22 Ekim 2016 Cumartesi

ARŞİV ENSTİTÜSÜNE DOĞRU

Türkiye’nin idari tarihinde yönetim birimlerinin birkaç yüzyıl devşirme-kapıkulu sınıflarına münhasır oluşunun tarihi gelişimi yeterince incelenmemiştir. Devlet-i Aliyye’yi kuran hakim sınıf olan Türklerin “idraksiz”liklerine dair zamanla üretilen deyimler bir vakıa olarak karşımızda durmaktadır. Üstelik Osmanlı devrinde bir kısım Türk köylüsü dahi kendilerine Türk sıfatı ile hitap edildiğinde “estağfurullah” nidalarını yükseltmekteydiler. Ulus devlet olarak hayatiyetini sürdüren Türkiye Cumhuriyeti’nde, bugün de “kendini öncelikle Türk olarak nitelendirenlerin” sayısının yapılan anketlerde azaldığı belirtilmektedir. Bu noktaya nasıl gelindiği sosyoloji ve sosyal bilimlerin tümünü ilgilendiren bir konudur. Ne var ki ülkemizde yıllardır iş başında bulunan teknokrat ve mühendis hükûmetleri, sosyal bilimler sahasındaki araştırma ve çözümleme eksikliğinin bu topluma verdiği zararların büyüklüğünü anlayamadılar. Bu topraklarda bulunuş gayesinden uzak, geleceği yok edilmeye çalışılan, kendine biçilen roller haricinde sesi çıkmayan bir cemm-i gafir oluşturuldu.

Cumhuriyet′in ilanının hemen akabinde 12 Kasım 1924’de bu ülkede Türkiyat Enstitüsü kuruldu. Prof. İlber Ortaylı’nın tabiri ile “o yıllarda tahılla beslenen bu ülke” Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi, sosyal, siyasal alanda yapacağı çalışmalar ve yetiştireceği dimağlarla, bu topluma çok şey kazandırması beklenen kurumları inşa etti. Emperyalizme savaş vererek kurulmuş bir ülkenin çocuklarından beklenen, tabiî ki tam bağımsız ve ülkenin istikbalini şekillendirecek milli şuura sahip çalışmalardı. Maalesef beklentileri boşa çıkaran, farklı rüzgârların savurduğu fikirlerle Marksizmin kalesi olmuş eğitim kurumları, Türk Tarihi′nden başka her ulusun, bilhassa Bizans ve eski Anadolu medeniyetlerini ihyaya çalışan bir Tarih Kurumu, yaşayan Türkçemizi unutturan, ana lisanımızı değiştirmeğe çalışan bir Dil Kurumu karşımıza çıktı. Bunların tahribatı herkes tarafından fark edildiğinde iş işten çoktan geçmişti.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra bu kurumlar neredeyse yeni baştan teşkilatlandırıldığında akademik yapıya YÖK eliyle yeni bir çehre kazandırıldı. Devlet-i Aliyye geleneğinde bile vesayet altında olmayan yüksek eğitim ve öğretim, YÖK devrinde bilimsel gerçeklik ve özerkliğine vurgu olmadığından, universal karakteri dış dünyada kimseler tarafından ciddiye alınmayan, lise sonrası “yüksek liselere” dönüştürüldü. Gelinen durumda araştırma ve projeleriyle bu toplumun ufkunu açacak, bilimsel sıçramayı gerçekleştirecek bir noktadan çok uzaktayız. Üniversitelerimizden hiçbirisi, dünya bilimsel yayın istatistiklerinde ilk 500′e giremiyor. YÖK′ün resmi internet sitesinde “2005 yılında devlet+vakıf üniversiteleri tarafından yayımlanan yayınların alanlara göre dağılımı” diye bir liste mevcut. Buna göre 77 adet devlet ve vakıf üniversitesinin toplam 18855 adet yayınının 9225′i Fen Bilimleri, 8505′i Sağlık Bilimleri, 642′si ise Sosyal Bilimler alanında gerçekleştirilmiş. 2005 yılının tüm akademik yayınlarının sosyal bilimlere ait kısmının sadece yüzde 3.5 gibi akıl almaz bir düzeyde oluşu, sosyal çelişkileri tahrik edilerek karıştırılmak istenen bir ülke bunu hak ediyor mu diye düşündürüyor. Yine aynı sitede yer alan YÖK′te mevcut tezlerin (kapsadığı yıl aralığı verilmemektedir) istatistiklerinde daha da ilginç sonuçlara ulaşıyoruz. 62101 adet yüksek lisans tezinin 1238′i, 16680 adet doktora tezinin 343′ü tarih dalında yapılmış. Tarih üzerinden uluslararası hesaplaşmaların yürütüldüğü coğrafyamız için ne muazzam rakamlar!. YÖK kanununun rektör seçimine dair esaslarından faydalanan tıp fakültelerininin akademisyen sayısının üstünlüğü sebebiyle, birçok üniversitenin yıllardır Tıbbiyeli rektörler tarafından idare edilmesi, bizzat YÖK başkanı Doğramacı′dan itibaren YÖK′te Tıp ve Mühendislik kökenli rektörlerin hakim olması bunda etkili olmuş olabilir. Sosyal bilimler üvey evlat muamelesi görüyor, ama bu ülkenin strateji belirleyen kurumları ne yapıyor, ihtiyaçlarımızı nasıl belirliyor.

Coğrafyamız üzerindeki emperyalist emellerin gün geçtikçe kuvveden fiile geçtiği günümüzde, vaktiyle terkettiğimiz bölgelerle irtibatımızı kesip, içe dönük bir hayat yaşamamızdan dolayı hala sıkıntıdayız. Batı dünyası en büyük rakibi olan bizleri yüzyıllarca tahlil edip, bilgi dağarcığına ilave ettiği malumatı emperyalist politikalar uğruna kullandı. Bunun için “Dil oğlanları” mektebinden başlayarak “Oryantalizm” diye müstakil bir disiplinle neticelenen uzun soluklu bir faaliyet yürüttüler. Lawrence’nin Arapça’yı lehçe farklılıkları ile ne kadar iyi bildiğini tekrara gerek yok. Ama bu sayımızda Abdülkadir Altın’ın çeviriyazısını verdiği belgeye bir kez daha bakarsak, Mısır’ın Fransızlar tarafından saldırıya uğradığı dönemde, İngiliz Donanma Komutanı olan William Smith’in de Türkçe üslup ve yazıya ne kadar hakim olduğunu görebiliriz. Demek ki bir bölgede bir iddia sahibi olabilmek önce malumat sahibi olmaya bağlı. Bizler TC. sınırlarını korumayı öyle bir iş edindik ki, aslında sınır muhafızlığının tarihi doğal sınırlarımızdan başladığını göremez olduk. S.S.C.B. nin dağılmasıyla Bosna′dan başlayıp, Çeçenistan, Cezayir, Tunus, Somali, Afganistan, İran ve Irak′ta devam eden ve belki yıllarca sürecek “BOP” projesini kapsayan bu coğrafya ile irtibatımız ne alemde. Bu sıkıntıları gidermek ve ufuk açmak için kurulduğu söylenen TİKA gibi bir kuruluş neden “Deniz Feneri Derneği” gibi çalıştırılıyor.

Son zamanlarda ülkemizde de Amerika′daki “think tank” kuruluşları gibi, uluslarası ilişkiler ve dış politika stratejileri geliştiren “düşünce enstitüleri” görülmeye başlandı. Bunların mevcudiyetine bir itirazımız yok ama gözden kaçırılan bir hususu vurgulamamız gerekir. Yılların ihmali ile bizim uluslararası antlaşmalardan doğan haklarımızı temin edecek bir veritabanı oluşturulmadı. En basitinden Kıbrıs′ta ve Ege adalarında, Londra ve Lozan Anlaşmalarından doğan haklarımızın çoğunu elde edemiyoruz. 1878 Berlin Anlaşması′nda zikredilmediği için Lozan Anlaşması′na kadar elimizde tuttuğumuz, Avusturya′nın oldu-bittiye getirip işgal etmesine diplomasi ile mani olduğumuz Romanya′daki Adakale örneği ortadadır. Burada arşiv ve anlaşma kullanılarak diplomasinin gereği yerine getirilmiştir. Baltalimanı Ticaret Anlaşması ile ülkemizdeki İngiliz tüccarlara nasıl perakende ticaret hakkını kaptırdığımız biliniyor. Prof. Mübahat Kütükoğlu “Osmanlı-İngiliz İktisadi Münasebetleri” kitabında anlatır. Bizim anlaşma metnimizde “perakende ticarete dair” hiçbir kayıt yok iken, tasdik edilen İngiliz metninde bulunan “oradaki her türlü ticaret” ibaresinin koca bir imparatorluğun kaderini nasıl değiştirdiğini unutmamalıyız. Bu olayda da İngilizler arşiv ve anlaşmayı kullanarak bizi dize getirmişlerdir. Sayın Yaşar Yakış′ın Dışişleri Bakanı olduğu sıralarda “Musul petrolleri üzerinde hakkımız olup olmadığının incelenmesi” maksadıyla İngiliz Arşivleri′ne bir heyet gönderilmişti. Sonuçları kamuoyu ile paylaşılmadı ama umuyorum epeyce belge bulmuşlardır! Bu haklarımızı öncelikle kendi arşivlerimizde aramamız gerektiğini söylemeğe gerek var mı? Uluslarası anlaşmalardan doğan hakkımızı kullanmak için öncelikle veritabanımızın belirlenmesi gereklidir. Bu nedenle zikredilen düşünce kuruluşu mensupları hâlihazırdaki akademik verileri kullanmaya kalktıkça bir tekrar döngüsünden kurtulamayacaklardır.

Buraya kadar sıraladığımız hususlar daha da çoğaltılabilir. Ülkemizde sosyal bilimlere ilgisizlik, araştırma kuruluşlarının yetersizliği bizi yeni arayışlara yönlendirmelidir. Toplumumuzu çeşitli etnisitelere bölme peşinde olanlara, Ermeni Sorunu′nu uluslararası siyaset alanında aleyhimize kullanmağa kalkanlara cevap verebilecek kuruluşlarımız olmalı. Daha Aralık 2006′da Amerika′daki oldukça etkili ve yaygın iki Ermeni örgütlenmesine bir üçüncüsü (USAPAC) eklendi. Bizde ise bu doğrultuda Türk Tarih Kurumu′nda iki kişinin yanında çalışan bir üçüncü kişi yok. TTK başkanı Prof. Halaçoğlu bir beyanatında (Şubat 2006) Azerbaycan′dan Ermenice bilen araştırmacı getireceklerini bildiriyordu. Heyhat ki yıllardır Osmanlı Arşivi′nde Rumca, İbranice, Ermenice, Bulgarca, Rusça ve Gürcüce bilen personel yetiştirilmesi mümkün olamaz mıydı? Malzemenin kaynağındaki arşivcileri konjonktüre uygun teçhizat ile donatmak neden düşünülmüyor?

Eski Başbakanlık Müsteşarımız Sayın Hasan Celal Güzel′in beyanlarına göre Başbakanlık Osmanlı Arşivi aslında Dünya Şarkiyat İlimleri Merkezi haline getirilecekti. Bu maksatla alınan personel yirmi sene önce uzman yardımcısı olarak işe başlatıldı. Kişilerin şahsi tasarrufları ile oluşturulan ve kurumsallaşamayan bir oluşumun yansıması olarak, sonradan gelen değişik zihniyetli kişilerin tasarrufu ile verilen haklar ellerinden alındı. Ücret politikaları, çalışmada çıkarılan belirli zorluklar ile sanki arşivden kaçış istendi. Bu yönde daha masum ama kasıtlı olduğuna inandığım bir uygulama ile 90′larda yeni açılan üniversitelere geçiş için Osmanlı Arşivi personeli özendirildi. Ayrılarak üniversiteye intisap edenlerin çoğu bugün doçent ve profesör olarak kariyerini sürdürmektedir. Her şeye rağmen burada kalmağa direnen personel de sözleşmeli olarak mesaisine devam etmektedir. Belirli yönetim kademelerinde, ara sıra meşruiyetinin sorgulandığına inandığım kurum personeli için, hiçbir yetki ve sorumluluk verilmeyecek bir yapılanmaya gidilmesi, yirmi yılın ardından bakıldığında Türkiye′nin kaybına olmuştur. Tüm olumsuz şartlara rağmen bu personel (Ek: IV), kişisel gayretleri ile 66 yüksek lisans ve 13 doktora tezi vererek, şahsi çalışma olarak yüzlerce makale ve kitaba imza atarak (Ek: 1 ve II), kurum neşriyatı olarak 159 kitap neşrederek (Ek: III), yüzlerce katalogu araştırmacıların hizmetine sunarak Türk kültür tarihindeki yerini almıştır. Arşivleri tasnif ederken, aynı zamanda gayrı resmi bir araştırma enstitüsü hüviyetinde çalışan, toplumun gizli kahramanları olan arşiv personeli, bundan sonra da kadrosuz, Arşiv Kanunsuz çalışmalarını yürütecektir ama “Türk Milleti arşivlerine çok önem vermiştir” diyenleri de tebessümle karşılayacaktır.

Arşiv Dünyası Dergisi, sayı 9, Ocak 2007, s.9-38″ de yayınlanan Türk Arşivciliği Üzerine Bir Zihniyet Tahlili başlıklı yazının bir bölümüdür.

17 Ekim 2016 Pazartesi

İLK RADYO SPİKERİ SADULLAH EVRENOSOĞLU

Türkiye'nin ilk radyo ispikeri Sadullah Bey (Evrenos). Fotoğrafın altında da ispiker yazıyor. İmla dediğin böyle olur. İspor, İstadyum, İstokholm, İstanbul, İsterlin...Daha da sayabilirsiniz. Yeni yazıya geçtikten sonra da 1950'lere kadar bu imlayla yazılıyor. S ve T, P sessizleri arasına İ sesi getirilmeden Türkçeye böyle uydurulur. (Fotoğrafını www ortamında bulamadım, dikkatinizi çekerim, bir daha bulamazsınız)


ZARİF BİR HAK ARAMA ÖRNEĞİ

İkinci Abdülhamid, padişahlığının ilerleyen yıllarında yaşlı görünmekten çekinirdi. Sakalını boyatır, hasta olsa bile Cuma Selamlığı’na çıkardı. Yaşının söz konusu edilmesini hiç istemezdi.

Bu sıralarda kaza kaymakamlarından yaşlıca bir zata, İntihab-ı Memurin Komisyonu tarafından görev verilmiyor, “sen ihtiyarsın, artık kaymakam olamazsın, emekliliğini iste” baskısı yapılıyordu. Sabrı kalmayan kaymakam bir gün komisyon toplantısını basarak “İhtiyarsın diyerek bana görev vermiyorsunuz. Ben 1258’de doğdum, bu tarihte doğan ihtiyar sayılır mı?” diyerek halini ifade eder. 1258 tarihini dile getirmesinin altında yatan sebebi anlayan komisyon üyeleri, başlarına geleceği hissedince hemen o gün adamı bir kaymakamlığa tayin ederler. (Rumi 1258-Miladi1842, İkinci Abdülhamid’in doğum tarihidir. Görevlendirilmeyen memurun, komisyon aleyhine vereceği bir jurnalde “bunlar 1258 doğumluları yaşlıdan sayıp göreve layık bulmuyorlar” demesi ile zavallı üyelerin başına neler gelebileceğini tahmin edebiliyoruz.)

[İbnülemin'den Naklen]



SALINCAK, DOLAP, SAZ, ÇÖĞÜR, ÇEŞTE YASAKTIR

Şu belge bir ibret belgesi. Haziran-Temmuz 1663’te Bursa kadısına gönderilen fermanın defter kaydı. Ramazan bayramında bayram yerleri kurulmuş salıncak, beşik, dolap gibi lunapark araçları yanında saz çalıp eğlenen halkı birileri İstanbul’a gammazlamış. Meğer böyle eğlenceler İstanbul’da da yasakmış. Beylerimiz her şekilde eğlenirken halka Ramazan Bayramında bile eğlenceyi çok görmüşler. Bu gibi iç karartıcı, kasvetli bir dünya tasavvuru ile yanıp tutuşan zümreler her devirde var. Çoğunlukla bunları kimse iplememiş ama işte bazen de böyle ferman çıkartabilmişler. Osmanlı özlemi çekenlerin büyük bir kısmının bunlardan habersiz olduğuna eminim.

Belge:

BURSA MOLASINA VE AĞASINA VE KETHÜDA YERİNE VE YENİÇERİ SERDARINA HÜKÜM Kİ ; 

Bursa mollasına ve ağasına ve kethüda yerine ve yeniçeri serdarına hüküm:
1 - Hâliya Asitane-i saadetimde hayli zamandan beri iyd [bayram] günlerinde salıncak ve dolab ve beşik ve bunun emsâli şeyler bi'l külliye ref' olmuşken ve sâir yerlerde dahi bu makule şeylere bir vechile izin 
2 - ve ruhsat yoğiken Mahruse-i Bursa'da iyd günlerinde salıncaklar ve dolaplar ve beşik ve bunun emsali şeyler ve çöğür ve çeşte ve enva’i saz ile dernek ve cemiyet ve nice fesad 
3 – eyledikleri istima olmağla imdi bu makule şeylerden fermanım üzre Asitane-i Saadetim pak olmağla min ba’d Bursa’da dahi iyd günlerinde salıncak ve dolap ve beşik ve bunun emsali
4 – lu’ba [oyuna, eğlenceye] müteallik bir şey ettirmeyip ve çöğür ve çeşte ve bilcümle saza müteallik dahi asla bir kimesneye saz çaldırmayıp ve ol bahane ile dernek ve cemiyet ve fesad ettirmeyesin
5 – şöyleki bundan sonra bayram gününde salıncak ve dolap kurulduğu ve bu men’ olunan bir şey bulunduğu istima’ olunur ise sen ki kadısın mes’ul ve mu’ateb olursun ve siz ki 
6 – Bursa ağası ve kethüda yeri ve yeniçeri serdarısın hakkınızdan gelinmek mukarrerdir. Vech-i meşruh üzre amel eylemeniz babında ferman-ı alişanım sadır olmuştur deyu şurutuyla yazılmıştır.
Fi Evahir-i Za sene 1073


PROTOKOLDEKİ SOKAK KÖPEĞİ

İttihat ve Terakki zamanında İstanbul köpeklerinin Hayırsızada'ya sürgünü çok hazin bir olaydır. Oysa İstanbullular köpeklerden hiç rahatsız değillerdi. Ne olduysa oldu, o acı felaket gerçekleşti. Şu fotoğraf aslında sadece İstanbulluların değil belki de tüm Osmanlıların sokak köpeklerini tabii halleriyle kabulünün bir göstergesi. 1912'de İşkodra'ya vali olarak atanan Hayri Paşa'nın valilik menşuru umuma tebliğ edilirken çekilen bu fotoğrafta bir köpek tam da nutkun okunduğu sırada tatlı tatlı pireleniyor. Hiç kimsenin aklına da taş, tekme atıp onu oradan uzaklaştırmak gelmiyor. Orası için en üst seviyeden protokol icra ediliyor, padişahın fermanı okunuyor ve köpeğe dokunan yok. İbretlik bir olay.


DAMAD FERİD’İN LATİN HARFLERİYLE İMZASI RESMİ KAĞITTA


Edirne Müftüsü ve Cemaat-i İslamiye Reisi Hilmi Efendi, Sultan Vahdettin'e Kurban Bayramı tebriği arizası göndermiş. Bundan memnun olduğunu bildirme işini de Sadrazam Damad Ferid üzerine almış. Aslında Osmanlı düzeninde cevap verme işi Mabeyn Başkatibine aitti. Herhalde devletin şirazesi dağılınca, görev dağılımında da böyle aksaklıklar oluyor. Damad Ferid “Sadaret-i Uzma” antetli resmi kağıda «padişahın bayram tebriğinden duyduğu memnuniyeti» usulen yazarken çok ilginç bir harekette bulunmuş. Sol alt köşede imzasını eski yazı ile atmış ama tatmin olmamış, bir de Latin harfleriyle imza atmış. Üstelik muhatabının İslami kimliğini de hiç dikkate almamış. Vay densiz vay…


MESRUR İZZET BEY


Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Mecmuasının kapağını inceliyordum. Harika bir klişe hazırlanmış. Son halife olacak Şehzade Abdülmecid Efendi, ressam, sanatçı kimliği ile bu cemiyetin kurucularından. Klişenin ortasına yarım boy portresi yerleştirilmiş. İncelerken en altta gördüğüm Latin harfli imzayı başta okuyamadım. Sonundan bir kıvrımla Arap alfabeli imzayı görünce uyandım. Meşhur ressam, heykeltraşlarımızdan, İstiklal Madalyasının tasarımcısı Mesrur İzzet Bey'in imzası karşımdaydı. Aynı zamanda kurucularından olduğu cemiyetin mecmua kapağının klişesi de ona aitmiş. Belki birilerinin işine yarar, bu unutulmuş ama önemli sanatçımızın biyografisine bir katkı olur ümidiyle paylaşıyorum.




16 Ekim 2016 Pazar

BURSALILARIN KUVA-YI MİLLİYE’YE DESTEKLERİ

Bursalıların Yunan işgali öncesinde valileri olan Gümülcineli İsmail hain bir adam olarak Yunandan farklı değildi. Zaten ihaneti de “Yüzellilik”lerden oluşuyla tescillidir. Milli Mücadele/Kuva-yı Milliye aleyhine çok sıkı faaliyetlere giriştiği bir sırada TBMM adamı Bekir Sami [GÜNSAV] Bey’in Batı Anadolu'ya gelişiyle Bursa'dan kaçmak zorunda kaldı. Bekir Sami Bey’in gelmesinden sonra Bursa’daki gayri milli unsurlar temizlendi [Bekir Sami Bey'in düşmana kurşun atmadan Bursa'yı teslim ettiği iddiaları ayrı bir yazının konusu olacaktır]. O sıralarda İstanbul’a gelmiş birinden devletin elde ettiği istihbarat raporu Yunan işgalinden birkaç ay önceki durumu özetlemek açısından önemlidir. Bursa, Kuva-yı Milliye ruhunu asla bir tarafa bırakmamış bir şehirdir. İstanbul hükümetinin aleyhinde şiddetli eğilimleri vardır. Sultanın düşman elinde esir olduğunu düşünmektedirler. Memleketi kurtarmak için her gün Kuva-yı Milliye bildirileri dağıtılmakta, aylık otuz lira ücretle asker yazılmakta, tahkikata tabi’ tutmadıkları hiç kimsenin Mudanya’dan İstanbul’a geçmesine izin vermemektedirler.

Yunan işgaline uğradıktan sonra da Kuva-yı Milliye ve milis kuvvetleri Yunanlılara rahat huzur vermemişler ama vahşi katliamların bir kısmına engel olamamışlardır.

İSTANBUL EMNİYET MÜFETTİŞLİĞİ CANİB-İ VALASINA

Pazartesi Bursa’dan şehrimize gelen bir zattan dünkü gün vuku’ bulan istihbarat ve istıtlaat-ı acizaneme göre:Bursa’daki efkâr-ı umumiyede hükûmet-i merkeziye aleyhinde şiddetli bir cereyanın mevcut olduğu ve sultanı esir nazarıyla telakki ettikleri ve memleketi kurtarmak için ahalinin bütün mevcudiyetleriyle hizmete âmâde ve bu husustaki azm u iradelerinin pek şiddetli bulunduğu ve şehir içinde hemen her gün Kuva-yı Milliye âmâl ve efkâr ve irâdâtının ilan ve ta’mîm edilmekte olduğu ve her nefere otuz lira ücret-i şehriye ile yevmen fe-yevmen asker derc ve cem’ edildiği ve Mudanya’da memuren bulunan bir yüzbaşı ile bir komiserin ciddi tahkikat ve ta’mîkata tabi’ tutmadıkça hiç kimsenin müruruna müsaade etmedikleri ma’razıyla rapor takdim edildi. 19 Mayıs sene 36 [19 Mayıs 1920]

Istıtlaat Başmemuru 
[İmza]



13 Ekim 2016 Perşembe

HOROZUN BULDUĞU DEFİNE

1920 yılında İstanbul’un üzerinde kapkara bulutlar dolaşırken halka heyecan veren bir olay yaşanmış. Bir horoz çöplükte eşinirken tam 4,5 okka [5773 gram] altın ve gümüş sikke bulmuş. Üçüncü Ahmed ile Birinci Mahmud devirlerine ait bu sikkeler Müze’ye [o zamanlar İstanbul Arkeoloji Müzesi] kaldırılmış. Yangında her şeylerini kaybedip sığındıkları medresede yaşarken zengin olduklarını zanneden gariban İstanbullular avuçlarını yalamış tabii ki. Benim merakım Müze’de bu olayın kayıtlarının olup olmadığı. Araştıralım bakalım. Define yerindedir, mahfuzdur, onları hiç merak etmiyorum!

«Geçen haftalar içinde bir gün İstanbul’un köhne mahallelerinden birinin çöplüğünde yangından kaçarken Topkapı’da bir medreseye başını sokanlardan birinin horozu yem ararken karnını doyurmayan bir define buldu. Onun eşinirken tırnaklarıyla fırlattığı gümüş sikke bulanlara muvakkat bir zenginlik sevinci de vermedi değil. Fakat ne çare ki beylik yarım kaldı. Topraktan zengin olanların elinden tılsım hükümete geçti. Define müzeye gitti. Horoz sahipleriyle ömürlerinde unutamayacakları bir şaka yaptı. Sonra komşuları da birbirleriyle kavgalı etti. Asâr-ı atîka mütehassısları bu altın ve gümüş sikkelere çok kıymet vermektedir. Kemiyet itibariyle de ağırlığı dört buçuk okkayı geçmektedir. Definenin muhteviyatı Üçüncü Sultan Ahmed ve Birinci Sultan Mahmud devirlerine aittir. 1115 tarihinde, sanat ve güzelliğin en ince, en rakîk bir devresi addedebileceğimiz bu zamanda darp edilenler güzel sanatlar ve âsâr-ı atîka mütehassısları tarafından daha çok ehemmiyetle nazar-ı itibare alınmaktadır. Bunlar, o zamanın rayiciyle “kırk paralık”tır. Ve binde 700 ayarlı (8) dirhem ağırlığında gümüştür. Mahmud-ı Evvel zamanında 1143’te bastırılanlar ise şekil ve kıymetçe evvelkinin aynıdır. Garip bir horoz çöplükte eşinirken tarihimize hayırlı bir hizmet etti. Keşke şu memleketin çöplüğünde eşinenler de hiç olmazsa bu horoz kadar faydalı olsalar.»