20 Ekim 2018 Cumartesi

TAZİYELERE TEŞEKKÜR-ESKİ GAZETE İLANI ÖRNEKLERİNDEN

Günümüzde sosyal medyada cenaze, hastalık, evlilik gibi duyuruları yadırgayanlara rastlıyorum. Bu ortam bizim kendi medyamız. Tabii ki duyurular da olacaktır. İnsanlar mağara resimlerinden bu yana kendilerini ifade edebilecekleri her türlü vasıtayı hakkıyla değerlendirdiler. Neden bugünkü davranış biçimleri yadırganıyor anlamış değilim. İnsanın naturasında var olan bu özelliğini yargılamak kimsenin haddi olmasa gerek. Size ters geliyorsa ilgilenmezsiniz, biz de bu yüzden insanlığınızı tartarız, olur biter.

Eskiler de bizim gibi davranıyorlardı. Bursa'da yerel bir gazeteye verilmiş şu ilan günümüzden hiç de farklı değil. Buyurun:

«Teşekkür-i Aleni
Merhume validemizin vefatından dolayı gerek bizzat, gerekse tahriren beyan-ı taziyet buyuran gerekse cenaze alayına iştirak eden zevat-ı kirama ayrı ayrı beyan-ı teşekküre imkan bulunamadığından teşekkürâtımın alenen takdimine ceride-i muhteremenizin vesatatını rica ederim.

Bursa eşrafından Ruhîzade Serasker-i Esbak Redif Paşa merhumun mahdumu Halil Redif»

Bursalı hemşehrimiz Redif Paşa 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Osmanlı ordularının başkomutanıydı. II. Abdülhamid'i kandırdığını da söylerler. Hezimette payı büyüktür.


ÜÇÜNCÜ SELİM’İN GÖZÜ ÖNÜNDE YENİÇERİLERLE MOLLALARIN KAVGAYA TUTUŞMASI

Sultanahmet Camii’nde bir Mevlit Kandili gecesi medreseli suhtelerle (softalar) yeniçeri neferleri çok şiddetli bir kavgaya tutuşur. Mevlit gecesi için saray mutfağında özenle hazırlanıp tepsi tepsi camiye getirilen şekerlerin dağıtımı esnasında, klasik toplumsal reflekslerimiz devreye girince şekerler kapış kapışa gitmiş. Tabii ki kapanın elinde kalamamış… Millet birbirinin elindekini kapmanın mücadelesine düşünce kavga kaçınılmaz olmuş.

En örgütlü iki kesim olan yeniçeriler ile medreseli suhteler başlamışlar birbirlerini tartaklamaya. İnsanların gözü öylesine dönmüş ki ne cami, ne mevlit, ne de hemen yanı başlarındaki Sultan Selim kimsenin umurunda olmamış. Kavga caminin içinden dışarılara da taşmış ama daha büyük olaylara fırsat verilmeden önü alınmış.

Daha sonra Üçüncü Selim bu konu hakkında Sadaret Kaymakamından “yeniçerilerle suhteler arasındaki kavgaların olağan olduğuna” dair bir yazı almış olmalı ki aşağıdaki hatt-ı hümayunu göndermiş. Padişahın yönetim anlayışına dair güzel ipuçları da barındırıyor. Metinde kalktığından bahsedilen ama aslında kalkmayan “siyaset” günümüzde "politika"ya karşılık gelen kelime değil. Suçluların cezalandırılmasında padişahın yetkisine bırakılan idam cezasının uygulanmasına siyaset denilirdi. Attila İlhan’ın “An Gelir” şiirinde Pir Sultan’ın ölümünü tasvir ettiği siyaset meydanı işte o idam meydanıdır.

Hatt-ı Hümayun’un son cümlesi çok ilginç: “Bu halkı biraz korkutmalıdır”. Valla iyi yürekli bir padişah olduğu genel olarak kabul edilebilir. Halkı hiç korkutamamış.

Sultanahmet’teki kavga konusunda bloğumda paylaştığım eski bir yazı var ama bu belgeyi orada kullanmamıştım. O kadar güzel bir Türkçesi var ki hiç sadeleştirmeme gerek yok. “Ağdalı Osmanlıca” için “Saray lisanı” deyip duranları bizzat padişahın konuşma dilindeki yazısıyla biraz şaşırtalım.

Üçüncü Selim'in Hatt-ı Hümayunu:

«Kaymakam Paşa,
Bu günkü madde olağandır demişsin. Ben peder gününde çocuk değil idim. On üç yaşımda peder vefat etti. Her zaman giderdim. Gerçek, softalar biri biri ile şeker tabla kavgası ederler idi. Lakin vallahülazim böyle edepsizlik görmedim. Bugün sohtalar yeniçerileri döğdüler ve bir ihtiyar şorbacıyı nâhak döğdüklerini kendim gördüm. Eğer yeniçeriler sohtalara uysalar bir koca kavga olur idi. Yeniçerileri zabit deyü her köşe başlarına ecdadlarımız komuşdur. Onlar böyle etmen dedikleri içün zabiti benim karşımda döğmek kabahati azimdir. Şeyhü[l]İslam Efendiye haber gönderesin. Kabahatli sohtalardan birkaç danesin nefy [sürgün] eylesün ve onları biraz korkutsun. Bu nasıl şeydir, ben anda iken bu gûne hareketler ediyorlar. Sair yerlerde Allah bilür ne yapmazlar. Ortalık fesada varmış. Kimse kimseyi bilmiyor. Siyaset kalktı halktan da itaat kalktı. Bu halkı biraz korkutmalıdır.»


BERTHAULT'UN MEKKE GRAVÜRÜ

Mekke'nin 1790 yılı öncesi vaziyetini Berthault gravüründe görüyorsunuz. Mekke'de Hz. Muhammed devrinden sonra en bariz değişiklik Kabe'nin Mimar Sinan eseri revaklarla çevrilmesidir. Binalar Kabe etrafındaki tepelerle sınırlanmış ve hiçbir bina Kabe'den daha yüksek değildir. Osmanlının elinden çıkıncaya kadar da bu halini büyük ölçüde korudu. Petrol paralarıyla benliklerini kaybetmiş Suudi Arapların elinde bugünkü tanınmaz hale getirildi. Din, tarih, çevre ve bin beş yüz yıllık bir kültür katliama maruz bırakıldı.

Gravür: Berthault
D'Ohsonn'un "Osmanlının Genel Tablosu" kitabından.



II. ABDÜLHAMİD ARAPÇANIN RESMİ DİL OLMASINI TEKLİF ETMİŞ

II. Abdülhamid ilk Meclis-i Mebusan’ı niye tatil etti diye soranlara verilen ilk cevap genellikle şöyledir:

“Mecliste Arap mebuslar bile konuşmalarını Arapça yapmak istediler, Arapçanın resmi dil olmasını talep ettiler de Ahmed Vefik Paşa mani oldu. Ermeniler, Rumlar zaten kendi dillerinin resmi dil olmasını çoktan beridir istiyorlardı. Böyle böyle vatan parçalanacak, Türklük silinecekti. İşte tehlikeyi gören II. Abdülhamid devletin öncelikle dil üzerinden parçalanmasını önlemek için meclisi tatil etti.”

Üç aşağı beş yukarı bütün teviller bu yönde. Ben Hakkı Tarık US’un iki ciltlik Meclis-i Mebusan Zabıtlarını herkesin okumasını tavsiye ediyorum. Takvim-i Vekayi’lerde de bu kitapta yer alan zabıtları bulabilirsiniz. Bakın bakalım öyle mi? Bir iki ufak tefek tartışma dışında böyle bir genelleme yapılamaz. Aksine Osmanlıcılık ruhu meclisin Rum, Ermeni, Arap her etnisiteden üyesinde bariz bir şekilde görülüyor. Yukarıdaki uydurulan gerekçenin baştan aşağı yalan olduğunu, II. Abdülhamid’in kendi dilinden nakleden “Abdülhamid’e dair en güvenilir hatırat” olarak tanıtılan kitapta da görüyoruz. Meclisi kapattıktan biraz sonra tek kelime Türkçe bilmeyen, Arapça yazan Tunuslu Hayrettin Paşa’yı sadrazam yapan II. Abdülhamid’in Arapçaya, Türklüğe dair fikirleri hiç de anlatıldığı gibi değil. İbretle okunması gerekir. Anlatan II. Abdülhamid, soru soran Dr. Atıf Bey.

«“Arapça güzel lisandır. Şöhreddin Ağa iyi bilir. Nureddin Ağa gayet küçükken bizim yanımıza geldi. Arapçayı okuttu. O okur iyi söyleyemez. Keşke vaktiyle lisan-ı resmî Arapça kabul olunsaydı.” dedi. Sizin zamanınızda neden teşebbüs olunmadı? dedim. Cevaben “Olunmadı değil… Hayreddin Paşa’nın sadareti zamanında Arapçanın lisan-ı resmî olmasını ben teklif ettim… O zaman Said Paşa başkâtip idi. O itiraz etti. Sonra Türklük kalmaz dedi. O da boş idi. Neden kalmasın?!... Bilakis Araplarla daha sıkı rabıta olurdu. Zaten bizim eskiden evrak-ı resmiyemiz ele alınsa mealini, manasını anlamak için bir tarafa (Ahterî) lügatını bilmem hangi kâmusu koymalı, öyle ancak güçlükle mana çıkarılabilirdi. Şimdiki halde lisan-ı resmî sadeleştiği halde bile yine yine onda sekizi Arapçadır… Birkaç tanesi de Acemce…”»

İktibas: Atıf Hüseyin Bey, Sultan II. Abdülhamid’in Sürgün Günleri, haz. M. Metin Hülagü, İstanbul 2013, s. 280-281.

YABANCI İSİMLERİN OKUNDUĞU GİBİ YAZILMASI

Türkçede yabancı isimler okunduğu gibi yazılırdı. Sonraları İngilizcesini, Almancasını, Fransızcasını vs. yazıp okumamız için kırk takla attırdılar. Hatta Rusça, Farsça, Arapça, Yunanca, Bulgarca gibi alfabesi Latin temelli olmayan dillerdeki isimleri de İngilizcede yazıldığı gibi bize aktarıp telaffuz etmemizi istediler. Oysa farklı alfabe sistemlerinden nakillerde her dil kendi okuyuşuna, söyleyişine göre harf dizimini belirliyor. Biz de haliyle kendi telaffuzumuza göre yazmalıydık ama hatırlıyorum ki yıllarca Khumeyni/Komeyni, Homeyni/Humeyni imlaları yan yana kullanılmıştı. Kril alfabesiyle yazılışını veremiyorum ama İngilizler Khrushchev yazarken bizim de aynı imlayı kullanmamız kadar anlamsız bir şey olamayacağından bizler Kruşçev şeklini tercih ettik. Şimdilerde de bizim kültürümüzde yaşayan Ebubekir'i Abubakar, Kerim Abdülcabbar'ı "Kareem Abdul Jabbar" yazanları görüyorum. Bu saçmalıkların terk edilmesi için çok geç kaldık. Ekteki fotoğraf Osmanlıda büro açıp çalışan bir müşavire ait. Adam antetine kendi ismini nasıl da okunduğu gibi yazdırmış. Edmon E. İştekelmahir. İşte bu kadar.



ANTİK DÖNEME AİT KUDÜS PLANI-1840

Thomas Kelly adlı bir İngiliz 1840 civarında Kudüs'ün antik dönemdeki Süleyman Mabedi ve diğer önemli noktalarının konumlandırıldığı haritayı yaptığında bizde eski haritayı bırakın oranın güncel basit bir krokisi bile yoktu. Sapasağlam duran Selahattin Eyyübi İmareti'ni harabe olarak gösterip yerine Latin Katolik Kilisesi yaptıran mutasarrıfından, nazırına, padişahına kadar topyekün bir Osmanlı yönetimi vardı.


II. ABDÜLHAMİD'İN PROTESTOCU SOFTALARLA KARŞILAŞMASI

II. Meşrutiyet'in ilan edilmesinden sonra II. Abdülhamid aleyhine dönen bir grup, "şeriat isterük" sloganlarıyla protesto yürüyüşü yaparak Yıldız Sarayı'nın önüne yığıldıklarında neler olduğunu Mabeyn Başkatibi Ali Cevad Bey açıklıyor. Anlatının en önemli yeri son cümledeki "mütebessimane" kelimesidir. II. Abdülhamid "Padişahım, çoban isteriz. Çobansız sürü olmaz. Şeriat emrediyor. Meyhaneler kapanmalı. İslam kadınları açık saçık sokaklarda gezmemeli. Resim çıkartılmamalı. Tiyatrolar kapanmalı. Korkma, tecelliyat var. Evliya perde altında tecelli ediyor." diyenlere "İcap eden emir verilir. Mukteza-yı şeriat icra olunur. Müsterih o!un hoca efendi." diyor ama mabeyncisine de bıyık altından gülümsüyor.




DİPLOMA TÖRENİNE AİLELER VE HALK KATILAMAZ

Osmanlı devrinde halkın bir araya gelmesinden, toplanmasından devletin rahatsızlık duyduğu zamanlar oldukça fazladır. "Cami" adı üstünde cem' olunan toplanılan yer olduğu halde buralardaki toplanmaya engel olunmaz, hatta teşvik edilirdi. Kitlelerin camide vaaz-nasihat dinleyip, ibadet edip gitmeleri oldukça kontrol altına alındığından devletin buralardan endişesi yoktu. Zira mescitlerde Cuma kılınmazdı. Cuma kılınan camilerde de beratla hitabeti tasdik edilmemiş adamlara hutbe okutturulmaz, beratı olmayan imama namaz kıldırılmazdı. Aklına esen vaaz vermeye kalkamazdı. İmam ve hatiplerin çeşitli vakıflardan tahsis edilmiş hatırı sayılır gelirleri olur ve bu geliri sahiplenirler, kaptırmamaya çalışırlardı.

Mescit ve camilerde 'dünya kelamı' konuşulması dinen yasaklanmıştı. Namaz öncesi verilen vaaz Türkçeydi ama hutbe asla Türkçe okunmazdı. Gerek hutbede, gerekse vaazda padişaha, vezirlere, devlete dair sarf edilen bir kelam, ufak bir eleştiri hemen merkeze yetiştirilirdi. Failinin göreceği en hafif ceza genellikle bir adada cezirebent, bir üst ceza da kalebent edilmesiydi. Devlet, daha ziyade kahvehane, meyhane, bayram yerleri gibi halkın serbestçe oturup konuştuğu yerlere odaklanır, muhalefetin buralardan toplumun geneline yayılmamasına çalışırdı.

II. Abdülhamid devrinde istibdat yönetimine uygun bir şekilde toplantıların tamamı yasaklanmış, kahvehane ve meyhaneler hafiyelerin cirit attığı yerler olmuştu. İstanbul böyleydi ama taşra da farklı değildi. Bir medresenin mezunlarının icazet törenine ailelerinin dahi katılmasına izin verilmemesi devlet meselesi haline getiriliyordu.

Ayvacık kazasının Kızılcatuzla köyünde Sultan I. Murad'ın inşa ettirdiği külliyenin medresesinden mezun olanlara yapılan diploma töreninde akrabalarının ve civar köyler halkının da hazır bulunmasına izin verilmesi müderris tarafından rica edilmiş. Biga Mutasarrıflığı böyle tehlikeli bir izni veremeyeceği için doğruca İçişleri Bakanlığına durumu bildirmiş. Bizzat Dâhiliye Nazırı Memduh Paşa'nın imzasıyla, toplanmak yasak olduğundan icazet töreninde yalnızca öğrenciler ve müderrislerinin bulunabileceği, köylerden bir takım adamların törene gelmesine izin verilmemesi emredilmiş.

BELGE METNİ:

DÂHİLİYE NEZARETİ
HUSUSİ
Ayvacık kazasının Kızılcatuzla karyesinde huld-âşiyân Hüdavendigâr Gazi hazretlerinin bina ve ihya-kerdeleri olan medresede ikmâl-i nüsah eden talebe-i uluma icazet-name itası resminde talebenin akrabaları civar kurâ halkının müctemian hazır bulunmalarına müsaade olunması müderris efendi tarafından niyaz olunduğu Biga Mutasarrıflığından alınan tahriratta izbâr ve muamele-i lazime istifsâr edilmesiyle ictimâ‘at memnû‘ olduğundan talebe-i mûmâileyhime icazetname itası sırasında yalnız kendileriyle müderrisleri bulundurulup köylerden bir takım adamların ve civar kura halkının müctemi‘an huzuruna meydan verilmemesi şifre ile cevâben mutasarrıflığa yazıldığı maruzdur. Ol babda emr u ferman hazret-i men-lehü'l-emrindir. Fî 25 Cumadelahire sene 325 ve fî 15 Eylül sene 318. [28 Eylül 1902]
Dâhiliye Nazırı
bende
[İmza: Memduh]