveten Hariciye Vekaleti Celilesi’ne iş’ar kılınmıştır arz ederim efendim. Riyaset-i Cumhur Katib-i Umumiliği cânib-i âlîsine de arz edilmiştir. 28.4.1928

Dahiliye Vekili
Şükrü Kaya [imza]

* Enriko adının İzenko şeklinde yazılması daktilo hatası olabilir
** asılması

*** ziyaretçiler
**** bugün çelenk dediğimizin esası iklildir. Başa takılan çiçekten taç mânâsına…
***** konulmasına



24 Kasım 2013 Pazar

RÜŞVET MUKABİLİ HEDİYEYİ GERİ ÇEVİREN ZAT




Sinan ÇULUK
 
Göreve yeni tayin edilen şeyhülislam veya yüksek rütbeli bir kazaskeri tebrik bahanesiyle hediye adı altında gönderilen on bin kuruş gibi devrine göre çok yüksek bir rüşvetin nasıl nazikâne ve ders verircesine geri çevrildiğine dair güzel bir mektup. 

Köşeli parantez içlerinde satır numaraları yazılıdır.

Belge Metni:

Benim saadetlü, mekremetlü, meveddetlü hamiyetkârım düstûr-ı celîlü’ş-şân hazretleri

[1]Bu defa firistâde buyurulan bir kıt’a tebriknâme-i celîlü’l-fehvâ-yı müşîrîleri derûnuna mevzû’ memhûr puslaları mefhûmu manzûr u ma’lûmumuz olup mine’l-kadîm
 
[2] tarafımıza an-samîm olan alâka ve muhabbet-i mahsûsaları muktezâsınca kapu çukadârları Hüseyin Bey dâ’îleri vesâtat ve ma’rifetiyle on bin guruş bi-târîki’
[3]l-hediyye irsâl ve kabûlümüzü iltimâs buyurdukların derc u iş’âr buyurmuşlar. Bu rütbe kemâl-i hulûs ve muhabbetlerinden fevka’l-gaye memnûn ve mazhar-ı hatt-ı derûn 
[4] olmuşuzdur. Cenâb-ı Hak umûr-ı hayriyyeye muvaffak eyleye. Bu ana gelince sûy-i düstûrîlerine râbıta-bend-i peyvend-i habli’l-metîn muvâlât bu makûle tekellüfât-ı resmiyye 
[5] sebebiyle olmadığı nezd-i müşîrîlerinde umûr-ı vâzıhâtdan olmağla zât-ı vâlâ-yı düstûrîleri sâye-i saltanat-ı şâhânede iktisâb-ı servet ve yesâr 
[6] eylemiş vüzerâ-yı ızâm hazerâtının nâmdâr ve şöhret-şi‘ârı oldukları hasebiyle Dîn u Devlet-i Aliyye düşmenleri miyânında şöhretleri ve sedd u sedîd 
[7] oldukları muhassenâtları meczûm ve bedîd olduğundan düşmen-i dîne mukabele ve mazarratlarını müdâfa’adan a‘lâ tarafımıza hediyye olmayıp sâ’ir 
[8] vüzerâ-yı ızâm hazerâtı karındaşlarından dahi bu makûle hediyye alındığı mesbûk olmadığından şi‘âr ve mesleğimizi tetarruk-ı halelden vikâye 
[9] zımnında hediyye-i behiyyelerinin yine mahallinde ibkâsı tasvîb olunup adem-i kabûlden maksûdumuz ne sebebe mebnî idüğü tafsîlât-ı sâlifetü’l-
[10] beyândan hakîkât-i hâl müstebân oldukda zîr-i idâre-i düstûrîlerinde olan mukâta’at bedel-i iltizâmâtı ve emvâl-i mîriyyenin 
[11] vakt ü zamanlarıyla mahallerine irsâlleri hususlarına himem-i sâmiye-i vezîrîleri masrûf buyurulmak ve halîfe-i rûy-i zemîn zıllullah-i fi’l-âlemîn 
[12] veliyy-i ni’metimiz şevketlü kerâmetlü mehâbetlü pâdişâhımız efendimiz halledallahü hilâfetuhu ila yevmiddîn hazretlerinin rızâ-yı meyâmin-irtizâ-yı mülûkâneleri tahsîline 
[13] sa’y u gayret birle fukarâ-yı memleketi vücûh-ı mezâlimden himâyet ve de’avât-ı hayriyyeleri isticlâbına himmet buyuruldukça cenâb-ı mekremet-me‘âb-ı 
[14] hıdîvîleri dahi hemîşe mazhar-ı hüsn-i nazar-ı âtıfet-i cihân-dârî olacakları ve diğer şukka ile iltimas buyurulan Preveze kazasının 
[15] medine-i Yanya’ya ilhakiyyeti hususu mübârek rikâb-ı şevket-me’âb-ı mülûkâneye arz u istîzân olundukda müsâ’ade-i aliyye-i mülûkâneleri 
[16] erzân buyurulmağla çend rûz zarfında bi-mennihi te’âlâ tanzîm-i savb-ı müşîrîlerine irsâl ve tesyîr kılınacağı karîn-i ilm-i dakîkadânları buyuruldukda [17] fî-mâ-ba’d dahi tarafımızı hüsn-i teveddüdât-ı düstûrîleriyle yâd ve münbasıtu’l-fu‘âd buyurmaları me‘mûl-i hâlisânemizdir. Bâkî hemvâra der-mesned-i câh u celâl müstedâm-bâd.

HACI GEVHERHAN SULTAN'IN TEHDİDİ



 Sinan ÇULUK

1605 yılından kalma bir belge.
Dertler aynı, kederler aynı, tepkiler aynı. Üstelik bunların dile geldiği Türkçe de aynı.
Bu şikâyetlerin sahibi padişah kızı olunca ya biz ne yapalım diyor insan.
Belge hakkında teferruatla boğulmadan, üslubu ve ruhuyla sizleri baş başa bırakıyorum.

Belge Metni:

BİRER ULUFE VERİLE
Efendi hazretlerine i‘lam olunan oldur ki,

Üç ulûfe vereyüm deyü buyurmuşsuz. Ol üç ulûfeyle kangı harcımız görelüm. Ev kirasını mı verelüm, borca mı verelüm, harcımız mı görelüm. Mübârek şerîf Ramazan geldi. Zahiremiz virmeğe istemezsiz. Bunca gün borçla kılletle geçindik. Ya şimdi mübârek Ramazan hâlimiz nice olur. Niçün bize bu zulmü idersiz. Yazık değil mi Allah’dan reva mıdır bize bu hayfı idersiz. Varıp istedikleri vaktin vadeler salardınuz. Bu kadar er geldi hem size güç oldu hem bize zulüm idersiz. Kaydımızı görürsenüz görün görmezsenüz dördümüz[?] bile arabaya bineriz Dîvân-ı Âlî’ye varuruz, feryâd ideriz. Hem paşa hazretleri size tezkire gönderdi, bunları arz eyle deyü, niçün arz itmedinüz, siz itmedinüz. Biz hâlimüzü arz ideriz sakın incinmeyesiz. Bâkî ve’d-duâ

Hacı Sultan [Gevherhan Sultan]

Derkenar: ol üç ulûfenin tezkiresin verdinüz arpalığı yazmamışsız. Bunu da paşa hazretlerine arz ideriz. Şöyle bilesiz.


16 Kasım 2013 Cumartesi

ANADOLU TÜRK DEVLETİ



Sinan ÇULUK


Tarih içerisinde Adalar Denizi’nden Malatya ve Elazığ dahil Fırat Nehri’ne kadar olan topraklara Anadolu adı verilmiştir. Selçuklu ve Osmanlı gibi iki büyük hanedanın doğduğu yerdir ve devletimizin beşiğidir.

Bu topraklarda 1075 senesinden itibaren tek bir devlet vardır. O devlet, Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından 1075 senesinde Bizans’ın elinden aldığı İznik başkent olmak üzere Türkiye devleti olarak kurulmuştur. Diğer Türk boylarından Danişmendliler, Artuklular, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Eyyübiler bu coğrafyaya komşu Türk devletleri olarak hayat sürmüşlerdir.

Hepsinin vârisi Osmanlı Devleti tarihteki en uzun süreli devletlerden biri olarak tüm bu toprakları egemenliği altında birleştirebilmiştir. Osmanlı Devleti’nin varisi Türkiye Cumhuriyeti ise bu mirasın hukuki temelleri tarihten geldiği halde kendini huda-yi nabit göstermek isteyenler tarafından tarihinden soyutlanmıştır.

Tarihte yer alan Çin, İngiltere, Fransa gibi devletler çok değişik hanedanlar tarafından idare edilmelerine rağmen asla bu hanedanları devletlerine isim olarak kabul etmemişlerdir. Bu sayede kendi tarihlerini kolaylıkla ve kesintisiz olarak birkaç bin yıl öteye indirebilmektedirler. Halbuki biz kendi elimizle kendi tarihimizi Selçuklu, Beylikler, Osmanlı, Cumhuriyet gibi param parça bölük pörçük zaman dilimlerine hapsediyoruz. Yukarıda zikrettiğim hususlara ilaveler her zaman yapılabilir.

Bu sebeplerden dolayı tarihten gelen ANADOLU TÜRK DEVLETİ’ni tek bir bütün halinde ele almalıyız. Bu sayede fertlerin milli şuuru ile milletine ve devletlerine aidiyet hissi o nispette artacaktır.

Hançerî Lugatı’ndan aldığım bu görüntüde “Restauration” ve “Restaurer” kelimelerini nazarlarınıza sunuyorum. Türkçe-Arapça-Farsça-Fransızca dört dilin sözlüğü olarak hazırlanan bu eserde “restorasyon” kelimesi karşısında “A.[Arapça] Ta’mîr-Tecdîd, P.[Farsça] Nev-sâzî, T.[Türkçe] Yenileme” olarak mânâları verilmektedir. Asıl öne çıkartmak istediğim husus son satırdaki “Nizam-ı milk ve devletin tecdîdi” ibaresidir. Esasında Fransızlar’dan çıkan bu tabir 1815-1848 arasında monarşilerini ıslah eden tüm Avrupa için kullanıldı. Böylelikle siyasi bir kavram olarak yerleşti.

Bizim de devlet tarihimizde böyle restorasyon dönemleri vardır. 



Türk Devleti’nin zayıfladığı anlarda yeniden ayağa kalkması defalarca tekerrür etmiştir. Devletimizin ilk kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Şah zamanından beri bu böyledir. Kendisi de bir ara Isfahan’da Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın yanında esir olmuş, geri döndüğü İznik’te yeniden devletin başına geçmiş, Anadolu Selçuklu Devleti sendelediğinde vekaleten yerine geçen veziri emaneti ehline teslim etmiştir.

O zamanlardan bu yana devamlılığın sağlanması, devlet organizmasındaki unsurların bazı mikroplara bağışıklığı ve elinde olmadan hastalandığında da tedaviye anında cevap verebilmesi sayesindedir. İyileştikten sonra her zaman dezenfekte işlemleri yapılmış bir sonraki ahvalde çıkması muhtemel mikroplara kadar devlet çatısı yerinde kalmıştır.

Anadolu Selçuklu hanedanı henüz Türk Devleti’nin başından ayrılmadan, uç’da boy gösteren Osmanlı hanedanı Osman Bey’in öncülüğünde Devlet’e talip olmuş ve 1299’da gereği yerine getirilerek Kutalmışoğlu’nun ilk kurucusu olduğu Devlet’in ikinci kurucusu olmuştur. Bu tarihten sonra Türk Devleti çeşitli badireler atlatmış ve “Nizam-ı milk ve devleti yenileyen” restoratör-ıslahatçı padişahlar ile hayatiyetini sürdürmüştür.

Bunların birincisi Çelebi Mehmed’dir. Timur’un Anadolu’daki tahribatının ardından dağılmak üzere olan devleti yeniden tüm hücreleriyle bir araya getirmiştir. Üçüncü kurucu hükümdar denilebilir.

Fatih Sultan Mehmed için ise “restoratör” yerine “müessis-i bünyani’d-devle” sıfatını kullanmak daha doğrudur. Onun zamanındaki teşkilatlanma ve kurulan yapı bazı hususlarda değişse de esas nizam olarak hanedanın sonuna kadar tesirini göstermiştir. Dolayısıyla Osmanlı Hanedanı idaresindeki Devlet’in dördüncü kurucusudur.

Zaman içerisinde her ne kadar Kanuni diye bir sıfat takılsa da Sultan Süleyman’ın böyle bir iddiası da gerçekliliği de yoktur.

Sultan Genç Osman ise gerçek bir restoratördür. Tasarılarını fiiliyata döktüğü sırada feci bir şekilde öldürülmüştür.

Lale Devri diye adlandırılan bir devrin “hissi ve kırılgan” hükümdarı Sultan Ahmed de iktidarını neredeyse devrettiği bir ekibin restorasyon hamlelerini geri çevirmeyerek bu silsilede yerini almıştır. Ne var ki öldürüleceğini anlayınca tahtını Birinci Mahmud’a kendi eliyle devretmiş, restorasyon hamlesi de yarım kalmıştır. Sultan Ahmed tahttan indirildikten yaklaşık altı sene sonra vefat etmiştir. Eski padişahın öldürülmeden bırakılması devletimiz için yeni bir durumdur.

Üçüncü Selim gibi zarif ve hassas bir padişahın da restoratörler arasındaki yerini alması Nizam-ı Cedid adı verilen yenilikleri bir bir icraat safhasına koymasıyla olmuştur. Her ne kadar esas güç Nizam-ı Cedid ricali denilen devlet adamlarında ise de hünkarın talepleri de çok etkilidir. Sonu da maalesef büyük dedesi Genç Osman gibi olmuştur.

Yeğeni İkinci Mahmud ise bence Cumhuriyete geçişi kolaylaştıran ortamın kurucusudur. Bu vasfıyla da Devlet’i beşinci kez yeniden kurmuştur. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nu (Yanlış olarak Tanzimat Fermanı diye bilinen) ilan buna nasip olmadıysa da alt yapısı onun zamanında hazırlanmıştır. Oğlu Abdülmecid’e sadece bunları uygulamak kalmıştır.

Çok tartışmalı kimliğiyle üzerinde hala uzlaşılamayan İkinci Abdülhamid ise bence restorasyon veya ıslahat kelimeleri ile biraraya gelemeyecek bir şahsiyettir. İlerlemeci ve batıya açık olsa da bugünkü yönetim zihniyeti gibi memleketin kalkınmasını pozitivist mânâda değerlendirmesinden dolayı “elde kalan vatana ben şu şu yatırımları yaparsam çözülme durur” zihniyetinden öteye gidememiştir.

Türkiye Cumhuriyeti olarak yaşayan Devlet’imiz altıncı kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün şekillendirdiği vaziyetten epeyce uzaklaşsa da yerine yeni bir şey getiremeyenlerin ihtiras ve hasediyle yeni bir kimliğe bürünmek üzeredir. Bunun restorasyon mu revolüsyon mu olacağını yaşayarak göreceğiz.

12 Kasım 2013 Salı

İZMİR KEMERALTI ÇAKALOĞLU HANI ÇEŞME KİTABESİ


Sinan ÇULUK


Habbezâ hayrât-ı uzmâ selsebîl-i nev-edâ
Abd-iGaffârzâde’nin ihyâsıdır pâkize-câ

Mahzen-i dilden verildi nakd-i hâlis sarfına
Cami-i Bâlâyı içre oldu bu hayr ibtidâ

Hiç attaşine bu mahalde yoğidi mâdan eser
Teşnegân-ı Hân-ı Mısr’a nîk akıtdı kuyiyâ

Çûn kelâm-ı “Men Nebîallah” ile âmil olup
Hazret-i Rezzâk-ı âlem lutfla kılsun cezâ

Hâfızâ târîhini bâ-aşk-ı kayd söyleyevir
İç suyun bi’l-besmele Hacı Ahmed’e kıl sen senâ

Sene 1220

9 Kasım 2013 Cumartesi

OSMANLI ARŞİVİ ENSTİTÜSÜ ACİLEN KURULMALIDIR


Sinan ÇULUK


Ömrünü laklak ile geçirmek sadece leyleklere mahsus değil. Bu ülkeye düşünce kuruluşu mu lazım, hemen tahsisat-ı mestureden veya vergiden düşürmek için şirketlerin bağışlarından nemalanan oluşumlar tezgahlanır. Her ne hikmetse bu adamlar Hoca’nın fıkrasındaki hindi gibi kerameti kendinden menkul düşünen adamlar oluyor da bizler fikirlerinden istifade edemediğimiz gibi ne düşündüklerini dahi bilemiyoruz.

Dışişleri Bakanlığı bünyesinde de SAM (Stratejik Araştırmalar Merkezi) adlı bir birim mevcuttur. Bunların internet sayfasında iki-üç sene önce yayınlar kısmında tek yayın olarak Bağdat Salnamesi görülüyordu. Bugün bu sayfaya girdiğimde kaldırıldığını farkettim. Ne bir rapor, ne de bir çalışmaları mevcut. Araştırdığınız saha neresidir ey devletlüler. Bir çıtlatıverin de nasiplenelim…

Temelleri çok önceden atılıp maalesef 27 Mayıs darbesinden sonra görücüye çıkarılan “Devrim” adı verilen yerli arabaya benzin konması unutuldu! Biz 50 sene sonra hâlâ kendi arabamızı yapmak için rapor üstüne rapor, fizibilite üstüne fizibilite hazırlıyoruz. Makas açıldıkça açılıyor ve bizim bu endüstriyel kategoriye dahil olmamız imkansız hale geliyor.

Aynı durumu Arşiv Enstitüsü için de vaki görüyorum. Yıllar öncesinde tasarlanıp bir türlü faaliyete geçirilemeyen bu enstitü BOP zamanında da faaliyetini sürdüremeyecekse yazıklar olsun. Binası, dersliklerinden öğretim üyeleri odalarına hatta X-RAY cihazlarına kadar hazır olan bu Arşiv Enstitüsü’nü hayata geçirmek için ne bekleniliyor. İrade kimde, neden zuhur etmiyor? Yoksa Türkiye'nin kendi devlet geleneğinden gelen bilgilere (Osmanlı Arşivi'ne) birileri ipotek mi koyuyor?

Yoksa “Devrim”e benzin koymayı unutanların ahfadı, buraya da engel olmak için faaliyetini halen sürdürüyor mu?



7 Kasım 2013 Perşembe

KERBELA MERSİYESİ


Zalimlerin urup hep şemşir-i canrübâya
Kasd etdiler serâpa Evlâd-ı Mustafâ'ya
Devran olup müsâid ol kavm-i bî-hayâya
İsal olundu bî-dâd serhadd-i intihâya
Kimler eder tahammül ya Rab bu ibtilâya
Âmâc edip vücûdun bin nâvek-i kazâya

Düşdü Hüseyn atından sahra-yı Kerbelâ'ya
Cibril var haber ver Sultan-ı Enbiyâ'ya.

Cûş eyleyip belâya manend-i mevc-i tûfân
Güşti-i Ehl-i Beyt'i kıldı şikest ü virân
Maktul olup serâser Ashâb u Âl-i Zîşan
Yektâr oldu ol mah çün âfitab-ı rahşân
Her yandan etti savlet hınzîr-veş Yezîdân
Ser-tâ-be-pâ vücudun zahm eyleyüp kızıl kan

Düşdü Hüseyn atından sahra-yı Kerbelâ'ya
Cibril var haber ver Sultan-ı Enbiyâ'ya.

Ashâb-ü âlinin hep kibarı ve sigarı
Bir bir kılup şehid azm-i huzûr-i Bâri
Dilteng edip susuzluk tâ arşa oldu sâri
Ezvac-ı tâhiratın feryâd-ı bî-kârârı
Her yüzden etti tazyik a'dâ o şehriyârı
Âhir çıkup elinden dâmân-ı ihtiyârı

Düşdü Hüseyn atından sahra-yı Kerbelâ'ya
Cibril var haber ver Sultan-ı Enbiyâ'ya.

Yârân olup serâpa mest-i mey-i şehâdet
Meydanda kaldı tenha ol mihr-i evc-i hâcet
Bu hâl olup adûya sermâye-i cesâret
Etrafın aldı birden ol kavm-i pür dalâlet
Yetmiş iki yerinden mecruh olup nihâyet
Bundan ziyâde harbe Hak vermeyüp icâzet

Düşdü Hüseyn atından sahra-yı Kerbelâ'ya
Cibril var haber ver Sultan-ı Enbiyâ'ya.

Ol şâh-ı din-penâhı tenha görünce düşman
Etdi hücûm-ı savlet şiddetle her tarafdan
Bir hâle vardı âhir zahm-ı hadeng-i âhen
Manend-i kasr-ı cennet cisminde oldu rûşen
Envâ-ı yârelerden her canibinde revzen
Kâzım olup nihâyet bî-tâb harb ederken

Düşdü Hüseyn atından sahra-yı Kerbelâ'ya
Cibril var haber ver Sultan-ı Enbiyâ'ya.

Koniçeli Kazım Paşa

2 Kasım 2013 Cumartesi

BUCAK AŞİRETİ'NDEN OSMAN HULUSİ PAŞA


HÜVEL BAKİ
Siverek eşrafından Hacı Ali Efendizadelerden Bucak Aşireti reisi Muhammed Efendi mahdumu merhum ve mağfur el-Hac Osman Hulusi Paşa ruhîçün el-Fatiha. Tarih-i tevellüdü 1265 -Tarih-i vefatı 1323.

Bu kitabenin ait olduğu mezar Cağaloğlu-Türbe semtinde İkinci Mahmud ve İkinci Abdülhamid türbelerinin bahçesinde bulunmaktadır. Buraya Hanedan mensupları ile Tanzimat ve Islahat dönemlerinin en önemli bürokratlarını sinesinde barındırmasından dolayı bir nevi Devlet Mezarlığı ismi verilebilir. İkinci Abdülhamid döneminde ölen Osman Hulusi Paşa’nın Bucak Aşireti reisinin oğlu olması dışında bir önemi yoktur. Buna rağmen bu mezarlığa gömülmesi Abdülhamid’in nazarındaki önemini göstermektedir. Malumdur ki PKK’ya karşı verilen mücadelede bilhassa Tansu Çiller hükümeti döneminde bu aşiretin ismi sıklıkla duyulmuştur. Demek ki Abdülhamid politikaları bir yerlerde hala tasvip görüyor…

HALİC-İ DERSAADET'DE TERSANE-İ AMİRE


Günümüzün Haliç Tersanesi'nin 1890'lardaki görünümü. Ortadaki büyük tersane gözünü inşa ettiren Sultan Aziz'in annesi Pertevniyal Valide Sultan'dır. Burada inşa edilen Hamidiye'nin denize indirildikten sonra Haliç üzerinde alınmış fotoğrafıdır. En görülmesi gereken nokta resmin sağında yer alan ve görünmeyen kısımları ile birlikte bugünkü Pera Palas ve Amerikan- İngiliz Sefarethanelerine kadar dayanan büyük Tepebaşı Mezarlığı. Fethin ilk kuşatma anlarından itibaren defin yapılan ve zamanla tahrip edilen bu mezarlıktan hatıra olarak Beyoğlu Ticaret Lisesi'nin, Kasımpaşa Stadı'nın önünde birkaç mezar ile Lohusa Kadın Türbesi kalmış. Bir de Asmalımescit'in orada Mezarlık Sokağı.



İBRAHİM PAŞA HEYKELİ-KAHİRE





Sultan Abdülaziz kendini at üzerinde temsil eden bir heykel yaptırmış ama tepkilerden çekinip bunu meydanların birine diktirememişti. Kavalalı İbrahim Paşa ise böyle bir kaygıdan azade Kahire'nin en gözde meydanlarından Opera Meydanı'nda Opera Binası önüne at üzerinde heykelini gururla kondurmuştu. Bu fotoğraf yaklaşık 1910'a tarihlenebilir. Devlet-i Aliyye'de heykel yokmuş, ilk defa Cumhuriyet devrinde Atatürk Sarayburnu'na heykel diktirmiş demekten vazgeçmek lazım.

TATBİKAT



Bir önceki  "DEVLET ARŞİVLERİ KATALOGLARINA ULAŞMAK" başlığı altındaki
yazıda yer alan fotoğraflara göre katalog tarama için kullanıcı adı ve şifre aldıysanız bir sorgulama araştırması yapabiliriz. Her hangi bir konuda "bugün böyle böyle yapılıyor ama ahhh o eski muhteşem saltanatımızda böyle değildi" deniliyorsa denemesini hemen yapmalı. Bu gün içinde gündeme gelen kurban derilerinin toplanması konusunda acaba eskiden bu iş nasıldı diye aklınıza geldi mi? Katalog sorgu kısmına "Kurban derisi" ve "kurban derileri" yazıp enterleyin. Birinci kelime grubunun sorgusunda 19 ikincide 132 kayıt çıkacak karşınıza. Bu özetler farklı tarihlerde oluşturulmuş yüzlerce belgenin özetleridir. Bıkmadan okuyun ve görün. Osmanlı kurban derileri paralarını nasıl topluyormuş. Orduya, yola, köprüye, su borusuna, muhacirlerin iskanına bu derilerden elde ettiği paraları nasıl harcıyormuş. O devirde de bu harcamaları muhalif belirli gruplar varmış. Bu durumda muhakeme yeteneğimizi ve vicdanımızı halen muhafaza ediyorsak, sırf kurban derileri yüzünden demediğimizi bırakmadığımaz şu soyut devletimizi sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutun. Merak etmeyin, değerlendirmeleriniz bu özetlerden kitap yazanlardan daha sağlıklı olacaktır.