27 Nisan 2014 Pazar

YEDİ-SEKİZ HASAN PAŞA’NIN PAŞA ÇOCUKLARI VE PAŞA DAMADI

Sinan ÇULUK

“Kaht-ı rical” eskilerin sık sık kullanmaktan bir çeşit haz aldığı terkiplerdendir. Adam kıtlığında göreve getirilenlerden bunu duyamazsınız. Tabii ki her devirde devlette istihdam edilemeyenler, edilenlerden fazla olduğundan bu terkibi sık sık kullanarak bir çeşit eleştiri haklarını da kullanıyorlar demektir. Sultan İkinci Abdülhamid devrinde “kaht-ı rical” had safhadadır. Mütecessis ve şüpheci karaktere sahip hakanımız ne kadar büyük adam olursa olsun, etrafındaki sünepelere, iş bilmez kifayetsiz muhterislere güvenip onları kilit noktalarda göreve getirmekle tarihi hatalara imza atmıştır. 

Ali Suavi olayında Sultan Beşinci Murad’ı yeniden tahta çıkarıp Abdülhamid’i tahttan indirmeye gelen darbecilere müdahalesiyle meşhur olan Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın ne meziyeti olabilir. Kim olduğunu bilmediği Ali Suavi’yi gözüne kestirip eline geçirdiği odunla kafasını patlatarak bir darbeyi başlamadan bitirmesi Hasan Paşa’nın talihinden başka bir şey değildir. Bu olaydan sonra ikbal basamaklarını sülalece çıkmışlar ve Abdülhamid’in en güvendiği adamlarından biri Hasan Paşa olmuştur. İşte bu gazete haberinde iki oğlu ve damadının da paşa olduklarını, üstelik unvan paşası değil bilfiil görevde askeri paşalar olduklarını anlıyoruz. Alabilecekleri madalyaların da en son rütbelerini almışlar, padişahın da selamlarını kazanmışlar. Babaları Hasan Paşa olmasa ve liyakat esas ölçü olsa acaba bu rütbeleri ihraz edebilirler miydi? Bunların emsali aileler tüm görevleri abluka altına almışlarsa, dışarıda kalanların Abdülhamid rejimine muhalefetlerindeki acımasızlığı anlamak daha mümkün oluyor.

Bu zatların Abdülhamid’in tahttan indirilmesinde kimin yanında yer aldıklarını merak ediyorum, araştıracağım. Şimdilik sizlerle gazete haberini paylaşmakla iktifa ediyorum.


ŞUUNAT

Beşiktaş muhafız-ı alisi yaveran-ı kiram-ı hazret-i şehriyariden ve müşiran-ı izamdan devletlü Hacı Hasan Paşa hazretleri hakkında mütemadiyül-lemean olan neyyir-i tevcihat-ı cihan-derecat-ı hazret-i hilafetpenahinin envar-ı satıasından olmak üzere mahdum-ı alileri Mekteb-i Harbiye-i Şahane Talim muallimi Ferik Saadetlü Emin Paşa hazretlerine birinci rütbeden Osmani ve diğer mahdumu yaveran-ı hazret-i padişahiden Mirliva Saadetlü Said Paşa hazretleriyle damad-ı alileri Tophane-i Amire Tecrübe ve Muayene Dairesi aza-yı kiramından saadetlü Salih Paşa hazretlerine altun Liyakat madalyaları inayet ve ihsan buyurulduğu gibi her birerlerinin dahi ayrıca selam selamet encam-ı hazret-i tac-dari ile taltif buyurulmuş oldukları ma’al mesarr istihbar kılınmıştır.
“24 Kasım 1902 Servet Mecmuası”

AYYILDIZ-ARMA-TUĞRA TEZYİNATLI BERAT

Sinan ÇULUK

Hint, İran ve Avrupa bölgeleriyle ticaret yapan Osmanlı Devleti tebaasından Yorgi Aleksioğlu, kendine verilen beratı en nadide şekilde tezyin ettirmiş. Üstte ayyıldız, ortada Osmanlı arması en altta da Sultan İkinci Mahmud'un tuğrası. 1838 tarihli bir berattan alınma bu süslemeler için Yorgo kesenin ağzını epeyce açmış olmalı. Ortaya çıkan eser harikulade.


ISTVAN BORÇKAY'IN TACI

Sinan ÇULUK

Bir zamanlar canımız kimin kral olmasını isterse ona uygun tac imal ettirip kafasına o tacı geçiriyorduk. Bugün Transilvanya denilen Osmanlı'nın Erdel'i, Mohaç'da ortadan kaldırılan Macaristan Krallığının bir parçasıydı. Daha sonra Erdel'in özerk bir bölge olarak kalmasına karar verdik. Başına da İstvan Borçkay adında birini kral olarak tahta çıkardık ve İstanbul'da imal edilen tacı da ona hediye ettik. Sultan Birinci Ahmed devrinin sadrazamlarından Lala Mehmet Paşa'nın oturduğu tahtın yanına dizleri üzerinde gelen Borçkay'ın kafasına bu tac törenle oturtuldu. Osmanlıya bağlılık sözü veren yeni kral Borçkay acaba Macarların büyük önem verdiği bu tacın daha sonra Viyana Müzesi'nde sergileneceğini düşünmüş müdür?


EDEBİYAT-I ATÎKA REÇETESİ

EBUZZİYA'DAN

Bir mecmua-i edebiyyede görülen tertib-i acîbdir ki derd-i elfâz-ı bî-ma’nâ ve illet-i terkîb-i garâib-nümâ ile muhtelü’ş-şuûr olan yârân-ı kendide-beyâna yâd-gâr olmak üzre aynen naklolundu:

“Yirmibeş kadar izâfât-ı mütetâbia, seksen kâfiye-i bî-ma’nâ, elli aded arş u ferşi herc ü merc idecek mübâlağât-ı tâkat-fersâ, bir ejder kafası, iki akrep, turra kuyruğu, üç fincan kahve-i merhaba, iki kazgan pilav zerde-i ehlen ve sehlâ, bir şişe şarâb-ı hûn-dil, dört şiş kebâb-ı ciğer, otuz kıt’a nokta-i sehv-i şebnem alınarak henüz irin tutmağa başlamış bir dâğ-ı derûn içine konula ve âteş-i âh ile şeb-i tâ-be-seher kaynadılup ba’de’t-tulu’ bir saat kezlik-i Hurşid ile karışdırılarak ve bir dehân-ı ma’dum tedarük olunup üzerine iki Tebbet-i vârûn ve Şerhü’l-Belâğa’dan üç efsûn okutdurula ba’dehu iştihâya kuvvet verecek hazmı kabil olacak mertebesi hokka-i devât-ı şîhkârdan mübelliğ hâme-i zer-nigâr ile ihrâc edilüp şair-i felek-pervâz Aşık Garîb-i nâ-sâz ile münşî-i i’câz-perdâz Nergisî-i şehlâ-çeşm-i bî- enbâzın rûhuna bir dua-yı hayr ihdâsından sonra tenâvül buyrula! İnsana tatlı tatlı hezeyân söyletmek içün kat’iyyü’t-te’sîr bir terkîb-i a’ceb ve bir devâ-yı mücerrebdir.”



BULGARİSTAN'A SATILAN EVRAK MESELESİNİN BİR YÜZÜ

Sinan ÇULUK

1931 yılında Osmanlı arşiv belgelerinin Bulgaristan’a satılması hadisesi Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en acı olaylarından biridir. İbrahim Hakkı Konyalı ve Muallim Cevdet, satış hadisesinin ortaya çıktığı günlerde İsmet İnönü hükümetinin en acımasız muhalifleri oldular. Gazete haberleri ve yayınladıkları açık mektuplarla o yıllarda akla hayale gelmeyecek bir muhalefet sürdürdüler. Çabaları etkili oldu, evrakın satışı iptal edildi, evrak yüklü vagonlar Kapıkule Gümrüğü’nden geri çevrildi. Üstelik giden belgelerden bir hayli miktarı geri getirildi. Olaya sebebiyet veren İstanbul maliye memurlarına anında işten el çektirildi ve tutuklandılar. Mahkemeleri sürerken biri hapishanede vefat etti, diğerleri Cumhuriyet’in onuncu yılında ilan edilen genel affa maruz kalarak hapisten çıktılar. Bu davanın safahatına dair evrak muhtemelen İstanbul Adliyesi binasının 1933’de maruz kaldığı yangın felaketinde mahvoldu. Günümüzde adliye arşivlerinde bu davayla ilgili evraka henüz rastlanamamaktadır. Belki de (eğer felaketten kurtulanlar varsa) ileride ortaya çıkacaktır. 

Bu belirsizlik ortamında her önüne gelen aklına estiği gibi konuşmakta, İsmet İnönü ve hükümetini tarih nazarında suçlu gösterebilmek adına bilerek veya istemeyerek Türk Devlet Telakkisi’ni zedelemektedirler. Sanki Türk Devleti geçmişiyle ilgisini tamamen koparmak adına tarihte mevcudiyetini haklı kılan milyonlarca belgeyi bilerek, isteyerek, kasten Bulgarlara satmış gibi gösterilmek istenmektedir. Bunu söyleyenler 1920’den Bulgaristan’a satışın gerçekleştiği 1931 tarihine kadar Hazine-i Evrak memurları tarafından yürütülen çalışmalarda tasnif edilen ve Maarif Nezareti çatısında örgütlenen komisyonlar tarafından tasnifi yapılan belgeleri nasıl izah edeceklerdir. 

Daha Kurtuluş Savaşı yürütülürken bu evrakı Ali Emiri Efendi tasnif ediyordu. Cumhuriyet döneminde ise arşiv memuru Musa (Adıga) Efendi ve İbnülemin Mahmud Kemal İnal gibi iki alime teslim edilen komisyonlarda bugün dahi kullandığımız evrak koleksiyonları ile tasnifin en önemli temelleri atılmıştır. Bu komisyonda çalışanlar da zamanına göre memur maaşının üç-dört katına kadar yüksek ücretlerle çalıştırılmıştır. Osmanlının küllerinden doğan Türk Devleti kendine hayat hakkı bahşeden evrakını yok edecek kadar akli melekelerinden sıyrılmış adamlarca kurulmadı. Bu meseleye hissi ve siyasi yaklaşımların ardı kesilmelidir.

Burada iki kupür paylaşıyorum. Birincisi Osman Ergin’in “Muallim Cevdet” adlı eserinden alınmıştır. Kilisli Rifat, Muallim Cevdet’in kendisine Arşiv Tasnif Heyeti’nde çalışması teklifini nasıl yaptığını anlatmaktadır. Burada Cevdet Bey’in ağzından Kilisli Rifat Bey tarafından aktarılan ifadelerde bir hakkın teslimi sözkonusudur. Dikkatle incelenip değerlendirilmesi gerekir. İkinci kupür de Cumhuriyet Gazetesi’nden alınmıştır. Devletin ve zamanın hükümetinin nasıl ani bir refleksle daha fazla sözü dolaştırmadan en yetkin isimlerden bir komisyon kurarak bu yarayı sarmayı denediğinin en büyük ispatıdır. Üstelik tüm dünya 1929 ekonomik buhranı ile uğraşırken ve ülkemiz Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşı’nın acı ve kahredici tahribatının yaralarını henüz saramamışken, böyle bir teşebbüsün hayırla anılmayıp da talihsiz bir olay üzerinden siyaset üretilmesine hayret etmemek mümkün değildir. 

Bulgaristan'a satılan arşiv belgeleri üzerinden siyasi manipülasyonlar yapılması, elde gazete haberlerinden başka bir kaynak yokken, işin evveliyatına ve safhalarına vakıf değilken sonuca varılması, haysiyetli ilim erbabının bulaşmayacağı bir pisliktir.




1885 YILINDA AMERİKA VE İNGİLTERE'DE BASILAN KİTAP ÇEŞİTLERİNE GÖRE SAYILARI


Takvim-i Ebuzziya'da 1885 senesinde İngiltere ve Amerika'da basılan kitapların konularına göre tasnifi ve sayıları veriliyor. O tarihte Osmanlı'da böyle bir istatistik tutulduğuna dair bilgim yok. Eğer bulursak mukayese ederiz. Rakamlarda dizgi hatası olmalı ki toplamlarda yanlışlık çıkıyor. Buna rağmen dikkate alınabilir bir doküman. Basın tarihiyle ilgili çalışması olanlara faydalı olabilir.


  

SEYYİD NİGARİ'DEN




Lâubâlî gezerim def-i ubâl eylemişem
Sâye-i muğbeçede ref’-i melâl eylemişem

Var sandım dehn-i yâr-ı temennâ etdim
Yok imiş bilmemişem fikr-i muhâl eylemişem

Dembedem pârelesin bağrımı efşân etsin
Kânımı gamze-i dildâra helâl eylemişem

Varmazam medreseye tutmazam akvâl eteğin
Sâkin-i meykedeim terk-i cidâl eylemişem

Çekdi peymânemi vâiz dedi Allah Allah
Cehlden kürsîde bî-ma’nâ makâl eylemişem

Câm-ı serşârım ile düşdü ayağdan sermest
Hâce-i medreseye gör ki ne hâl eylemişem

Tutmuşum şâm u seher kâse-i serşâr eteğin
Girmişim meykedeye kesb u kemâl eylemişem

Kani erbâb-ı saadet kanı ashab-ı safâ
Vermişim câma cilâ ve mey-i zülâl eylemişem

Nigârî

ABDULLAH CEVDET'İN BİR DİPNOTU



Latîfe-gûyân-ı zemândan biri yedi sene evvel şu kıt’ayı İstanbul’da bir meclis-i sohbetde inşâd etmişdi:
İstemem devlet aleyhinde evimde güftugû
Adamı curnal ederler, herkesin namusu var
Askerîden, şeyhden, ilmiyeden, küttâbdan
Hazret-i Şâh-ı Cihân’ın it kadar câsûsu var!

Hoşdur                        A.C






12 Nisan 2014 Cumartesi

MARGARETHE FEHIM PASCHA

Sinan ÇULUK




İkinci Abdülhamid döneminin meşhur başhafiyesi Fehim Paşa’nın metresi olduğu iddia edilen ve Margarethe Fehim Pascha ismiyle anılan kadının fotoğraflarına dair ilginç bir belge. Ergün Hiçyılmaz’ın “Eski İstanbul’da Muhabbet” isimli eserine göre «Direklerarası’nda bir cambazhanenin kiracısı Mösyö Morgan’ın kızı» oluyormuş. Gökhan Akçura’ya göre Mösyö Morgan St. Antuan Kilisesinin yerindeki Concordia Oteli’nde cambaz gösterileri yapan biriymiş. Bu hanım vakti zamanında İstanbul sosyetesinin diline düşmüş, namlı, trendsetter hanımların önde gideni. Kendi şöhretini “sosyal medya”da daha da yaymak için kartpostallara poz verip üzerine de “Margarethe Fehim Pascha” diye ismini lanse etmiş. Matbaalar Sermüfettişi Şemseddin Bey’in gözünden kaçar mı! Sirkeci’deki bir kartpostal dükkanında bunların satıldığını görünce hemen cüzdana sarılıp altı adedini almış. Bunların satışının engellenmesi için de aşağıdaki belge Dahiliye Nezareti’ne gönderilmiş. Bu yasak İnternet yasağına benzemiyor. Kaynağından kesemeyince satışları engellenememiş olmalı ki WEB ortamında sorgularsanız değişik kartpostalları bulabiliyorsunuz. 


Belge Metni:


BABIALİ
NEZARET-İ CELİLE-İ DAHİLİYE
İdare-i Matbuat
Aded
951

Bir kadın resmini ve bâlâsında Fransızca «Margrit Fehim Paşa» ibaresini hâvî muhtelif vaziyette altı adet kartpostal Sirkeci’de Mariçe Oteli karşısında kartpostal satan bir dükkanda görülerek mübayaa edildiği idare-i âcizî Matbaalar Sermüfettişi Şemseddin Bey tarafından verilen raporda beyan ve ifade kılınmış ve alelusul idâre-i âcizîde hıfz edilmiş olmağla bunların füruhtuna meydan verdirilmemesi ve mevcutlarının hemen toplatılması esbabının istikmali lüzumunun Zabtiye Nezaret-i Celilesi’ne emr u iş΄âr buyurulması bâbında emr u fermân hazret-i men-lehü’l-emrindir.

Fî 12 Muharrem sene 325 ve fî 12 Şubat sene 322 [25 Şubat 1907]

Matbuat-ı Dahiliye Müdürü
bende
Kemal

SULTAN VAHİDEDDİN’İN DİN EĞİTİMİ EMRİ

Sinan ÇULUK




Sultan Vahideddin sarayda istihdam olunmak üzere getirilen bir çocuğa bazı dini meselelere dair sorular sorar. Tatmin edici cevaplar alamayınca bunun sebebini okuduğu okulda gerektiği gibi din eğitiminin verilmediğine bağlar. Lakayd bulduğu bu vaziyetin ileride kötü sonuçlara yol açacağına hükmeder. Çocuk ve gençlerin hayatlarını hüsranla neticelendirecek bu gibi durumlardan kurtarmak için işin başı olarak ilkokullardan itibaren din eğitim ve öğretiminin ciddiyetle verilmesini ilgililere emreder.

Bu belgenin muhtevasına göre dini eğitime önem veren bir padişahın varlığı bazılarımızı sevindirecektir. Böyle bir padişaha laf söyletilmez. Ancak belgenin tarihini dikkate alırsanız hükmünüzü gözden geçirmelisiniz. Her ne kadar belgenin yazıldığı günün Hicri tarihi yanlış tespit edilip yazılmışsa da Rumi tarih şaşmadığı için ona itibar ediyoruz. 10 Eylül 1338 Rumi tarihi 10 Eylül 1922’ye tekabül eder, yani Türk Milleti’nin topyekün İstiklal Harbi bir gün önce İzmir’de Yunan’ın denize dökülmesi ile sonuçlanmıştır. Bu tarihten elli gün sonra saltanat kaldırılacak, altmış yedi gün sonra da kendisi Türkiye’den kaçacaktır. Başına neler geleceğini anlayamamış, akıbetini görememiştir, kendinde bir güç olduğunu vehmedip sağa sola emirler verebileceğini zannetmektedir. İkinci Abdülhamid sonrası Sultan Reşad ve Vahdeddin'in durumu güncel tabirle masadaki tuzluktan farklı değildir. Eğer ki sarayında yanına gelen hizmetçiyle ilgilenip sorular sormasaydı ülkenin eğitim durumundan da bir haberi olmayacaktı. Bir gün önceki zaferden haberi ne zaman oldu, ciddi olarak araştırma ihtiyacı hissetmeye başladım.

Tek belgeyle tarihte hüküm verilmez de iyi değerlendirilirse bir ipucu olabilir.

Belge Metni:

Bihi
Mabeyn-i Hümâyûn-ı Mülûkâne
Başkitabeti
48

Saray-ı Hümâyûn-ı Cenâb-ı Mülûkâne’de istihdam olunmak üzere getürülen on beş on altı yaşlarında ve oldukça okur yazar bir çocuğa irâd buyurulan baʽzı esʼile-i esâsiyye-i diniyyeye cevâb-ı kâfî alınamaması kendisinin devâm etmiş olduğu mektepde lüzûm-ı vechile ulûm-ı diniyyenin taʽlîm edilmemiş olmasından neşʼet eylediği anlaşılarak bâdîʼ-i teʼessüf olan bu lâkaydînin devâmına müʼessirât-ı sâʼire-i hâzıranın dahi inzımâmı hâlinde âtiyen ne muzır avâkıb ve netâyic tevellüd eyleyeceği ve ebnâ ve şebbân-ı müslimîni bu gibi mezâlik-ı hüsrândan vikâye ve muhâfazanın ise akdem-i umûr olduğu bedîhî olmasıyla mekâtib-i ibtidâʼiyyeden iʽtibâren talebe ve tâlibâta ferâʼiz-i diniyye ve usûl ve erkân-ı ibâdetin ve iʽtikâdât ve îmân-ı İslâm’ın ale’d-derecât lüzûm u iktizâsı vechile hüsn-i taʽlîm ve tefhîmine fevkalâde iʽtinâ ve dikkat kılınmasının îcâb edenlere serîʽan tenbîh ve işʼârı şeref-efzâ-yı sünûh ve sudûr buyurulan emr u fermân-ı hümâyûn-ı cenâb-ı hilâfet-penâhî mantûk-ı münîfinden olmağla ol bâbda emr u fermân hazret-i veliyyü’l-emrindir.
Fî 17 Muharrem sene 1341 Fî 10 Eylül sene 1338.

Ser-Kâtib-i Hazret-i Şehriyârî
bende
Rif’at


ŞEYHÜLİSLAM ÖMER LÜTFİ EFENDİ’NİN İKİNCİ ABDÜLHAMİD’E ÇAVUŞ ÜZÜMÜ HEDİYE ETMESİ

Sinan ÇULUK
 

İstanbul’da bir zamanlar manav esnafına fazla ihtiyaç olmadığı söylenir. Her evin bahçesindeki çeşit çeşit meyve ağaçları, şehrin her yerine dengeli dağılmış bostanlar, meyve-sebze ihtiyacını fazlasıyla karşılarmış. Buna rağmen belirli bölgelerin meyveleri aranır, eşe-dosta ikram edildiğinde hatır yapılırmış. Arnavutköy’ün çileği, Çengelköy’ün hıyarı, Yedikule’nin marulu, Bayrampaşa’nın baklası, Beykoz’un fasulyesi, Silivri’nin kavunu, Bağlarbaşı’nın üzümleri bu neviden ikram ve hediye edilen kişileri fazlasıyla memnun edermiş. Çamlıca’da bağları olan Şeyhülislam Bodrumlu Ömer Lutfi Efendi de yetiştirdiği çavuş üzümlerinin ilk mahsulünü öncelikle Sultan İkinci Abdülhamid’e hediye etmeyi alışkanlık haline getirmiş. Sahibi olduğu bağ için "muhafızı olduğumuz" tabirini kullanması dikkate değer. Osmanlı zarafetinin, yazışma üslubunun birebir yansıdığı bu belgede, Çamlıca’daki bağından topladığı üzümlerin padişaha teslim edilmesi için muhtemelen mabeyn katibi veya musahiplerden birine yazdığı hususi tezkireyi sunuyorum.

Belge Metni:

Hüve

Saadetlü Beyefendi Hazretleri
Muhafızı bulunduğumuz Çamlıca’daki bağın evvel be evvel idrâk eden çavuş üzümlerinden atebe-i felek-mertebe-i şâhâneye takdîmi muʽtâd-ı senâverî olmağla yarın sabah kethuda-i senâverî ile firistâde olunacak üzümün mazhar-ı hüsn-i kabûl-ı âlî buyurulmasına delâlet-i saadetlerinin ibzâl buyurulması siyâkında tezkire-i mahsûsa-i senâverî terkîm kılınmıştır. Fî 27 Zilhicce sene 307 ve fî 1 Ağustos sene 306 [13 Ağustos 1890]

Şeyhülislam
Ömer Lutfî




TARİHİMİZİN EN ÖNEMLİ BELGELERİNDEN; BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NA GİRİŞİMİZİN İRADESİ

Sinan ÇULUK



Düvel-i Muazzama yeni bir çığır açıyordu. Osmanlı Devleti ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu miadını doldurmuştu, ortadan kalkmaları gerekiyordu. Biz ne yapsak, ne etsek, barışçı da olsak bu savaşın dışında kalamazdık. Onlar bize karşı savaş ilanını zaten yapmışlardı. Biz de formaliteyi yerine getirdik ve şu kâğıt parçası ile Birinci Dünya Savaşı’na girdik.

BELGE METNİ:

Bihi
İrade-i Seniyye 2104

Şehr-i hâlin on altıncı günü Donanma-yı Hümayun’un bir kısmı tarafından Karadeniz’de manevra icra eyle[mek]de olduğu sırada Karadeniz Boğazı’na torpil dökmek vazifesi ile hareket ettiği bilahare anlaşılan Rusya Donanması’ndan bir takımı mezkûr manevraları ihlal ve müteakiben izhar-ı muhasama ile boğaza doğru hareket etmeleriyle Donanma-yı Hümayun tarafından mukabele olunmakla beraber şayan-ı teessüf olan şu hadise hakkında Hükûmet-i Seniyye’ce Rusya Devleti’ne müracaat ile tahkikat icrası ve vak’a esbabının zâhire ihrâcı teklif ve bu suretle bî-taraflığı muhafazaya ihtimam edilmiş olduğu halde Rusya Devleti müracaat-ı vâkıaya cevap ita etmeksizin sefirini geri celb eylediği gibi kuvâ-yı askeriyesi de Erzurum hudûdunu nukât-ı muhtelifeden tecâvüz etmesine ve bu sırada Fransa ve İngiltere Devletleri dahi sefirlerini geri çağırdıktan başka İngiliz ve Fransız donanmaları müştereken Çanakkale’ye ve İngiliz kruvazörleri Akabe’ye top atmak suretiyle bilfiil muhâsamâta ibtidar ve ahîren de düvel-i mezbûre Devlet-i Aliyye ile hâl-i harpte bulunduklarını ilan eylediklerine binaen Hükûmet-i Osmaniyye’ce de müsteniden bi-tevfîkâti’l-lâhi teâlâ mezkûr üç devlet ile hâl-i harp ilanını irade eyledim.
Bu irade-i seniyyenin icrâsına Hey‘et-i Vükelâ memurdur.

BİR ZAMANLAR İSTANBUL’DA KALORİFER REKLAMI

Sinan ÇULUK

Odalarda sobaya hacet kalmayacak!
Hem yerden hem masraftan kazanılacak.

«Kalorifer»

1889 senesinde Paris’de küşad olunan sergide fevkalade mazhar-ı mükafat olmuş âlât ve edevât cevami, hastahane, kilise, kışla, mektep gibi ebniye-i umumiye ile haneleri, limonlukları, çamaşırhaneleri teshin için güzel bir usul. Yaz sıcakları esnasında havasını tecdid eder, hıfzıssıhha ve nezafeti temin eder.

Gerek teshin edilecek ve gerek havası tecdid olunacak hanelerin haritası irae olunur ise yapılacak ameliyatın kaç kuruş masrafla vukua geleceği hesap ve tahmin olunur.

İstanbul’da Balık Pazarı’nda Esayan Hanı’nda ikinci kattaki odaya müracaat edenler her türlü malumatı alabilirler.
[2 Ağustos 1891 TARİK gazetesi]



MÜFESSİR AHMED EFENDİ'NİN MÜHRÜ

Sinan ÇULUK

Tevazu eskiden sadece mühürlerde kazılı değildi. İnsanların yüreğine de mühür gibi kazınmıştı. Neler neler kaybettik, geçmişe baktıkça, ömrü oldukça görüyor insanoğlu.

Resimdeki mühür Bursa Ulucami'de cemaate Kuran-ı Kerim'i tefsir eden ulemadan Ahmed Efendi'ye ait. 1607 senesine ait bir belgede basılı. Bu küçücük hazineyi rahat okuyabilmeniz için biraz büyüttüm. İleride çizgisinden sapacak nesiller için reçete yazacaklara sunulmak üzere, kültürünü bu dairenin içinde prospektüs haline getirmiş. İsteyen istediği gibi yorumlayabilir. Ben sadece ibareyi aktarayım da yazıyı sonlandırayım.
 
 "el-Abdü'l-Mukassir, Ahmed el-Müfessir"


KARÇINZADE SÜLEYMAN ŞÜKRÜ’DEN İLGİNÇ TESPİTLER


Sinan ÇULUK


Tespit edebildiğim kadarıyla Osmanlı Devri’nde, yeryüzünde en fazla mesafe gezip izlenimlerini kitaplaştıran seyyah, Eğirdirli Karçınzade Süleyman Şükrü Efendi’dir.20. yüzyılın ilk senelerinde Osmanlı ülkesinden firar ederek seyyahlık etmiştir. Evliya Çelebi’den de fazla yer gezmiştir. Seyahatü’l Kübra adlı eseri hakkında daha önce birkaç yazı paylaşmıştım. Çin seyahatinde Çinli müslümanların birbirleriyle ihtilaflarına ve birbirlerini küfürle suçlayıp acımadan karşılıklı kan döktüklerine şahit olmasıyla buna dair değerlendirmelerini sunuyorum.

Bu olaya sebep olan Yemenli ve Ummanlı Haricilerinki başta olmak üzere Arabistan Yarımadası kaynaklı akidelerin o devirlerde çıkardıkları fitnenin günümüzde halen sürdüğünü ve insanların karışık coğrafyalarda birbirlerini tekfir ederek acımasızca katlettiklerini görmek işin arkasında yine bir emperyalizm izi aramayı gerekli kılmaktadır.

Seyahatü’l-Kübra adlı eser yakın zamanlarda Türk Tarih Kurumu tarafından yeni yazıya aktarılarak yayınlanmıştır.

Metin:

«Hoco’dan Lancusin’e avdet ettiğim gün Şinkuva Mescidi’nin imamı Lusa İsmail ahund istifsar-ı hatır için menzilime geldi. Alim ve âkil olan bu zat ile musahabemiz birkaç saat devam etmesinden bilistifade Salar cihetindeki İslamların yekdiğerlerini tekfir ile harbe girişmelerinin esbab-ı mucibesini sual ettim. Şu vak’a-i müteessifeden canı yangın olan fazıl-ı mumaileyh “İslamların tefrikaya düşmelerine sebep Maskat ve Hadramut taraflarından buralara gelen cerrar bedevilerdir. Her Arab’ı Haremeyn’den geliyor zannederek Çinli İslamlar “Bu Arap Mekke’den geldi. Mutlaka kerameti vardır. İslamiyete dair malumatı vasi’dir.” diye hayli tazim ve takaddümelerden sonra kendinden tarikat isterler. Bu beyzi mezhep Maskat bedevisi, cehlini setr içün aklını gelen bir şeyi Arapça cümle ile söyleyip savışıyor. Avam nâs bedevinin bu kelam-ı cahilanesini tarikat zannıyla gösterdiği yolu tutuyorlar. Üç beş sene sonra bir diğeri geliyor, bu da başka cemaate âhar bir yol gösteriyor. Bu suretle muvahhidin arasında tefrikalar, adâvetler hudûs edip nihayet yekdiğerlerini tekfire kadar kalkışıyorlar. Gördüğünüz tefrikalar işittiğiniz harp, bir takım mechulü’l-ahval Harici’lerin aramıza saçtıkları tohum-ı fesad neticesidir.” Cevabını verdi. Ümmet ne kadar cahil ise ulema da o nispette gafil Sübhanallah. »


KABE TASVİRLİ ÇİNİ PANONUN HATIRLATTIKLARI

 Sinan ÇULUK


İstanbul Rüstem Paşa Camii'in son cemaat yerinde Kabe'yi tasvir eden bir çini pano bulunur. Bu panoda, Kabe içinde Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli olarak dört mezhebin günümüzde yerinde bulunmayan makamlarının tasvirleri de mevcuttur.

İran Şahı Nadir Şah, Sultan Birinci Mahmud ile olan barış görüşmelerinde İranlıların artık “Tevella, Teberra ve Takiyye”de bulunmayacaklarını taahhüt etmiş ve buna mukabil Kabe içine bir de “Makam-ı Caferi” ilave edilmesini rica etmişti. Bu rica kabul edilmedi ve ülkesindeki karışıklıkların ardından Nadir Şah öldürüldü. Ölümünden sonra “Tevella, Teberra ve Takiyye” Şia uleması tarafından yeniden uygulanmaya başlandı. Osmanlı Devleti ile İran arasında mezhepleri de birbirine yakınlaştıracak en önemli barış görüşmesi böylece sonuçsuz kaldı.

Kabe’ye Caferi mezhebinin makamı da eklenebilseydi, günümüze kadar uzayan etkileri ile iki ülke arasındaki ilişkiler çok farklı olabilirdi.

Şimdilerde o devirler için iki ülkenin dostluğunu bile etkileyen bu makamlar mevcut değil ve hiç de eksiklikleri hissedilmiyor. O devirde Caferi makamına izin verilseydi, şimdilerde yerinde yeller esiyor olacak, Kabe ve İslam Dini de bundan bir zarar görmeyecekti. Yazık oldu, tarihi bir fırsat kaçtı.

Çini panoyu yaptıran şahsın künyesi şöyledir. “Sahibuhu Etmekçizade Mehemmed Beşe. Sene seb’in ve elf.” [1070-1669/1670 ]