16 Kasım 2013 Cumartesi

ANADOLU TÜRK DEVLETİ



Sinan ÇULUK


Tarih içerisinde Adalar Denizi’nden Malatya ve Elazığ dahil Fırat Nehri’ne kadar olan topraklara Anadolu adı verilmiştir. Selçuklu ve Osmanlı gibi iki büyük hanedanın doğduğu yerdir ve devletimizin beşiğidir.

Bu topraklarda 1075 senesinden itibaren tek bir devlet vardır. O devlet, Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından 1075 senesinde Bizans’ın elinden aldığı İznik başkent olmak üzere Türkiye devleti olarak kurulmuştur. Diğer Türk boylarından Danişmendliler, Artuklular, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Eyyübiler bu coğrafyaya komşu Türk devletleri olarak hayat sürmüşlerdir.

Hepsinin vârisi Osmanlı Devleti tarihteki en uzun süreli devletlerden biri olarak tüm bu toprakları egemenliği altında birleştirebilmiştir. Osmanlı Devleti’nin varisi Türkiye Cumhuriyeti ise bu mirasın hukuki temelleri tarihten geldiği halde kendini huda-yi nabit göstermek isteyenler tarafından tarihinden soyutlanmıştır.

Tarihte yer alan Çin, İngiltere, Fransa gibi devletler çok değişik hanedanlar tarafından idare edilmelerine rağmen asla bu hanedanları devletlerine isim olarak kabul etmemişlerdir. Bu sayede kendi tarihlerini kolaylıkla ve kesintisiz olarak birkaç bin yıl öteye indirebilmektedirler. Halbuki biz kendi elimizle kendi tarihimizi Selçuklu, Beylikler, Osmanlı, Cumhuriyet gibi param parça bölük pörçük zaman dilimlerine hapsediyoruz. Yukarıda zikrettiğim hususlara ilaveler her zaman yapılabilir.

Bu sebeplerden dolayı tarihten gelen ANADOLU TÜRK DEVLETİ’ni tek bir bütün halinde ele almalıyız. Bu sayede fertlerin milli şuuru ile milletine ve devletlerine aidiyet hissi o nispette artacaktır.

Hançerî Lugatı’ndan aldığım bu görüntüde “Restauration” ve “Restaurer” kelimelerini nazarlarınıza sunuyorum. Türkçe-Arapça-Farsça-Fransızca dört dilin sözlüğü olarak hazırlanan bu eserde “restorasyon” kelimesi karşısında “A.[Arapça] Ta’mîr-Tecdîd, P.[Farsça] Nev-sâzî, T.[Türkçe] Yenileme” olarak mânâları verilmektedir. Asıl öne çıkartmak istediğim husus son satırdaki “Nizam-ı milk ve devletin tecdîdi” ibaresidir. Esasında Fransızlar’dan çıkan bu tabir 1815-1848 arasında monarşilerini ıslah eden tüm Avrupa için kullanıldı. Böylelikle siyasi bir kavram olarak yerleşti.

Bizim de devlet tarihimizde böyle restorasyon dönemleri vardır. 



Türk Devleti’nin zayıfladığı anlarda yeniden ayağa kalkması defalarca tekerrür etmiştir. Devletimizin ilk kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Şah zamanından beri bu böyledir. Kendisi de bir ara Isfahan’da Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın yanında esir olmuş, geri döndüğü İznik’te yeniden devletin başına geçmiş, Anadolu Selçuklu Devleti sendelediğinde vekaleten yerine geçen veziri emaneti ehline teslim etmiştir.

O zamanlardan bu yana devamlılığın sağlanması, devlet organizmasındaki unsurların bazı mikroplara bağışıklığı ve elinde olmadan hastalandığında da tedaviye anında cevap verebilmesi sayesindedir. İyileştikten sonra her zaman dezenfekte işlemleri yapılmış bir sonraki ahvalde çıkması muhtemel mikroplara kadar devlet çatısı yerinde kalmıştır.

Anadolu Selçuklu hanedanı henüz Türk Devleti’nin başından ayrılmadan, uç’da boy gösteren Osmanlı hanedanı Osman Bey’in öncülüğünde Devlet’e talip olmuş ve 1299’da gereği yerine getirilerek Kutalmışoğlu’nun ilk kurucusu olduğu Devlet’in ikinci kurucusu olmuştur. Bu tarihten sonra Türk Devleti çeşitli badireler atlatmış ve “Nizam-ı milk ve devleti yenileyen” restoratör-ıslahatçı padişahlar ile hayatiyetini sürdürmüştür.

Bunların birincisi Çelebi Mehmed’dir. Timur’un Anadolu’daki tahribatının ardından dağılmak üzere olan devleti yeniden tüm hücreleriyle bir araya getirmiştir. Üçüncü kurucu hükümdar denilebilir.

Fatih Sultan Mehmed için ise “restoratör” yerine “müessis-i bünyani’d-devle” sıfatını kullanmak daha doğrudur. Onun zamanındaki teşkilatlanma ve kurulan yapı bazı hususlarda değişse de esas nizam olarak hanedanın sonuna kadar tesirini göstermiştir. Dolayısıyla Osmanlı Hanedanı idaresindeki Devlet’in dördüncü kurucusudur.

Zaman içerisinde her ne kadar Kanuni diye bir sıfat takılsa da Sultan Süleyman’ın böyle bir iddiası da gerçekliliği de yoktur.

Sultan Genç Osman ise gerçek bir restoratördür. Tasarılarını fiiliyata döktüğü sırada feci bir şekilde öldürülmüştür.

Lale Devri diye adlandırılan bir devrin “hissi ve kırılgan” hükümdarı Sultan Ahmed de iktidarını neredeyse devrettiği bir ekibin restorasyon hamlelerini geri çevirmeyerek bu silsilede yerini almıştır. Ne var ki öldürüleceğini anlayınca tahtını Birinci Mahmud’a kendi eliyle devretmiş, restorasyon hamlesi de yarım kalmıştır. Sultan Ahmed tahttan indirildikten yaklaşık altı sene sonra vefat etmiştir. Eski padişahın öldürülmeden bırakılması devletimiz için yeni bir durumdur.

Üçüncü Selim gibi zarif ve hassas bir padişahın da restoratörler arasındaki yerini alması Nizam-ı Cedid adı verilen yenilikleri bir bir icraat safhasına koymasıyla olmuştur. Her ne kadar esas güç Nizam-ı Cedid ricali denilen devlet adamlarında ise de hünkarın talepleri de çok etkilidir. Sonu da maalesef büyük dedesi Genç Osman gibi olmuştur.

Yeğeni İkinci Mahmud ise bence Cumhuriyete geçişi kolaylaştıran ortamın kurucusudur. Bu vasfıyla da Devlet’i beşinci kez yeniden kurmuştur. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nu (Yanlış olarak Tanzimat Fermanı diye bilinen) ilan buna nasip olmadıysa da alt yapısı onun zamanında hazırlanmıştır. Oğlu Abdülmecid’e sadece bunları uygulamak kalmıştır.

Çok tartışmalı kimliğiyle üzerinde hala uzlaşılamayan İkinci Abdülhamid ise bence restorasyon veya ıslahat kelimeleri ile biraraya gelemeyecek bir şahsiyettir. İlerlemeci ve batıya açık olsa da bugünkü yönetim zihniyeti gibi memleketin kalkınmasını pozitivist mânâda değerlendirmesinden dolayı “elde kalan vatana ben şu şu yatırımları yaparsam çözülme durur” zihniyetinden öteye gidememiştir.

Türkiye Cumhuriyeti olarak yaşayan Devlet’imiz altıncı kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün şekillendirdiği vaziyetten epeyce uzaklaşsa da yerine yeni bir şey getiremeyenlerin ihtiras ve hasediyle yeni bir kimliğe bürünmek üzeredir. Bunun restorasyon mu revolüsyon mu olacağını yaşayarak göreceğiz.

Hiç yorum yok: