30 Kasım 2018 Cuma

TÜRKÇE EZAN

Ezanın Türkçe okunup okunmaması tartışmalarına dinî açıdan değil ancak tarih nokta-i nazarından bakabilirim. Gördüğüm benim için hiç şaşırtıcı değildir. Selçuklular, Osmanlılar ezanı da kameti de Cuma hutbesini de Arapça okudular. Bu saydıklarım Cumhuriyet devrinde bir süre Türkçe okundu. Sadece ezan ve kamet 18 yıl Türkçe okundu ama Cuma hutbesi halen Türkçe okunuyor.Müslüman kitleler Türkçe ezandan Arapça ezana geçildiğinde bayram ettiler ama hutbenin de Arapça okunmaya başlanması gerektiğini akıllarına dahi getirmediler. Yüzyıllar içinde aldığı şekiller itibariyle hutbenin dinî bir olgudan ziyade politik bir araç olduğu apaçıktır. Birçok kaynağa göre hutbenin Arapçadan başka dilde okunması Cuma’nın sıhhatine zarar veriyor. Farklı yorumlar da var ama geneli böyle... Böyle olduğu bilindiği halde ezanın Türkçe okunmasına, dinî bir ibadete devletin müdahalesinden rahatsız oldukları için karşı çıkanlar, hutbeyi de Arapça okumanın kavgasını niçin vermiyorlar da aksine milletin anlaması için Türkçe okunmasında fayda görüyorlar? Bu mantıkla gidilince, anlaşılarak, hazmedilerek okunması iyi bir şeyse namaz surelerinin Arapça yerine Türkçe okunmasına niye karşı çıkıyorlar? Bu soruların cevabını biliyorum, sizlerden beklemiyorum, tartışma olması için de sormadım. Sadece içimi döküp rahatlıyorum…

OSMANLININ ORTODOKS ERMENİLERİNE KATOLİK ÇENGELİ


Osmanlıda, Balkanlar, Kafkasya, Anadolu, Arap coğrafyası ve Akdeniz adalarındaki Ortodoks Hıristiyanlık millet temeli üzerine kuruludur. Osmanlı egemenliğine geçtikten sonraki ilk evrede Rum, Ermeni, Gürcü kiliseleri vardı. Zamanla Sırp, Bulgar, Romen ulusları da milliyetçilik sürecinde kendi kiliselerini kurdular. Tamamı Ortodoks olan bu kiliselere tabi Osmanlı tebaası gayrimüslimlere Katolik Kilisesi ile Protestan Kilisesi misyonerleri çengel attı. Gayeleri elbette Osmanlı topraklarında din ve kilise yoluyla kendilerine tabi olacak kitleler oluşturmaktı. Açtıkları okullar ve gezgin papazları ile birçok Ortodoksu Katolik veya Protestan yaptılar. Her cemaat içinde karışıklığa ve çatışmaya varan bu durum asayişin temini konusunda hassas olan Osmanlı rejimini de huzursuz etti. Frenklerin Osmanlının kontrolündeki müesses Ermeni Patrikhanesinden ayırıp Roma’daki Papa’ya bağladıkları Katolik cemaati mensuplarının durumu çok politik olaylara sebep olmuştur. Bizzat Ortodoks Ermenilerin, Divan-ı Hümayun’a, Babıali’ye yağdırdıkları yüzlerce dilekçede kendilerinden ayrılıp Katolik veya Protestan olan Ermenileri şikayet ettikleri, sürülmesini, hapsedilmesini, bir şekilde cezalandırılmalarını istedikleri görülür.
Belgede adları yazılı olanlar Katolik olup Ortodoks Ermenilere Katoliklik propagandası yapmak ve Katolik kiliselerine gitmelerine ruhsat vermek suretiyle kendilerine bağlayıp cemaatleri arasına ayrılık sokup karışıklığa sebep olduklarından beş arkadaşları ile birlikte Tersane’de küreğe konulmaları için ferman verilmiştir.

BELGE METNİ:

Fi 9 Ra sene 1118 [21 Haziran 1706]


İstanbul Patriki Mardiros nâm
Kudüs-i Şerif Patriki Matyos nâm
Sanos Papas nâm
Kones? Kethüda nâm
Kirkor Papas nâm
Bektaş nâm
Avanes nâm


Mesfûrîn Efrenc ayininde olup Ermeni taifesin Frenk ayinine tergîb ve Frenk kilisesine varmağa ruhsat da verip kendilere mütabaat ve taife-i merkûmenin beynlerine tefrika ve ihtilallerine bais beş nefer refikleriyle Tersane-i Amire’de küreğe vaz’ oluna deyü fermân-ı âlî.


MASLAHATA MAŞALLAH

Sultan Reşad mesane hastalığından muzdariptir. Ameliyat için Alman Profesör İsrail'i çağırırlar. Zorlukla yürüyen padişah, Esvapçıbaşı Sabit Bey'in koltuğunda, sarayda ameliyathane olarak hazırlanan odaya gelir. Padişahı muayene etmek için yanına gelen Prof. İsrail, padişahın çarpık bacaklarına, davul gibi karnına bakarak yüksek sesle söylenmeye başlar. "Haşmetmeab, hiç kendinize bakmamışsınız, ne bu haliniz" diye söylendikçe padişah ne dediğini anlamak için Başmabeynci Lütfi Simavi Bey'e işaret eder. Lütfi Simavi Bey doktorun dediklerini birebir tercüme etse uygun düşmeyeceği için hemen kıvırır. "Maslahat-ı Şahanenin azametine hayran olduğunu söylüyor" der. Sultan Reşad pek memnun kalır ve "Söyleyin gavura, kendi dilinde maşallah desin" emrini verir.

III. SELİM'İN NARH UYGULAMASINA TEPKİSİ-PİYASALAR VE FİYATLAR

Üçüncü Selim asırlarca süren Osmanlı düzenini Nizam-ı Cedid ile değiştirmeye kalktı. Sonu iyi bitmese de yeni bir hazine ve ordu oluşturdu. Kolay değil, bu hengâmede piyasanın kurallarını biraz anlamış.

Sadrazamın seferde olduğu bir sırada sadrazam yerine görevli olan sadaret kaymakamına kendi eliyle bir hat yazmış. O devrin belediye başkanı gibi görevleri olan İstanbul Efendisi adı verilen kadı kafasına göre kiraz, enginar ve yoğurt fiyatlarına narh koymuş. Üçüncü Selim de tebdile çıktığı bir sırada bu yiyecek maddelerinin piyasada bulunmadığını, bulunanın da pahalı olduğunu kaymakama söylüyor. İstanbul efendisinin kafasına göre takılmamasını, azletmekle kalmayıp sürgüne göndereceği tehdidini de eksik bırakmıyor. (Bu arada geçenlerde İslam'ın narha bakışına dair yazdığım notu da hatırlatayım.)

Bu meseleyi biraz karışık buldum. Padişah kadıyı haksız yere suçluyor gibi. Kiraz, erik ve yoğurt üretiminde, pazara girmesinde rekolte azlığı söz konusu olmasa yüksek narh verildikten sonra da bulunmamaları söz konusu olmazdı, sadece daha pahalı olurdu. Hem bulunamayıp hem de eski fiyatından yukarıya bir narh verilmişse üretim azlığındandır. Bunda kadının suçu yok. Fiyatların daha fahiş hale getirilmemesi için önceki fiyatından biraz yüksek ama piyasanın talebinden daha düşük bir narh belirlemiş olmalı. Yine de fiyatı uygun bulmayan üreticinin piyasaya mal sürmediği anlaşılıyor. Osmanlıda olduğu gibi kapalı bir ekonominiz de olsa, kapitalist ve enternasyonal bir piyasanız da olsa fiyatları arz-talep dengesinin belirlediğine dair güzel bir belge.

BELGE METNİ

Kaymakam Paşa
Handa olan eşyaları defter edip defterin tarafıma irsal edesin. Ve dünkü gün tebdile çıktım, bazı [Zı ile yazılmış] şeyleri sual eyledim. Kiraz ve enginar, yoğurt böyle şeylere İslambol efendisi nark [narh olmalı Kaf ile yazılmış] vermiş. Vallahi böyle şeylere nark verildiğini hiç işitmedim. Şeyler bulunmayor, bulunsa da pahalı. İslambol efendisine söylesen böyle şeyler etmesin. Vallahülazim nefyederim. Azl ile kurtulamaz. Kiraz, yoğurt, enginar bu makule şeylere izin versin zira bulunmayor. Bunlar ucuz olsun diye nark vereceğine mukaddem pahasından ziyadeye nark veriyor. Böyle şeyler etmesin kendi bilir.



ŞÜKUFE NİHAL-COĞRAFYA BÖLÜMÜNÜN İLK KADIN MEZUNU EDEBİYATÇIMIZ

Kız-erkek karma eğitim Cumhuriyet devrinin icadı değildir. 1919 yılında İstanbul Darülfünunu Coğrafya bölümünün ilk kadın mezunu Şükufe Nihal, bölüm arkadaşları ve hocaları arasında anısını ebedileştiriyor. Sonraki yılların ünlü edebiyatçısı Şükufe Nihal ile birlikte büyük coğrafyacı Faik Sabri [Duran] Bey'in de aynı karede olması açısından tarihi bir fotoğraf. Yanındaki Hamdi Bey, daha sonra Şükufe Nihal ile evlenip ayrılan Limancı Hamdi adıyla bilinen Ahmet Hamdi Başar. 

Peki, bu fotoğrafı nerede buldum? Abu Dabililer almış götürmüş, AKKASAH sitesine erişime açmışlar.





BİR REHİNCİNİN DEFTERİNDEN-1739 YILINDAN

Osmanlı Devleti hatırı sayılır servet sahiplerinin ölümünden sonra menkul gayrimenkul cinsinden mallarına, paralarına, nesi var nesi yoksa el koyardı. Belgeleri günümüze ulaşan böyle bir olayda 1739 yılında Kapalıçarşı rehincilerinden biri ölmüş. Devlet, dükkandaki rehin bırakılan eşyaların sahiplerinden ulaşabildiklerine, borcunu öde rehindeki eşyanı kurtar demiş. Bunlardan parası olanlar eşyasını kurtarmış. Parası olmayanlar ile rehin eşyaların ulaşılamayan sahiplerinin ortaya çıkması için dört yıl beklenilmiş. Gelen giden olmayınca bu eşyalar müzayedeye çıkarılmak istenilmiş. Bunun için düzenlenen defterde neler var neler... Tam on sayfa dolusu eşya kayıtlı. Elmaslar, zümrütler, bilezikler, küpeler, kıymetli saatler, mücevherli hançerler, kılıçlar.. Velhasıl bugün mevcut olsalardı defterdeki eşyalarla muhteşem bir müze kurulurdu. Listelere baktım baktım bu kadar kıymetli eşya arasında sadece bir tek kitap gördüm. Hem de Osmanlı hukukunun en önemli kitaplarından Dürer kitabı. Kitabın sahibi borcunu ödeyemediğine göre belki de gariban bir medrese öğrencisiydi. Okulunu bitirebildi mi acaba?...


EMPERYALİZMİN TEŞHİSİ


Osmanlı Devleti'ni mali yönden iflasa sürükleyen, Düyun-ı Umumiye belasını başına saran en önemli hususun dışarıdan borç alınan paralarla yapılan saraylar, köşkler, kasırlar olduğunu öğrettiler yıllarca. Bundaki birinci etkenin Osmanlı hanedanını, yönetici sınıfı kötülemek olduğunu biliyoruz. Cumhuriyetin ilk devrindeki bu tavrı bir dereceye kadar anlarım. O yıllar geçtikten sonra da aynı mavallara devam edilmesini anlayamam. Oysa iflasın gerçek sebebidemiryolları, limanlar ve deniz fenerleri yatırımcılarına verilen km. garantisi, çeşitli imtiyazlar ile reel maliyetin çok üstünde şişirilmiş fiyatlarla rantabl olmayan tesisler için borçlandırılarak soyulmamızdı. Valide Sultanından sadrazamına, paşalarından memurlarına kadar rüşvet çarkına dişli olmuş bir grubun aldıkları rüşvetler sayesinde bu acımasız faiz oranlarıyla borçlanmaya maruz kaldık. Bazı onurlu tarihçiler soygunu afişe ettiler, hırsızın adını da emperyalizm ve yerli işbirlikçileri olarak kayda geçirdiler ama asla makbul olmadılar. O devirde gerçeklere kulaklarını tıkayanlar, kamuoyunun bilinçlenmesini istemeyenler gelinen durumdan hakkıyla sorumludurlar.

FOTOĞRAFTAN ÇIKAN HİKAYE: HÜSEYİN RİFAT RAKISI


Şu fotoğraf sanırım Karaköy'deki Kadıköy-Haydarpaşa iskelesini gösteriyor. İskeledeki tabelada ne yazdığını okumak için resmi büyüttüğümde "Vapurlardan çıkılur-Sortie" yazısını gördüm. O anda daha ilginç bir yazıyı fark ettim. O küçük, büfe kılıklı dükkanda içki satılıyor. Levhada da "Hüseyin Rifat Rakısı" reklam ediliyor. Bu Hüseyin Rifat da kim ola ki dedim... Meğer İbnülemin'in "Son Şairler" tezkiresine girecek kadar şairmiş. İzmir'de yaşarken İzmir'in Yunan işgaline uğraması üzerine geldiği İstanbul'da "Üzüm Kızı" ismiyle ün salan rakıyı imal etmeye başlamış. Aslında şair kısmı şaraba "Bint-i İneb" derler ama Hüseyin Rifat'ın şiir dünyası bunu rakıya da teşmil etmiş. Meşhur olmuş olmasına ama bir yahudinin kaşkarikosu, ardından Tekel idaresi onu işinden men etmiş. İşgal İstanbul'undan bir foto bizi bir hikayeye götürdü.






ERMENİ GENCİ TOROS’UN HİDAYETE ERİP MÜSLÜMAN OLMASI

İhtida kavramı gayrimüslimlerin hidayete ererek Müslüman olmalarını ifade eder. Teorik olarak insanların Müslüman olması için bir törene, kayıt kuyuda ihtiyaç yoktur. Kişinin Müslüman olması için “Ben Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in onun kulu ve resulü olduğuna şahitlik ederim” demesi yeterlidir.

Klasik dönemde toplu ihtida dışındaki bireysel ihtidalar hoş karşılanmıştır. Hatta Müslüman olanlara gayrimüslim kıyafetini terk edip, Müslüman kıyafetine bürünmeleri için hatırı sayılır meblağlar ödenir, bu paraya “kisve baha” denilirdi. Bazen de bir vakıftan ücret tahsis edilirdi. Ancak Osmanlı zamanında her önüne gelen gayrimüslim “ben kelime-i şehadet getirdim, artık Müslümanım” diyemezdi. Dediği Allah katında kabul olsa bile devlet nazarında geçerli değildi. Öncelikle mensup olduğu cemaat itiraz ederdi. Müslümanlarda olduğu gibi gayrimüslimlerin de yerine getirmeye zorunlu oldukları yükümlülükleri vardı.

Bunlar uzun Osmanlı asırlarında 1856’ya kadar cizye denilen vergiyi ödemekle yükümlüydüler. Ayrıca mensup oldukları kiliselere de belirli paralar öderlerdi. Devlet, bir köyün, kasabanın gayrimüslimlerinden tahsil edeceği cizyeyi yıllar öncesinde kelle sayımıyla belirlediği fiyat üzerinden bir mültezime satar, satın alan da önce devlete ödediği parayı çıkarıp üzerinden kâr etmeye bakardı.

Tek tük ihtidalar pek sorun olmasa da bir köyün, kasabanın topluca “biz topyekûn Müslüman olduk, artık cizye yerine öşür ödeyeceğiz” demesi asla kabul edilemezdi. Çünkü cizye üzerine kurulu bütün hesaplar şaşardı. Mültezim zarar eder, o köyün cizye gelirinin ilhak edildiği valide sultan veya padişah kızı sultanların vakıflarının muhasebeleri açık verirdi. O yüzden toplu ihtidalar asla kabul edilmemiştir ve verilen fetvalarda da bunların cizyeden kurtulmak için Müslüman oldukları düşüncesiyle ihtidaları geçerli sayılmamıştır. 

Kiliseler de tek tük gerçekleşen ihtidalara gelirleri azaldığı için veryansın eder, bunların baskıyla, zorla Müslüman edildikleri veya yaşlarının küçük olduğu bahanesiyle kendilerini himaye eden (Osmanlı bu himayeyi hiçbir zaman kabul etmek istememiştir) devletlere şikâyet yağdırırlardı. Tanzimat sonrasında Batılı ülkelerin müdahalesi daha da artınca işin ciddiyeti değişti. Artık mahalli meclislerde gayrimüslim cemaat temsilcilerinin huzurunda ihtidalar gerçekleştiriliyor ve tanzim edilen mazbata İstanbul’a gönderiliyordu. Ekte, Konya’dan Manisa’ya gelip Mevlevi tarikatine giren 18 yaşındaki Toros adlı Ermeni gencinin hiçbir tarafın baskı ve zorlaması olmadan, aklı başındayken, Hıristiyan cemaat başlarının da hazır bulundukları bir oturumda Hıristiyanlığı terk ile Müslümanlığı kabul edip Ahmed Sadık ismini aldığını belgeleyen mazbatayı görüyorsunuz.

BELGE METNİ:

Medine-i Konya’da vaki Saray Sokağı Mahallesi mütemekkinlerinden ve Ermeni milletinden olup bundan dört mah mukaddem Manisa’ya gelerek Mevlevi Şeyhi Reşadetlü Mustafa Efendi’nin hizmetinde bulunan tahminen on sekiz yaşında Toros veled-i Ohannes metrepolid vekili ve reaya kocabaşıları hazır olduğu halde akd olunan meclis-i şer’-i şerifde bir taraftan cebr u ikrâh olunmayarak mücerred kendi hüsn ü rızâsıyla merkûm âyin-i Mesîha’yı terk ile dîn-i beyzâ-i Muhammediyye’yi kabul eylediğin tekrâr ale’t-tekrâr ikrâr u itirâf etmiş ve merkûm tâmü’l-âkil olarak ol vechile kabul-i İslâmiyeti hususunda bir taraftan icbâr u iğfâl misillü hâlât vukû’a gelmediği tahakkuk ve tebeyyün eylemiş olduğundan merkûm telkîn-i dîn-i mübîn olunarak rızasıyla ismi Ahmed Sadık tesmiye olunmuş olmağla ol bâbda emr u ferman hazret-i men lehü’l-emrindir. Fî 19 [Ramaza]N. Sene [12]66 [29 Temmuz 1850]

Saruhan Livasının Kaymakamı, Şer’iye Hâkimi, Mal Müdürü, Müftü, Liva Meclisi Azaları, Ziraat Müdürü, Rum-Ermeni ve Musevi Cemaat Kocabaşılarının mühürleri.

2 Kasım 2018 Cuma

ÜSKÜDAR SELİMİYE CAMİİNİN CEPHANE VE MÜHİMMAT DEPOSU OLARAK KULLANILMASI

Osmanlıyı bitiren savaşların en büyüklerinden 93 Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) sırasında Ruslar Ayastefanos’a (günümüzün Yeşilköy’ü) kadar gelmişlerdi. Savaş süresince Balkanlarda yaşayan Türklerin büyük bir kısmı evlerini, barklarını, çiftini, çubuğunu terk edip can havliyle Rusların önünden kaçmışlardı. Edirne’den öteye İstanbul önlerine yığılan göçmen kitlesi Büyükçekmece’de durdurulmuş, akrabalarının yanına gidebilenler, firaren İstanbul’a girebilenlerin haricinde çoğunluğu Güney Marmara’ya yerleştirilmişti. Osmanlının savunma ve savaş gücü kalmayınca Rusların İstanbul’a girmesi an meselesi olmuş, devlet ricali tarafından Sultan II. Abdülhamid’in haremiyle birlikte Konya’ya veya İç Anadolu’da daha korunaklı bir şehre gitmesi önerilmişti. Sultan Abdülhamid bizzat savaşmayı göze alıp bu teklifi geri çevirmişti ama sonuçta anlaşma yoluna gitmeyi tercih etti.

3 Mart 1878’de Ayastefanos Anlaşması çok ağır şartlar dayatılmasına rağmen imzalandı. Uluslararası dengeyi tamamen Rusların lehine değiştiren bu anlaşmaya Düvel-i Muazzama’nın tepkisi çok sert oldu. İmzalanan anlaşma yürürlüğe girmeden Berlin Kongresi toplandı ve 13 Temmuz 1878’de oradaki anlaşmayla dengeler korunmaya çalışıldı. Tabii ki Mart-Temmuz arasında Rus Ordusu İstanbul’un yanı başında mevzilerini terk etmeden durumun alacağı şekle göre hareket etmeyi bekliyordu.

İşte bu sıralarda İstanbul’da heyecan had safhadadır. 19 Nisan 1878 tarihli ve Nusret (muhtemelen Çerkes Nusret Paşa) mühürlü bir jurnalde yaşanan telaşın izleri görülüyor. Jurnalde İngiltere ile Rusya’nın Berlin’e giden yolda görüşmeleri kesilirse Rus Ordusu’nun İstanbul’a saldırı emri aldığı bildiriliyor. Rus subaylarının gerek tebdil-i kıyafetle gerekse resmi üniformalarıyla İstanbul’un sokaklarında serbestçe gezerek keşif faaliyetleri yürütmelerine bir çare bulunması talep ediliyor.

En can alıcı husus Tophane’de bulunan cephane ve mühimmatın, geceleyin karşı yakaya, Üsküdar’da Selimiye Camii’ne nakledilmesidir. Böylesine tarihi bir caminin mühimmat deposu olarak kullanılması hemen yanında Selimiye Kışlasının bulunmasından kaynaklanmıştır. Muhtemelen tek bir yere cephane ve mühimmat yığılması durumunda sabotaja maruz kalınırsa tahribatın büyüklüğü düşünülerek bu durumun korkutucu olduğu vurgulanmıştır.

Bu savaşta Balkanlarda birçok caminin arpa-buğday-cephane deposu olarak kullanılması dolayısıyla tahrip olduğu ve Berlin Anlaşması sonrasında kurulan Bulgaristan Prensliği devrinde bu camilerin izi-bucağı kalmadığı kayıtlıdır. Üsküdar Selimiye Camii'nin ne kadar süre depo olarak kullanıldığını henüz tespit edemediysem de çalışmalarım sürmektedir.

Belgede renkli işaretlenen kısım:
«Geceleri Tophane’den mühimmat ve cephanenin Üsküdar’a naklolunduğu ve yalnız Selimiye Cami-i Şerifi’ne konulduğundan muhataradan salim olmadığını Üsküdar ahalisinden bazı asdıka haber vermiş olduğu. »