28 Ocak 2024 Pazar

BALYEMEZ – ALİ KURNA


Osmanlılar bilhassa 19. yüzyılda tıp, matematik, kimya, fizik gibi bilimlere dair birçok kelime türetmişler ancak bunları ne hikmetse Türkçe köklerden türetmeyi akıllarına bile getirmemişler. Arapça köklerden, Arapçanın kurallarına göre, Arapların hiç duymadığı, bilmediği yüzlerce bilimsel kelime türetmekten yorgun düşmüşler, Türkçe üzerine pek kafa yormamışlar. Bu konuya daha sonra değinmek üzere şimdilik bu kısa girişle yetinelim. Kelime türetme anlayışları bir facia olsa da Avrupa dillerinden aldıkları birçok kelimeyi Türkçenin üslubuna, güzelliğine uydurmalarına hayran olmamak mümkün değil. Şimdilik "Balyemez topu" ile "Ali Kurna kâğıdı" örneklerini vereyim.
Balyemezi adlı bir İtalyan'ın icat ettiği top Avrupa'da kendi ismiyle anılırken, Osmanlıya gelince Balyemez adını almış. Bu adın Arşiv’deki eski defter ve evrakta bazı Osmanlıların lakabı olarak kullanıldığını gördüm. İşin gülünç tarafı bu ismin Türkçe olduğunu zanneden, lugat paralamakla meşgul ve Türkçeyi kaba saba bulan aklıevvel münşilerin hemen Farsçaya çevirip "Asel ne mi hored" yani Farsça "balyemez" demeyi tercih etmeleridir.
Türkler İtalya'dan ithal edilen kâğıtlara Ali Kurna adını takmışlar. Bunun hikâyesini de M. Zeki Pakalın’dan nakledelim:
« Eskiden kullanılan kâğıtlardan birinin adıydı. En ziyade sülüs yazı için kullanılırdı. İtalya'nın Toskana eyaletinin cenubunda güzel bir şehir olan Livurna'da yapılan bu kâğıtta {A. Ligorna) kelimesi soğuk damga ile vurulduğundan tahrife uğrıyarak "Ali Kurna" olmuştu. İki boyu vardı. Birine "battal" diğerine "evsat" denilirdi. Battalların kıt'ası büyüktü. Evsat olanlar "eseri cedit” kâğıdı cesametindeydi. Bu kâğıtların çifte olanları da vardı. Onlara "Çifte Ali Kurna" denilirdi. Renkli olanlarına da "Ali Kurna boyalısı" ismi verilirdi. Âbadi üzerine sürülen "ahar" bu kâğıtlara da aynen tatbik olunurdu. Bazen kâğıt "ahar" sürülmezden evvel ya "kına" yahut koyuca "çay suyu" ile boyanırdı. Boya kuruduktan sonra evvelâ yalnız nişasta, badehu yumurtalı ahar sürülürdü. Son zamanlardaki hattatlar arasında makbul bir kâğıttı.»



“Cümleye Yâ Hû”


Mezar taşlarında alışık olduğumuz klasik kalıp cümlelerden çok farklı bu başlık cümlesi, Ser-levha-i yemîn-i sâbık Şeyh İbrahim Efendi'nin 5 Ekim 1800 tarihli mezar taşında yazılıdır. Galata Mevlevihanesi Hamuşanı’nda bulunuyor. Dikkat edilirse hazire veya mezarlık demedim. Mevlevi nezaketinde buralara "hâmuşân" adı verilmiş. Yani buralarda yatanlara "ölü" demek istemediklerinden “susmuş; sessiz” anlamında hâmûş demişler. Çoğul kullandıkları zaman da hâmuşân oluyor. Susmuşlardan olan Şeyh İbrahim Efendi biraz kaideye aykırı gitmiş. Ziyaretçileri selamlamak mı istedi, yoksa ziyaretine gelenlere selamı hatırlatmak mı istedi bilinmez ama ben de arzusuna ve sesine uyarak “Cümleye Yâ Hû” ile herkesi selamlıyorum.



MÜTEKABİLİYET

 

İmparator III. Napolyon’un süslü-püslü, beyaz boyalı bir arabası varmış. Paris halkı nezdinde bu araba korku ve telâş kaynağıymış. Görür görmez kaçışırlar, göz önünden kaybolmaya çalışırlarmış. O sıralarda Fransa’nın İstanbul sefiri de padişahların saltanat kayığına benzer bir kayık yaptırmış, debdebeyle gezip Boğaziçi’nin keyfini çıkarırmış. Sultanımız gıcık olsa da bizim Hariciye, Fransız sefirini o sevdadan vazgeçirmenin yolunu bulamamış. İstanbul sefirinin Boğaziçi’ndeki macerası Paris’te Osmanlı sefiri olarak bulunan Ahmed Vefik Paşa’nın kulağına gitmiş. Hemen Napolyon’un arabasının rengine kadar aynısından yaptırmış. Olur olmaz yerde her gün arabasına atlayıp Paris’i turlar, Vefik Paşa’nın arabasını görüp III. Napolyon geçiyor zanneden Parisliler perişan olurlarmış. Sonunda Fransa Hariciyesi arabanın değiştirilmesini rica eder. Vefik Paşa bu ricayı beklemektedir. “İstanbul’daki sefirinizin kayığı ortadan kalkarsa benim arabam da ortadan kalkar” cevabını verir. İstanbul’a anında emir uçurulur ve taklit saltanat kayığı gözden kaybedilir. Vefik Paşa da arabasını siyaha boyatarak kullanmaya devam eder.
Şu kısacık hikâyenin ardında dağ gibi bir kaide durmaktadır ki diplomaside buna “mütekabiliyet kaidesi” denilir. Karşılık verme, karşılıklılık anlamına gelen “mütekabiliyet kuralı” aslında bir ülkenin bağımsızlığı ve egemenliği ile o kadar iç içedir ki mütekabiliyetten verilen her taviz egemenlik hakkından verilen tavizden başka bir şey değildir.
Günümüzde Türk Milleti’nin sığınağı, dayanağı, istinatgâhı olması gereken Türkiye Cumhuriyeti Devleti özellikle iki konuda mütekabiliyet kuralını kendi milleti aleyhine işletmektedir. Türklerin aleyhine ve cansipârâne bir şekilde yabancıların her türlü çıkarını korumak adına turist vizesi ile yabancıların emlak sahibi olmaları hususunda kendi milletini kurda kuşa yem eden bir hükümet vardır. Ülkemizin turist dövizine, çarığı sağlam Arap zenginlerin parasına ihtiyacı var denilerek bunlara her türlü kolaylığı sağlarken mütekabiliyet ilkesini hiç umursamamaktadır.
Bu sayede Türkler, süresi geçmiş pasaportlarla bile Türkiye’ye elini kolunu sallayarak girenlerin ülkelerine giriş vizesi alamamakta, konsolosluk kapılarında her türlü aşağılanmaya maruz bırakılırken, vize alınsın alınmasın harç ödemeye mecbur tutularak resmen soydurulmaktadır. Elin ecnebisine kaptırılan olağanüstü vize ücretleriyle adamlar kendi büyükelçiliklerinin masraflarını çıkardıkları gibi tüm diplomatik temsilciliklerinin finansmanını da bize yüklemeye uğraşmaktadır. Ülkemizin toprakları asla ve asla yabancıya satılmamalıyken sattığımız yetmiyormuş gibi bir de ne idüğü belirsiz insanları bu sayede vatandaş yapıp, oy kullandırarak ülkemizin kaderinde söz sahibi kılmak da hiçbir zaman kabul edilir bir politika değildir.
Osmanlılar 19. asırda uluslararası arenada güçten düştükleri zaman dilimlerinde bile mütekabiliyet ilkesinin çiğnenmesine izin vermeye asla yanaşmadılar. Düyun-ı Umumiye eliyle tahsil edilen borçların toplamı Osmanlının bir yıllık gelirinin on katı olduğu zamanlarda bile bu kuralı çiğnetmemek için ellerinden geleni ortaya koydular. Mütekabiliyeti ortadan kaldırarak topraklarını Avrupalılara satmamak için büyük direnç gösterdiler. Şimdiki kuru kuruya Osmanlıyla öğünüp duran Neo-Osmanistler işin bir de bu tarafını dikkate alırlar mı! Elbette duymak, bilmek dahi istemezler. Yazıklar olsun!

25 Ocak 2024 Perşembe

SULTAN AZİZ'İN BEŞİNCİ MURAD'A MEKTUBU



«Bihi. 
Evvela Cenâb-ı Allah’a badehu atebe-i şevketlerine sığınırım. Hizmet-i millette mesâi etmiş isem de hoşnûdu hâsıl edemediğimi beyân ve zât-ı şâhânelerinin hoşnûdî-i milleti müstelzim olacak hayırlı işlere muvaffakiyetini temenni ile beraber kendi elimle silahlandırdığım asker beni bu hale getirdiğini tahattur buyurmalarını tavsiyeye ibtidâr ederek mürüvvet ve insaniyet, sıkılmışlara yardım etmek meziyetini gösterdiğinden tenknâ-yı ızdıraptan halâs ile bir mekân-ı mahsus için inâyet-i şehriyârîni ricâ eder (ve Saltanat-ı Âl-i Osman’ı Sultan Mecid Han Hazretlerinin hânedânına tebrîk) eylerim.»




Bu yazı büyük ihtimalle Sultan Abdülaziz’in kendi el yazısıdır. Tahttan indirildikten sonra annesi Pertevniyal Valide Sultan ile birlikte kapatıldığı Topkapı Sarayı’ndaki sıkıntılı anlarında yeni padişah Beşinci Murad’a yazılmıştır. Önce bir özeleştiri ile başlar. Millete hizmet etmek için çalışmışsa da milletin hoşuna gidecek işleri gerçekleştiremediğini beyan eder. Beşinci Murad’ın milletin hoşnutluğunu sağlayacak işleri başarmasını temenni eder. Bu arada önemli bir nasihati es geçmez. Kendi eliyle silahlandırdığı askerin Sultan Aziz’i ne hale getirdiğinin hatırdan çıkarılmamasını tavsiye eder. Kapatıldıkları Topkapı Sarayı’nın dar, kasvetli ve sıkıntılı ortamından kurtarılıp kendilerine bir mekân tahsis edilmesini rica eder. En önemli ve ibretli cümle ise parantez içinde yazılmıştır. Osmanoğulları Saltanatının Sultan Abdülmecid hanedanına mübarek olmasını diler.

Bizler aslında Osmanoğullarını tek bir hanedan olarak ele alırız. Oysaki aynı ailenin mensupları oldukları halde taht değişikliklerinde birbirlerine karşı olmayacak derecede vahşi ve acımasız davranarak ne canlar yakmış, ne kanlar dökmüşlerdir. Klasik dönemdeki şehzade katliamlarına güya ekber ve erşed kaidesi sonrasında rastlanılmadığına dair bir algı oluşturulmuştur. Tam aksine daha da şiddetlenerek neredeyse saltanatın sonuna kadar bu acımasızlık sürmüştür.

Sultan Abdülaziz saltanatı kendi çocuklarına münhasır kılmak üzere belli girişimlerde bulunmuşsa da başarılı olamamıştır. Kendinden sonraki Murad, Abdülhamid, Reşad ve Vahdeddin yeğenleridir. Kendi oğlu Şehzade Yusuf İzzeddin’in ilk üç şehzadeden yaşça küçük olması sebebiyle hiçbir zaman padişah olamama ihtimali olduğu için ayrı bir hanedan olarak adlandırdığı Sultan Abdülmecid Hanedanı’na Osmanlı Saltanatını tebrik eder.

Abdülaziz’den itibaren Osmanlı hanedan ailesi zaten Azizî ve Mecidî olarak ikiye ayrılmıştır. Bu iki kanadın mensupları birbirlerine asla akrabalık ilişkileriyle candan yaklaşmamışlardır. Sultan Beşinci Murad’ın tahttan indirilmesinden sonra da öz kardeş oldukları halde Muradî ve Hamidî aileleri mensupları karşılıklı olarak amcalarından nefret etmişlerdir. II. Abdülhamid, yerine geçtiği ağabeyi Beşinci Murad’ı tam 28 yıl boyunca kapattığı Çırağan Sarayı’nda olağanüstü bir tecrit altına alarak dünyada cehennemi yaşatmıştır. Veliahd Şehzade Reşad'a cüzzamlı muamelesi yaptırmıştır.

Saltanat işleri dünyanın her yerinde böyledir. Ne özenilmeli, ne de gıpta edilmelidir. Türk Milleti ezici çoğunluğunun iradesiyle hanedan ve saltanattan kurtulmayı başarmıştır. Milletin, Osmanlı bakiyesi oligarşik zümrelerin ve Cumhuriyet Türkiyesi güç odaklarının tasallutundan da kurtulmaya odaklanması elzemdir.

ALLAH'TAN KORKMAYIP KULDAN ÖDÜ PATLAYANLAR


Günümüzde evliyaullahtan telakki edilen birçok Osmanlı şeyhülislamı aslında bürokrat adamlardır. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay vb. müesseselerde görevli hukukçulardan, kisvelerinden öte pek farkları yoktur. Bunların verdiği politik içerikli fetvaların çoğu maslahata binaen üretilmiş hukuki çözümlerdir.

Şeyhülislam Hayrullah Efendi’ye Sultan Aziz’i hal’ ettiren fetvayı verdiği için Şerrullah lakabını takanlar onun V. Murad’ı tahtından indirip II. Abdülhamid’i tahta çıkaran fetvayı da verdiğini görmezden gelirler. II. Abdülhamid’i tahtından indiren fetvayı veren Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi’ye, metni kaleme alan Küçük Hamdi Efendi’ye her türlü alçak sıfatları layık görürler. Esaret altındaki Meşihat’ten Şeyhülislam Dürrizade imzasıyla, Atatürk ve Kuvayı Milliyeciler hakkında idam fetvası çıkabilirken, Rifat Börekçi ve Anadolu müftülerinin karşı fetvasıyla bu fetva geçersiz ilan edilebiliyordu. Demek ki fetva politikanın bir ayağı haline gelmişti. Üstelik eski devirlerde de bunun örnekleri var. Hem de çok acı itiraflarla. Dördüncü Mehmed devrinde yaşanan Şeyhülisla
m Esiri Mehmed Efendi’nin azli böyle acı bir itiraftan sonra gerçekleşmiştir.

Köprülü Mehmed Paşa’nın himayesinde ilmiye rütbelerini kolaylıkla aşıp şeyhülislamlığa kadar yükselen Bursalı Esîrî Mehmed Efendi adlı şeyhülislamın azledilmesi padişah IV. Mehmed huzurunda olmuştur.

Şeyhülislam Mehmed Efendi, velinimeti olan Köprülü Mehmed Paşa’yı kötüleyip, "iyi ki öldü, haksız yere çok masumun kanını dökmüştü" gibi sözlerle ileri geri konuşur. Köprülü Mehmed Paşa’nın oğlu olup 26 yaşında babasının yerine sadrazam yapılan Fazıl Ahmed Paşa, IV: Mehmed’in huzurunda olduğunu umursamadan babasını kötüleyen şeyhülislama dönerek “her kimi katlettiyse senin fetvan ile katletmişti” diye cevap verir. O zamanlar şeyhülislamlara “fetva veren” mânâsına müftü de deniliyordu. Müftü Efendi pervasızca “şerrinden korkardım onun için fetva verdim” deyince Fazıl Ahmed Paşa “Ya Efendi! Allah’tan korkmayıp mahlûktan korkmak ilm-i diyânete layık mıdır” diye sorar. Susup kalan şeyhülislam padişahın hemen yazdığı bir hatt-ı hümâyûn ile azledilip Bursa’ya sürgüne gönderilir.
Tarih-i Raşid’in I. cildinde olayın anlatıldığı bölümün çevriyazısı:
«(Azl-i Şeyhülislam Bursalı Mehmed Efendi ve Tebdîl-i Sadr-ı Rûm bâ-Hatt-ı Hümâyûn)
Vezir-i Azam Hazretleri [Köprülü Mehmed Paşa’nın oğlu Fazıl Ahmed Paşa] Şeyhülislam Bursalı Mehmed Efendi ile bir husûs içün huzûr-ı hümâyûna vardıklarında sevk-i kelâm ile “vezir-i azam müteveffâ Köprülü Mehmed Paşa’nın ahvâli mezkûr olup müfti-i müşârunileyh mevti isabet oldu, zîrâ çok ehl-i ırzın hûn-ı nâmûsunu rîzân ve nâ-hak yere katı çok kan etmişti” dedikte vezir-i azam hazretleri dahi “her kimi katlettiyse senin fetvan ile katletmişti” deyü mukabele eyledi. Müftü Efendi dahi “şerrinden korkardım onun içün fetva verdim” dedikte “Ya Efendi! Allah tealâdan korkmayıp mahlûktan havf etmek ilm-i diyânete layık mıdır” deyü şeyhülislamı iskât ve ilzâm ettiği meşhûd-ı padişah-ı enâm oldukta “sadr-ı fetvâya bir mütedeyyin ve perhîzkâr âdem tedârük eyle” deyü hatt-ı hümâyûn ısdâr buyurulmağın Rûmili Kadıaskeri Sun‘î-zâde es-Seyyid Mehmed Efendi sene-i mezbûre Cumâde′l-âhiresinin on ikinci günü huzûr-ı hümâyûna da‘vet olunup hil‘at-i beyzâ-yi fetvâ ilbâs ve Sadr-ı Rûm′a İstanbul′dan ma‘zûl Minkârî-zâde Yahya Efendi iclâs olundu.»



DÖRDÜNCÜ MUSTAFA'NIN TAYYAR MAHMUD PAŞA'YA DAİR HATT-I HÜMAYUNU


Caniklizadeler paylaşımıma gelen tepkilerin bir kısmı şaşkınlık içeriyor. İhanet, isyan ve firar alışkanlıklarına rağmen bu aileden paşaların nasıl olup da affedildikleri, hatta yeniden devlette görev almalarının nasıl mümkün olabildiği merak ediliyor. Osmanlı devlet yönetiminde benim de hayret ettiğim hususlardan biri budur ve devletin asırlar içinde gelişen, oturan bir anlayış çerçevesinde müdahalesi vardır. Ancak ihanete rağmen affedilme veya ödüllendirilme sadece Canikli ailesine mahsus değildir. Celali isyancılarının çoğu silah bırakıp devlete teslim olmaları şartıyla paşa yapılmış veya başka zamanlarda başkaldırıp isyanlarını engelleyemedikleri Rumeli’deki Pasbanoğlu, Mısır’daki Kavalalılar, Irak’taki Büyük Süleyman ve Memluklar gibi zümrelere bir anlamda özerklik verilmişse de devlet kinini içinde saklamış ve zamanı gelince, ortam müsait ve gücü de yerindeyse cezalarını kesmiştir.

Devlet mekanizması her zaman aynı güçte olmayınca refleksleri de otomatik olarak aynı olmuyor. Denge politikası her şeyin başında geliyor ve o dengeleri sarsarlarsa devletin temelinin zedeleneceğini de pekâlâ biliyorlardı.


Şu aşağıdaki belge bu konuda oldukça malzeme sunmaktadır. Bizzat Dördüncü Mustafa’nın elinden çıkma bir hatt-ı hümayundur. Konuyla alakası olanlar bu padişahın çok iri harflerle yazılmış hatt-ı hümayunlarını bilirler ancak Arşiv’de gayet ince ve güzel yazılmış yazıları da bulunmaktadır. Padişah bugün çoğumuzun anlamakta zorlanmayacağı sade ve akıcı bir Türkçeyle Caniklilerin son büyük reisi Tayyar Mahmud Paşa’nın idamında ısrarcı olan Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa’yı rahatlatmak için dil döküyor. İşte satır aralarında da göreceğiniz üzere dengeler önemli. Padişah kendi tahtını korumanın ve rakiplerine koz vermemenin derdinde ne kadar hassas davranıyor. Nasıl da alttan alıyor. Yine de bu politikalarında başarılı olamadı ve kısa süren saltanatından devrildikten sonra boynunu yağlı kementten kurtaramadı. Yerine gelen İkinci Mahmud’un politikalarında Tayyar Mahmud’un yeri bulunmadığından idam edilmesi çok kolay oldu.


YA FETTAH


Fî 7 S[afer] sene [12]23 [4 Nisan 1808]


Benim Sadr-ı Azamım ve Serdar-ı Ekremim

Senin zatında merkûz olan hulûs ve sadakat ve hayr-hâhî ve gayret muktezası vekil-i mutlakım olduğun günden beri idare-i umûr-ı azîm-i Saltanat-ı Seniyye’mde zerre kadar kusur ve fütur ibrâz etmeyerek mecmûʻı harekât ve etvârın rızâ-yı mülûkâneme muvafık olduğundan senden her vechile hoşnut ve razı olduğum Hazret-i Mevla’ya malumdur. Ancak Tayyar Paşa hususunda halkın kılükal ve havadisinin kesretinden hatırına bir şey gelmesin. Ancak idamına irade-i mülûkânem taalluk etmediğinden tesahüp ediyor zannetme. Devr-i sabıkta Nizam-ı Cedid’i kabul etmeyip isyan edip Moskov’a firar etmiş idi. Bi-Avnillahi Teala cülus-ı hümayunum vuku bulduktan sonra bir takrib Asitane-i Aliyye’me gelip istida-yı inayet etmekle kaymakam nasp eyledim ki Musa Paşa gibi müseyyebâne hareket etmeyip Ordu-yı Hümayun’uma dair tertibat ve levazımatı yazdığın vechile tanzim ve irsal etmesi memul-ı şahanem idi. Amma aksi zuhur eylediği gibi azl eyledim. Ve vezareti ref’ olunup Dimetoka’da ikameti münasip görülmüş idi. Sonra orada ikametten havf eylediğinden naşi Varna’da ikamet etmesi re’y olunmuş. Allahı seversen şu Tayyar Paşa’yı tesahüp ediyor kıyas etme. Şimdi izalesi hususuna müsaade-i hümayunum olsa devr-i sâbık takımı düğün bayram edip işte cezasını buldu, mukaddem ettiği yoluna geldi diye gayet memnun olacakları senin dahi malumundur. Benim murad-ı hümayunum ancak devr-i sâbık takımının hazzedeceği bir şey vücuda gelmesin diyedir. Yoksa Allah bilir tesahüp değildir. Ve murad-ı hümayunum bu olduğunu senden maada kimseye ifade ve izhar etmedim ve bundan sonra dahi kimse[ye] bildirmek muhaldir. Amma sen kendi çerağ-ı hassım olup lakırdı çıkmayacağı malum-ı şahanem olmakla tahrir eyledim. Lakin Varna’dan vilayetine veyahut Kırım’a firar etmesi memul müdür? Eğer bu makule harekete cesaret eyleyeceğini fehmedersen taraf-ı hümayunuma iş’ar edesin. Lakin vilayetine firar ederse evvelki gibi asker cem’ edip tuğyan edemez zannederim. Kırım’a gider ise bir beis yok, kıyas olunur. Senin dahi hatırına nasıl gelir ise mülahaza edip taraf-ı hümayunuma iş’ara şitab eyleyesin. Bir vechile ashab-ı garazın kılükal ve havadisine bakmayıp mukteza-yı sadakat ve istikametin üzere memur olduğun maslahat-ı din ü devletime evvelkiden birkaç kat ziyade dikkat ve ihtimam edip dua-yı hayr-ı hüsrevâneme mazhar olasın. Cenab-ı Bari nusret ve selamet verip yüz aklığı ile hak-i pa-yi hümayunuma yüz sürmeyi müyesser eyleye. Âmin.

TSMA-E, 529/45




24 Ocak 2024 Çarşamba

NABİ'DEN VAİZE

Eskilerin yobazlığa karşı hiç müsamahası yoktu. Emin olun bugün meydanı boş bulup olur olmaz yerde ahkam kesip, milleti zıvanadan çıkaranların o devirlerdeki izdüşümlerine, sazla, sözle, şiirle, fıkrayla ve çoğunlukla devletin demir yumruğuyla, buldukları her yerde kafa göz demeden giydiriyorlardı. 

Buyurunuz Urfalı Nabi'den berceste bir beyit.

«Vaiz bizi tahvif ile teşvişe düşürme»
«Sen mahkeme-i rûz-ı cezâdan mı gelirsin»




KÂNÎ DİVANINDA İSTANBUL TASVİRİ

 

Tokatlı Ebubekir Kânî Efendi bence çok çok zeki bir şairdir. Bilmeyenler için söyleyeyim; hani aşık olduğu Romen kızı "madem aşıksın bana, sen de gel Hıristiyanlığa" deyince "hoop orada dur bakalım, kırk yıllık Kânî olur mu Yani" diyen ve bu deyişiyle dilimize yerleşen Kânî Efendi'dir sözünü ettiğim. Hakkında daha fazla malumatı web ortamında rahatlıkla bulursunuz. Hatta MEB sayfasında Kânî Divanı bile var. İşte o divanda bir İstanbul bahsi var ki günümüzde bol bol karikatürleştirilen "Seni yenecem ulan İstanbul" mottosunun yolunu çok eskiden yapmış. Köprülü Asım Bey kitapları arasındaki divandan ilgili sayfa görüntüsüyle yeni yazılı halini veriyorum.


Anlaşılmayan birkaç kelime için Kubbealtı lügatine müracaat edebilirsiniz. Muhtemelen lügate bakılmayacağı için yanlış anlaşılacak bir mevzuyu ben açıklayayım. Gündemde de olduğundan şiirde dikkatinizi çekebilecek kira meselesi ev kirası değildir. O devirlerde yolculuk için tutulan arabalara kira arabası, sürücü ve işleticilerine de kiracı denilirdi. Bunların şehirlerde yattıkları hanlar da genel olarak "kiracı hanı" adıyla anılırlardı.


Gitmek ister gönül İstanbul’a/İsteğin belki o yerlerde bula
İşitenler kimi tahsin etti/Kimisi hande-i şîrin etti
Dedi bazıları ey divâne/Gerçi ırgat da varır divana
Lîk adı yine onun ırgat/Onda yoktur ona cây-ı mutad
Sen gibi bî-ser ü pâya ne gerek/Vara İstanbul’a zahmet çekerek
Kudretin var mı kira tutmağiçün/Ya kiracıları avutmağiçün
Sen gibi yüz bini var her yolda/Kim sorar hiç seni İstanbul’da
Gel otur bunda işin Hak düzetir/Geçinirsin hem ağalar gözetir
Geldi bu söz bana gayet ağır/Lîk o yanşak olup ben sağır
Dedim ey merd-i sütûde güftâr/Bahrde hâr u hasın da yeri var
Hasılı fesh-i azimet olmaz/Badezin bunda ikamet olmaz
Bir zamanda gezelim dünyayı/Alalım ibret-i mâfihâyı
Görelim Hazret-i Mevlâ neyler/Umarım akıbetin hayr eyler




İŞGAL ALTINDAKİ İSTANBUL'UN SİNEMALARI

Mayıs 1921'de İstanbul işgalin en azgın döneminde ama sinema salonları da birbiri ardına açılmakta. Kapasiteleri ve semtleri ile sinemaların o zamanki listesi.





ŞİŞLİ CAMİİ’NİN YERİNDEKİ ÇAMUR DERYASI


İstanbul Nadir Eserler Kütüphanesi’ndeki II. Abdülhamid Fotoğraf Albümleri arasında bulunan şu fotoğrafta çok ilginç ayrıntılar yakalayabiliriz. Fotoğrafta görülen bina grubunun Şişli Süvari Karakolu olduğunu bilmek ilk bakışta dikkat çekmez ama burası günümüzdeki Şişli Camii’nin yer aldığı üçgen parsel dersek ilginizi çekebilir.
Şişlili kazların maişetlerini çıkardığı su birikintisi ve çamur deryasından şikâyet eden Tabip İbrahim imzasıyla bizzat II. Abdülhamid’e sunulmuş fotoğraflı bir arzuhal aslında. Tabip İbrahim imzası mütevazı bir imza ancak kendisi padişahın ve hareminin başhekimi olarak gayet itibarlı biri olduğu kadar hatırı sayılır paşa unvanına da sahip. Buna rağmen şu yolun çamurdan kurtarılması için defalarca bizzat belediyeye başvurmuş, kimse dikkate almamış. Ricalarına kulak asılmadığından şikâyet ederek son çareyi padişaha bu arzuhali yazmakta bulmuş. Sultanın bu şikâyete el atıp Şişli-Kâğıthane yolunu kazlardan ve çamur deryasından kurtarıp kurtarmadığını tetkik edemedim.
Fotoğrafta ayrıca en solda taştan/mermerden bir anıtın dikili olduğu görülüyor. Bunun da ne olduğunu tetkik edemedim ancak Okmeydanı’ndan atılıp buralara düşen okların hatırası olarak dikilen menzil taşlarından biri olma ihtimali aklıma geliyor. Doğrusunu bilen varsa paylaşmasından mutlu olurum.

METİN:

Darülaceze’ye giden ve Şişli’de Süvari Karakol-ı Hümayunlarının önünde bulunan caddenin kış mevsiminde manzarası olup ne araba ve ne de yayan yürümek imkânın haricinde olmakla mürûr u ubûr muattal bir hale gelmiş olduğundan yakında bulunan taş ocaklarından bir miktar taş dökülerek yapılması Şehremaneti’ne defaatle rica ve iltimas olunmuş ise de kulak bile verilmediği ve bu bataklık tahammül olunmaz bir hale geldiğinden Darülaceze’ye ve Kâğıthane köyüne giden fukara-yı ahali kulları merhamet-i şahanelerine iltica eylemekte oldukları maruzdur, fermân.

Tabip İbrahim Kulları






Ressam Giovanni Jean Brindesi ve "Pazar Kayığı"


Osmanlı devrinden 80’li yıllara kadar İstanbul’un ihtiyacı olan taze meyve ve sebze, merkezde ve Marmara çevresinde üretilirdi. Tahıl ve et ürünleri açısından her devirde Anadolu ve Rumeli’ndeki üretim merkezlerine bağımlı olunsa da İstanbul’un nüfusunu besleyebilen bir üretim ağı oluşturulmuştu. İstanbul ve çevresinde 90’lı yıllara kadar mahsul alınan çok verimli bostanlar vardı. Sur içinde Langa, Yenikapı, Yenibahçe semtlerinde ve sur dışında Yedikule’den Ayvansaray’a kadar uzanan bostanlarla, Beyoğlu tarafında Piyale Paşa bostanları geniş alanları kaplıyordu. Üreticiler ürünlerini semt pazarlarında ve çarşı tezgâhlarında tüketicilere ulaştırırlardı. Osmanlı devrinde de İstanbul çevresindeki Hassa çiftlikleriyle Topkapı Sarayı’nın bahçelerinde Bostancı neferatı marifetiyle öncelikle sarayın ihtiyaçları için üretilen meyve ve sebzelerin fazlası halka satılırdı. Ayrıca Boğaziçi köylerinde yaşayanlar, küçük ölçekli tarım, hayvancılık ve balıkçılıkla geçinirler, ürünlerini İstanbul’un semt pazarlarında tüketiciye ulaştırırlardı.
Tanzimat yıllarına kadar Boğaziçi köyleri nüfus açısından çok tenhaydı. Merkeze düzgün bir karayolu bağlantısı olmayan bu köylerin İstanbul ile ulaşımı “pazar kayığı” adı verilen beş-altı çifte kürekçinin çektiği, otuz-kırk kişiye kadar yolcu ve yük alabilen büyük teknelerle sağlanırdı. Boğaziçi köylerinde üretilen Arnavutköy çileği, Çengelköy hıyarı, Beykoz cevizi çok meşhurdu. Bu köylerin tarha ve bahçelerinde mevsimine göre elde edilen ürünler pazar kayıklarıyla İstanbul’a ulaştırılırdı. Neredeyse her Boğaziçi köyünde hayır sahiplerinin vakfettiği ve belli kurallarla işleyen pazar kayıkları bulunurdu. Tanzimat devrinde İstanbul’da yaşayan Ressam Giovanni Jean Brindesi, Boğaziçi’nin simgelerinden olan pazar kayığının Rumelihisarı hizasından geçişini 1855-60 yılları arasına tarihlenen bir tablosunda çok nefis canlandırmıştır.
Keçecizade Fuat Paşa ile Ahmed Cevdet Paşa’nın geliştirdikleri fikirle 1850’de kurulan Türkiye’nin ilk anonim şirketi Şirket-i Hayriye’nin vapurlarıyla yeni bir döneme girildi. Hisseleri 1945’te satın alınarak devletleştirilen, günümüzdeki İBB Şehir Hatlarının temelini oluşturan Şirket-i Hayriye Boğaziçi’nin gelişmesinde ve imarında en büyük rolü oynamıştır.







YAZMALARDA KARŞIMIZA ÇIKAN DOĞUM KAYITLARI

 


Yazma bir kitabı karıştırırken sayıları az da olsa bazı ana-babaların çocuklarının doğum tarihlerini kaydettiklerini görüyorum. Bu eski Türk geleneği bu akşam karıştırdığım dijital yazmada da karşıma çıktı. Yalnız bu ana-babaların tuttukları kayıtları görünce dayanamayıp hüzünleniyorum. İsimleri meçhul ebeveyni kimdi acaba? Dört yıl içinde peş peşe doğan Fatma Kadın, Mehmed Sadık Çelebi ve Abdurrahman adlı çocukları için ne güzel dualar etmişler. Duaları kabul oldu mu? Ömürleri uzun, âlim, salih ve saliha olabildiler mi? Kim bilir? Ne hayatlar yaşandı geçti, bizlerin hayatları da geçip gidiyor işte…


(Ay adlarının kısaltmaları biraz çalakalem olmuş. Cumade’l-Ula’nın kısaltması Ca., Zilkade’nin Za. olmalıyken C. , Z. yazıp geçmişler. Böyle yazıldığına daha önce de rastladım. Divan ve Babıâli kâtiplerinin kuralları halk arasında pek dikkate alınmıyor.)


METİN:


Hâlâ bin yüz elli dört senesi mâh-ı Cumade’l-Ûlâ’nın yirminci Çarşamba günü saat üçte iken kızımız Fatma Kadın dünyaya kadem bastı. Allahü azimüşşan hazretleri tûl ömür ile muammer eyleyip aʻmâl-i saliha ile âmil eyleye. Âmin. Fî 20 C. Sene 1154 [3 Ağustos 1741]


Ve bin yüz elli altı senesi mâh-ı Muharremü’l-Haram’ın yirminci gecesi mübarek Cumartesi gecesi saat üçte iken oğlumuz Mehmed Sadık Çelebi dünyaya kadem basmıştır. Allahü tebareke ve teâlâ hazretleri ömr-i tavîl ile muammer eyleyip âlim ve sâlih kullarından eyleye. Âmin. Fî 20 M. Sene 1156 [16 Mart 1743]


Ve bin yüz elli yedi senesi mâh-ı Zilka’de’nin yirmi yedi Perşembe gecesi saat bir dakika 15’te oğlumuz Abdurrahman dünyaya kadem basmıştır. Allahü tebareke ve teâlâ hazretleri ömr-i tavîl ile muammer eyleyip âlim ve sâlih kullarından eyleye. Âmin, bi-hürmetihi Seyyidi’l-Mürselîn. Fî 27 Z. Sene 1156 [1 Ocak 1745]



PADİŞAHLARIN YAZMA ESERLERDEKİ HATLARI

Bazen okuduğum, gözden geçirdiğim yazmalarda sultanların padişahlık veya şehzadelik zamanlarında okudukları kitaplara düştükleri notları görüyorum. Bu notların sağında solunda padişah yazısı olduğuna dair bir imza veya açıklama olmadığı için unutulup gitmelerini istemedim. Şimdilik bunlardan 4 tanesini sizlerle paylaşıyorum.

İlk önce Vakanüvis Ahmed Asım Efendi’nin “Asım Tarihi” adıyla bilinen eserinin yazma nüshasına Sultan II. Mahmud’un yaptığı tashihi göstereyim. Asım Efendi günümüzde İÜ. Nadir Eserler Kütüphanesi 6018 numarada kayıtlı müellif nüshasını II. Mahmud’a sunmuş ve karşılığında hatırı sayılır bir caize almıştır. II. Mahmud bu kitabı dikkatle okumuş olmalı ki son sayfasında III. Selim’in sadrazamı Yusuf Ziya Paşa’dan sonra Yeniçeri Ağası İbrahim Hilmi Paşa’nın sadarete getirildiğini yazdığı satırın yanına yanlışı tashih ederek “Kapudan-ı Derya İsmail Paşa makam-ı sadarete mevsul oldu” cümlesiyle doğrusunu yazmıştır. (1. ve 2. foto)


Nuruosmaniye Kütüphanesi 2009 numarada kayıtlı “Fetava-yı Ali Efendi” yazmasının kapak içinde de III. Osman’ın muhtemelen telhis üzerine yazdığı bir hattın müsveddesi olarak kullandığı hatt-ı hümayun vardır. Kimliğini bilemediğimiz bir görevliyi dair “İhtiyar olup seza-yı merhamet olduğu içün cerâyim-i güzeştesi afv ve kitabeti ihsan-ı hümayunum olmuştur” ibareli bu hat III. Osman’ın tipik el yazısıdır. (3. foto).


Topkapı Sarayı Kütüphanesi Revan 1303 numarada kayıtlı “Yemişçi Hasan Paşa’nın Telhisleri” kitabı en ilginç olanıdır. II. Süleyman bu kitabı resmen karalama defteri gibi kullanmış, belki şehzadeliğinde okuması için verilen bu kitabın birçok sayfasını karalamıştır. Çok bozuk, kötü bir yazıyla “Sultan Süleyman’ın kitabıdır, Sultan Süleyman Han b. İbrahim Han” ibarelerini yazmayı da ihmal etmemiştir. (4. ve 5. Foto),



Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat 408 numarada kayıtlı murakka mecmuasında Sultan I. Ahmed’in berbat bir yazıyla yazıp “Ketebehu İmamü’l-Müslimîn Sultan Ahmed Han” ibaresiyle imzaladığı hadislerin, çok sanatkârane bir esermiş gibi altına batırılıp, süslendikten sonra bu mecmuaya konulması da kayda değer ilginç bir vak’adır. (6. ve 7.foto)








2 Ocak 2024 Salı

İSTANBUL KÜTÜPHANELERİNİN DURUMU (1900)

İstanbul kütüphanelerinin durumuna dair Fetva Emini Nuri Efendi mühürlü, 20 Kasım 1900 tarihli bir değerlendirme notu. İstanbul'da büyük tahribata yol açan 1894 depreminin yaraları henüz sarılamamış, bazı kütüphaneler depremzede olduğu için, bazıları da mücbir sebeplerle mühürlenip kapatılmış. Her tarafta en çok görülen şey toz, toz, toz. Oturacak doğru dürüst yerleri yok. Nuri Efendi'nin dilinden ıstırabını okuyalım.

«Kütüphanelerimiz pek şâyân-ı esef bir haldedir. Bazıları hareketzede olduğu için bazı diğerleri de kapıları temhir olunarak seddedilmiştir. Açık bulunanlarının bir kere içerilerine girildimi tozdan topraktan döşemelerinin fersudeliğinden oturacak bir yer bulmak müşkildir. Bir kitap getirtilip ele alındı mı teessürler içinde kalınır. Zira cildinin fersudeliğinden o köhneliğe inzimam eden birkaç parmak sihanındaki tozdan kitabın rengi kalmadığı gibi hemen hemen dağılacak zannolunur. O kitaplar ki bugün milyonlar sarf edilse Hüdânekerde zayi olduğu takdirde elde edilmek kabil değildir. Çünkü ekserinin nüshası kalmamıştır. Kütüphanecilerin ise ekserisinin maaşları hilâf-ı marzî-i hazret-i padişâhî olarak pek cüz’idir. Hatta Şehid Ali Paşa kütüphanecisinin maaşı yüz para, Köprülü Kütüphanecilerinin ki 30 kuruş maaş aldıkları mesmu‘-ı hakîr olmuştur.

Fî 27 Receb-i Şerif 1318 [20 Kasım 1918]

[Mühür-Eminü'l-Fetva]