5 Ekim 2019 Cumartesi

İYİLİĞİ EMRETMEK KÖTÜLÜĞÜ ENGELLEMEK

Şimdilerde başına sarığı, takkeyi geçirip, bazen de gayet Avrupaî kıyafetlerle bir cemaatin önüne geçip aklına eseni salladıktan sonra sosyal medyaya servis ederek toplumda “hoca-şeyh-vaiz” olarak nâm salanlar bu eylemlerini “iyiliği emretmek-kötülüğü nehyetmek” düsturu uyarınca yapıyorlar. Olur olmaz olaylara kendilerince İslamî yorum getirip kamuoyunun büyük tepkisini toplayan sosyal medya fenomenleri, trolleri de cabası.

Bunların gerçek niyetlerini elbette okuyamam, ben iyi niyetle bakıyorum. Bu halleriyle İslamî ve insanî görevlerini yapmanın huzuru içinde arkalarına yaslandıklarında biraz ortalığı izleseler, nasıl tepkilerle karşılaştıklarını, toplumu nasıl ayrıştırdıklarını, velev ki iyi niyetle çıktıkları yolda kendileri sayesinde İslâm’ın ne şekilde hakarete uğradığını görebilirler.

Gün geçtikçe bu ayrışma ve karşılıklı nefret duygusu yoğunlaşarak artıyor. Bu tutulan yolun yol olmadığını, 350 yıl önceki Osmanlı toplumu Kadızadeli zihniyetiyle yüzyüze geldiğinde Kâtip Çelebi yazmıştı. “Mizanü’l-Hak” adlı eserinin “emr-i bi′l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münker” bahsinde aynen şöyle diyor:

« … Pes emr-i bi′l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münker iderin deyenlerün müdde‘âsı ve sözleri bu mahalle arz olundukda ne müşkül imiş Hazret′in ümmeti ile mu‘âmelesi lutf ve kerem yüzünden iken âhir zamanda gelen müdde‘îler ki kendüler Hazret‘e itdüği muhâlefet ayıbını görmeyüp cüz‘î bahâne [sudan sebepler] ile ümmetin kimini ikfâr [kâfirlikle suçlama] ve kimini tadlîl [sapkınlıkla suçlama] ve kimini tafsîk [bozgunculukla suçlama] idüp Allah’dan korkmaz ve peygamberden utanmaz. Halkı ta‘assub derdine düşürüp tefrikıyyeye [ayrışmaya, fırkalaşmaya] sebeb olur. Avâm şurût ve kuyûdı ne bilsün [Halk emr-i marufun şartlarını kayıtlarını ne bilsin]. Her nesnede emr-i bi′l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münker vâcibdür sanup birbiriyle niza‘ ve lecc [tartışıp inatlaşmak] idüp köpek dalaşı gibi itdükleri cidâl gâhî kıtâle mü’eddî olur [sözlü tartışma giderek silahlı çatışmaya sebep olur]. Ehl-i İslâm’ın birbirleri ile ceng ü cidâli ekser bu husûsa mebnîdir.»

Görüntünün olası içeriği: yazı
Görüntünün olası içeriği: yazı

KURU KAVGANIN AHMAK TARAFTARLARI


Fotoğraf açıklaması yok.

Kadızadeli-Halveti kavgası adıyla tarihte iz bırakan tartışma ve çatışma ortamını bizzat yaşayan Katip Çelebi'nin nasihatlerine kulak tıkamamalıyız. Katip Çelebi'nin ahmaklıkla itham ettiği çoğunluk, iki taraftan birini tutmayı tercih ettiyse de akıllı olarak nitelendirdiği azınlık bir grubun söylediklerine pek kulak asan olmamıştı. İki gün önce paylaştığım dergi yazısını okuyamayanlar için aşağıdaki kısa alıntıyı öne çıkarıyorum.

“İçlerinde akıllı olanlar -Bu hadise taassuptan doğan bir kuru kavgadır. Bunlar iki faziletli şeyhtir, ne Sivasi ne Kadızade Efendi bize cenneti garanti edemezler. Birbirlerine olan muhalefetleri bunları meşhur etti, padişah da bu sayede onları öğrendi. Onlar da yakaladıkları şöhreti iyi değerlendirdiler. İşlerini görüp dünya nimetlerinden yararlandılar. Ahmaklık edip onların davasını sürdürürsek elimize zarardan başka bir nesne geçmez- diyerek işe karışmadılar. İslam Sultanı iç çatışmaya ve bozgunculuğa yol açmaması için böyle taassup sahiplerini kahretmeli, cezalandırmalıdır. Bu ihtilafın, iki taraftan birinin galip gelmesine fırsat verilmeden sonlandırılması zorunludur. Gerek Sivasi gerekse Kadızade taraftarları ahmaktır. Âlemin düzeni insanların hadlerini aşmadan hayatlarını sürdürmeleriyle sağlanır.”

Fotoğraf açıklaması yok.

Yukarıdaki sadeleştirilmiş metnin Mizanü'l-Hakk'ın yazma nüshasındaki sayfalarını da sunuyorum.

TARİHİN ACI ACI TEKERRÜRÜ

Deprem vergisi, özel iletişim vergisi, adına ne derseniz deyiniz, 1999 depreminden sonra ihdas edilen vergilerin akıbetini sormak yeni yeni milletin aklına geliyor. Oysa modern bir devlette, toplanan vergilerin, kimler eliyle ve ne şekilde harcandığının hesabı, yurttaşların ilk sorması gereken hususlardandır. Hatta denetime açık ve denetleyici kurumlar eliyle, bireylerin sorusuna hacet kalmadan bütün harcamaların şeffaf bir şekilde ortaya konulması devletin asli görevidir.

Eskiden Meclis, Sayıştay, Danıştay bu işlerle uğraşırdı. Devlet ve hükümetin aynileşmesi, günden güne tek başlı ve tek sesli bir kimliğe bürünmesi, denetim aygıtlarını devreden çıkardı. Kuvvetler ayrılığı yürürlükteyken “4. kuvvet” olmakla böbürlenen medyanın da CB ve parti teşkilatından ibaret sehpanın (Farsça se+pa=üç ayak) üçüncü ayağı olmasıyla işler iyice çığırından çıktı.

AB yolunda yurttaşlara lütfedilen “Bilgi Edinme Hakkı” uyarınca kurulan BİMER ve sonraki CİMER, yurttaşların bilgi edinmesinden ziyade birbirini ispiyonlamasına gayet elverişli bir araç haline getirildi. Bilgi edinmeye kalkışılsa dahi devlet sırrı, askeri sır, ticari sır, özel hayat denilerek kişi ve kurumlara sağlanan muafiyetlerden dolayı o hakkın kullanımı da kadük kaldı.

Bizde devlet Osmanlıdan beri koruyamasa da elde tuttuğu evrakına kıskançlıkla sahip çıkar. Devletin resmi tarihçileri (vakanüvisler) dahi belgelere ulaşamadıklarından yakınırlar. Vakanüvis Lütfi Efendi, rütbeli bir memur olduğu halde kalem kâtiplerini, şeflerini geçemeyip onlardan belge alamadığından gazete haberlerine muhtaç kaldığını ve eserinin de öylesine bir tarih olduğunu yana yakıla anlatır. O zamandan günümüze hayli mesafe aldığımızı sanıyoruz ama aksine modern bir devlet olmaktan gayet uzakta, hatta bazı hususlarda Osmanlının dahi gerisindeyiz.

KIYAMU'L-HİKMETİ Bİ'L-KALEM

Bir zamanlar Osmanlı Arşivi araştırma salonunda asılı olan şu levhada "Kıyamü'l-Hikmeti bi'l-Kalem" yazılıdır. Ser-Sikkegen Abdülfettah Efendi'nin 1847 tarihli bu eseri Hazine-i Evrak'ın açıldığı yıl, kutu etiketlerini yazdığı zaman elinden çıkmış olmalıdır. O zamandan Arşiv'in 2013'te Kağıthaneye taşınmasına kadar aynı yerinde asılıydı. Hikmet, bilgi demektir. Aya Sofya terkibini "kutsal bilgelik" olarak çevirdiğimizde oradaki "Sophia" İslam geleneğindeki karşılığı "Hikmet" ile aynı anlamda buluşurlar. Levhamızdaki veciz sözü kısaca "Hikmet kalemle ayaktadır" cümlesiyle açıklayabiliriz. Bilgimizin diri ve ayakta olması için kalemi, kağıdı, kitabı ihmal etmeyen bir ömür sürmeliyiz
Fotoğraf açıklaması yok.

TABİİYYETTEN TİKSİNEN ŞAİR EŞREF



Şair Eşref'in "Deccal" kitabında şöyle bir kıt'ası var:

KIT'A
Nefret ettim ba’demâ Osmanlı nâmı istemem
Yok mu istikrâha hakkım söyle Allah aşkına?
Padişahım başka bir lutf istemem senden fakat
Tâbi‘iyyetten beni afv eyle Allah aşkına.


Şimdilerde ecnebi muhitlerine kapağı atıp, kaderinden kurtulmak isteyenlerin ilk aktivisti Şair Eşref miydi acaba? Ondan önce de Jöntürkler ve diğer bazı muhalifler Osmanlı ülkesi dışında, Avrupa'da, Mısır'da bulunuyordu ama onların derdi vatandaşlıktan çıkmak değil, ülkeyi Meşrutiyet ve parlamento ile huzura kavuşturmaktı. Eşref de onlardan farklı değildi aslında. Belki de iyice kötümser bir anının mahsulüdür bu kıt'a.

Lugatçe: Ba'demâ-Bundan sonra, İstikrah-Tiksinme, Tâbi'iyyet-Vatandaşlık.

Görüntünün olası içeriği: yazı

MELAHAT YARIŞMASI

1912 yılında bir gazete erkek çocuklar için güzellik yarışması düzenlemiş. Her sayısında birkaç çocuk fotoğrafı var. Fotoğraflardaki çocukların bazıları eşek kadar ama yine de yarışmaya çocuk kategorisinde katılmışlar. Orası önemli değil de o yılların ana-babalarında bir tuhaflık mı var çözemedim. Derginin ilk sayılarında gördüğüm bazı çocukları saçıyla, elbisesiyle kız çocuğundan ayırmak için ancak ana-babası olmak lazım diye düşünüyordum ki şimdi paylaştığım fotoğrafı görünce merakım iyice arttı. Fotoğrafın altında "Sol taraftaki kız olduğundan müsabakaya dahil değildir" yazılı. Bu çocukların hangisinin kız, hangisinin erkek olduğu o zamanlar nasıl anlaşılıyordu yahu!




ÇUVAL İÇİNDE DENİZE ATILAN AVRAT


Suhte ve yobaz güruhu III. Selim devrinde oldukça göze batar olmuş. Çok sayıda belge ve kronikte döneme ait yobaz hikâyeleri zengindir. Bunlardan III. Selim’in hatt-ı hümayununu (el yazısını) içeren bir tanesinde şu hikâye anlatılır.
Fatih Camii civarında terör estiren ehl-i şekavet ve yobaz güruhundan Salbaş Mehmed, Hasan Efendi, Tophaneli Lazoğlu Mehmed ve Halil Efendi ile Kalyoncu İbrahim’in medresedeki odaları basıldığında içeride bir avrat bulunmuş. Ayrıca medresenin misafiri olduklarını iddia eden birileri de ortaya çıkmış. Sadrazam III. Selim'e yazdığı telhisde şeyhülislama haber verdiklerini, şaki suhtelerin boğdurulmaları için şeyhülislamın onayını aldıklarını söylüyor. Sadrazam suhtelerin boğdurulmalarını, avratın çuval içinde halka açık şekilde idamını isterken III. Selim dayanamamış, çuval içinde denize atılmasını emretmiş. Suhtelerin boğulmasını onaylıyor. Misafiriz diyenler için de mademki iyi adamlardı, fenaların yanında ne işleri vardı diye soruyor. Bunlara tatbik edilecek cezayı da şeyhülislama bırakmış.

III. Selim’in hatt-ı hümayunu:
«İbret-i âlem için şeyhülislam efendinin haberi mûcebince tertib-i ceza olalar. Avrat çuval ile denize ilka oluna. Misafiriz diyenler dahi töhmetli olmak gerektir. Çünkü iyi adamlardır fenaların yanında işleri nedir. Misafirler için şeyhülislam efendiye su‘âl edesiniz, küreğe mi münasiptir sair mi münasiptir. Nasıl rey eder ise icra edesin.»

PARATONER

İstanbul’da yıldırım düşmesiyle çok büyük yangınların çıktığı vakidir. Bazı cephaneliklere, baruthanelere yıldırımın isabet etmesi çok sayıda cana mal olduğu gibi çıkan yangınlar İstanbul’un büyük bölümünü tahrip etmiştir. Bu durum paratonerin icadına kadar Batı dünyası için de sözkonusu idi. Benjamin Franklin’in 1760’da icat ettiği paratoner kısa zaman içinde yayılarak Amerika ve Avrupa’da resmi-sivil binalarda kullanılmaya başlanıldı. 19. Yüzyılın ilk çeyreğinde Batı dünyasında paratonerin yaygınlığına rağmen Osmanlı henüz haberdar olmadığından yıldırımın sebep olduğu yangınlar ve can kayıpları devam ediyordu.

Câbi Tarihi’nde bu zaman diliminde yıldırım düşmesiyle çıkan çok sayıda yangın anlatılır. En çok da minareler ve gemi direkleri isabet almaktadır. 3 Temmuz 1811’de Ortaköy’de demirli donanma kalyonlarından birinin direğine isabet eden yıldırımla 8 denizci yanarak ölür. 31 Ekim 1813’de Sultan Selim Camii müezzini salâ okuduğu sırada düşen yıldırımla helak olmuştur. Aynı anlarda Laleli Camii müezzini de minareye çıkmışken korkusundan kendini aşağıya bırakarak yaralanır. Câbi Tarihi’nde böyle çok sayıda örnek vardır.

Anlaşılan 1848’e kadar paratonerin cami minarelerine takılması gündeme gelmemiş. Mustafa Reşid Paşa’nın ilk sadaretinin sonlarına ait bir iradede cami minarelerine paratoner takılması için şeyhülislamdan fetva istenildiği anlaşılıyor. O tarihteki şeyhülislam Arif Hikmet Bey Efendi ulemanın aydın ve bilgili takımındandır. “Dinen hiçbir sakıncası yoksa da şu sıralarda yapılırsa bazı kendini bilmezler bunu vesile kılarak dedikodu edeceklerinden şimdilik tehir edilmesini ve ileri bir tarihte gereğine bakılmasını” öneriyor. Sadrazam Reşid Paşa da durumu Sultan Abdülmecid’e aktardığında padişah şeyhülislamın uyarısını dikkate alıyor ve minarelere paratoner takılmasını erteliyor. Minarelere ilk paratonerin ne zaman takıldığını şimdilik tespit edemesem de pek fazla zaman geçmeden uygulamanın başladığına dair bazı kayıtlar mevcuttur.

Matbaaya başlangıçta ulema izin vermemişti ama zamanla ulemanın bir kısmının yeniliklere toplumun yobaz kesiminden daha iyi uyum sağlamış olduğunu düşünüyorum. Toplumu eğitmezsen yobazlaşır. Sen de dedikodusundan, eylemlerinden çekinir, icraata girişemezsin.

BELGE METNİ

Maruz-ı bende-i kemineleridir ki

Paratoner tabir olunan telin minarât-ı cevâmiʻ-i şerifeye vazʻında bir gûne mahzur olup olmadığı bilinmek üzere keyfiyetin canib-i cenab-ı Fetvapenahî’den istiftâ olunması emr u fermân-ı hazret-i Şehinşahî muktezâ-yı münifinden olmasıyla mesele-i şerʻiyesi lede’l-istifsâr bu maddenin hiçbir gûne mahzur-ı şerʻîsi yok ise de şu aralık yapılmak lazım gelse ihtimal ki bazı kendini bilmeyenler bunu mesele-i kıylukâl edeceklerinden şimdilik tehiriyle ileride iktizasına bakılması canib-i müşarunileyhden ifade olunduğuna nazaran ol babda her ne vechile emr u fermân-ı kerâmet-unvan-ı cenâb-ı Hilafetpenahî müteallik ve şeref-sudûr buyurulur ise ona göre harekete mübaderet olunacağı rehin-i ilm-i sâmîleri buyuruldukta her halde irade ve ihsan efendimindir. Fî 8 Ca. Sene 64 [12 Nisan 1848]

Bende
Reşid

Hâk-i pâ-yi âlî-i cenab-ı sadaret-penahîlerine maruz-ı çaker-i maarif-küsterledir ki

Enmile-zîb-i tefhîm olan işbu tezkire-i samiye-i sadaret-penahîleri meşmul-i lihaza-i mealî ifaza-i hazret-i Şahane buyurulmuş ve suret-i hâle nazaran bu hususun şimdilik tehiri münasip olacağından sarf-ı nazar olunarak meskut bırakılması müteallik-i şeref-sudûr buyurulan emr u fermân-ı mealî-unvan-ı Cihan-bânî iktiza-yı âlîsinden bulunmuş olduğu muhat-ı ilm-i sâmî-i Âsafîleri buyuruldukta ol babda emr u fermân hazret-i veliyyü’l-emrindir. Fî 10 Ca. Sene 64 [14 Nisan 1848]