22 Şubat 2024 Perşembe

ZALEMEYE MUÎN MAZLUMA MÜHÎN

Bir sancağın müftüsü ve aynı zamanda bir medresenin müderrisi olduğu halde, başına geçtiği çete ile birlikte halka musallat olan ve aleni eşkıyalık ettiği için azledilen birinin sürgün edilmesi için 1706 yılında gönderilmiş bir fermanda "zalemeye muîn ve mazluma mühîn olduğu" ibaresiyle karşılaştım. Benzeri olaylara dair başka fermanlarda rastlamadığım bu ibare çok ilgimi çekti. Aslında ne güzel anlatıyor. Adaletli olmak insan olmanın şartlarındandır elbette ama bir kamu görevlisi için olmazsa olmazdır. Devletten aldığı yetkiyi "hukukun üstünlüğü" yolunda kullanmayıp, zalime yardımcı olup mazlumu aşağılayıp hakaret eden kişilerin teşhisi yolunda çok haklı ve isabetli bir formül. Cezası da sürgün hatta kalebent olmalı.




TÜRKLERİN MİLLİ OYUNLARINA NE OLMUŞTU


Türk milleti bir zamanlar oyunlarını bile unutmuştu. Bir nebze kırsal kesimde yaşatılabildi ama şehirlerde oturanlar unuttu gitti. Hatırlayanlar da ne nizam, ne düzen tutturamadan kara düzen oynarlar, seyretmesi eziyet olurdu. Tarihimizin eski sayfalarında kayıtlıdır, düğünde, bayramda, seyranda, kırda, bayırda, nevruzda, hıdrellezde hep birlikte oyunlar oynanırdı. Dini bayramlarda davul zurna eşliğinde kışlalarda bile oyun serbestti. Hatta teşvik edilirdi. Sonra ne oldu, ne bittiyse ortalıkta ne neşe kaldı ne de oyun… Kadızadeli zümresi külliyen oyuna karşıydı. Günahtır, haramdır, zinhar oynamayın, cehennem orada falan diyerek milletin bir kısmını adetlerinden, geleneklerinden soğuttular. Osmanlının son elli yılı zaten istibdat yönetimiyle geçti. Son on yılda istibdadın yanına bir de savaş ekleyin… Millette oynayacak hal mi kalmıştı. İşte bir aydının Cumhuriyetin ilk yıllarında kaleme aldığı Osmanlının son döneminden izlenimleri…
«Biz muallim mektebinde talebe iken İstanbul’a gelen Romen Darülfünunlarını misafir etmiştik. Konferans salonunda sık sık birbirimize müsamere verirdik. Bir gün kendilerinden milli oyunlarını rica ettik. Bir Romen genci sahnenin önüne gelerek arkadaşlarına bir şeyler söyledi. Derhal yirmi-otuz Romen genci sahnenin ortasında el ele, kıvrak coşkun bir oyuna başladılar. Hayretten birbirimize baka kaldık. Hepsi sanki yekdiğerine bağlı imişler gibi tam bir ahenk içinde hatasız oynuyorlardı. Romen ruhunun inceliğini her şeyden ziyade biz bu oyunlarla anlayabilmiştik.
O zamandan beri hasret çekiyoruz. Niçin Türk gençlerinin de bir arada oynayacakları milli bir oyunları olmasın. Ve bu oyun Darülfünun’umuza kadar bütün mekteplerimizde talim edilmesin.
Tekrar intihaplarıyla bize sürur ve ümit bahşeden kıymetli maarif vekilimizin her halde bu milli oyun meselesini de tetkik etmekte olduklarına kanaatimiz vardır.»




OSMANLI HARFLERİYLE OKUYAMADIK, LATİN HARFLERİYLE YAZIN OKUYALIM


Bir Alman’ın Adapazarı Fabrikası’nı ziyaret edeceği ve seyahat işlemlerinin yapılması Berlin Sefareti Ataşemiliterliği'ne bildiriliyor. Ne var ki sefaret mensupları, gönderilen yazıda adamın şehri ve şirketinin isimlerini okuyamamışlar. Tahmin ettikleri kadarıyla adres rehberinde de bulamamışlar. Sefaret, Osmanlı Ordusu Başkumandanlığından bu isimlerin bir de Latin harfleriyle yazılıp gönderilmesini istemiş. Başkumandanlık da meselenin sahibi Nakliye Kıtaları Müdürlüğüne gereğini yapın diyor. Aşağıdaki belgede adamın soyadını okumaya çalışın. Adı Hans’ı bildiğimiz için okuyabiliyoruz ama soyadı kaç farklı şekilde okunuyor. Nevciban, Nevciyan, Nucban, Nucyan okuyabildiğimiz gibi ilk hecenin o-ö-u-ü seslerinin varyantları olabileceğini de hesaplamalıyız. Adamın soyadını bilmediğimiz sürece hangi okunuşun doğru olduğunu ve Almancada nasıl yazıldığını asla bilemeyiz. Şirket ve şehir ismini kim bilir nasıl yazdılar ki Almanya’dakiler işin içinden çıkamamışlar.

Eski yazıda yabancı yer, şahıs, müessese isimlerinin okunması her zaman için müşküldür. Osmanlılar da okunuşunu bilmedikleri bir ismi okuyamıyorlardı. Birçok şehir ve devlet adamı ismini ancak harekeleyerek yazdıkları takdirde doğruya yakın telaffuz edebiliyorlardı ama bu yöntemi de çok seyrek uyguluyorlardı. 19. yüzyılda Tanzimat, 1. Meşrutiyet ve İstibdad devirlerinde Osmanlı Hariciyesi ile kendi dış temsilcilikleri arasındaki resmi yazışmalar Türkçe yerine Fransızca yapılıyordu. Tek sebebi okuma güçlüğü olmasa da resmi dili Türkçe olan bir ülkenin dış politika işlerini Fransızca yürütmesinde bu okuma-anlaşılma engelinin büyük etkisi vardı. Türkçesi zayıf gayrimüslim büyükelçiler ve Hariciye personeli ile telgraf muhaberatının Fransızca yürütülmesi yüzünden dış politikanın geliştiği, ilişkilerin arttığı bu çağda resmi dilimizi mecburen bir süre terk etmiştik. Kendi temsilciliklerimizle başkent arasında gidip gelen evrak yabancı ülkelerin temsilciliklerinden gelen-giden evraktan çok çok fazlaydı. Hariciye’nin tercüme büroları harıl harıl çalışıyordu ama çevirdiklerinin çoğu resmi dilimiz Türkçe’nin dışında Fransızca ile yazılan kendi yazışmalarımızdı.



19 Şubat 2024 Pazartesi

CEMAL PAŞA’NIN ÜSKÜDAR’DA ENTARİ YASAĞI


Tarihle aktüel düzeyde ilgili olan kamuoyunda Cemal Paşa’nın bilinirliği sorgulansa ve hakkında aklınıza ilk gelen iki madde nedir diye sorulsa zannederim “entari yasakları” ve “4. Ordu Âliye Divan-ı Harbi’nde idama yolladığı Arap isyancılar” cevabı verilir. Cemal Paşa 31 Mart ayaklanmasından kısa bir süre sonra 19 Mayıs 1909’da tayin edildiği Üsküdar Mutasarrıflığı’nda ilk işlerinden biri olarak ev kıyafetiyle, gecelik entarileriyle sokaklarda dolaşıp duranları hedefine koymuştu.
O yıllarda Türk erkeklerinde dünyadaki diğer benzerlerinden daha fazla bir entari düşkünlüğü vardı. Bugün pijamayla sokağa çıkmak nasıl ayıp karşılanıyorsa o vakitler entari ile sokağa çıkmak da ayıptı ancak zamanla bu ayıp ortadan kalkmış ve erkek milleti gecelik entarileriyle sokaklarda dolaşır, gazino kahvehane gibi yerlerde entariyle oturur olmuştu. Üsküdarlılar belki bu hususta diğer semtlere göre daha bir serbestliğe sahipti ve Cemal Paşa Üsküdar’da şahit olduğu çirkin ve genel adaba aykırı bulduğu bu durumu ortadan kaldırmaya karar vermişti.
İcraata girişeceğini o tarihte son Zabtiye Nazırı olan Farukî Sami Paşa’ya resmen bildirdi. Aşağıdaki belge bu bildirime aittir ve Cemal Paşa’nın imzasını taşımaktadır. Farukî Sami Paşa tarafından nazik bir şekilde reddedilen bu girişim uygulama olanağı bulamadı ancak "Cemal Paşa’nın entari yasağı" olarak tarihte yerini aldı.
Osmanlılarda o tarihe gelinceye kadar sayısı belirsiz nizamname ve buyrulduyla halkın giyim-kuşamı üzerinde devletin tasarrufları olmuştur. Kıyafet yasaklarına dair padişahların hatt-ı hümayunu doludur. Üstelik bu nizamların bazısı keyfî, bazısı sırf kadınların onu bunu giymemesine yönelikti. Bazen israfın engellenmesi, devletin moda yüzünden ithalata para ayırmaması gerekçeleriyle de kıyafet yasakları olmuştu. Hatta II. Abdülhamid terör korkusuyla çarşaf ve peçeyi bile yasaklatmıştı. Yeniçerilerin katliamından yıllar sonra bile zeybek kıyafetlerinin imalatı, giyilmesi kesinlikle yasaktı ama baş edemediklerinden o kıyafetler ortadan silinmemişti. Ahmed Vefik Paşa zeybek kıyafeti olmasa da mahalli kıyafet olarak bugünkü kılıç kalkan ekiplerinin birebir aynısı kıyafetle gezen Bursa delikanlılarının elbiselerini eline aldığı makasla keser, yırtıp atardı.
Sanki böyle bir yasak geçmişi yokmuş, Osmanlıları ilk defa kıyafet yasağına maruz kılmış gibi Cemal Paşa’yı buradan vurup dalga geçmek isteyenlerin bu meseleyi kasten büyüttükleri apaçık bir gerçektir. Üstelik önceki yasaklarla hiçbir benzerliği olmayan ve tamamen haklı sebeplerden yola çıkılmış yerinde bir yasaktır ancak yürürlüğe girmemiştir.
ENTARİ YASAĞININ BELGESİ
Üsküdar Mutasarrıflığı
Aded 227
Zabtiye Nezaret-i Aliyyesine

Saadetlü Efendim Hazretleri

Memurîn ve ahaliden birtakımlarının kıyafet-i asliyelerini terk ile entari ve kürk gibi şeylerle sokaklarda gezmeleri ve kahve ve gazino gibi umumi mahallerde oturmaları çirkin ve adab-ı umumiyeye kat’iyen muhalif olup badema Üsküdar Mutasarrıflığı dairesi dâhilinde bulunan memurîn ve ahalinin elbise-i asliye ve zâtiyelerinden başka kıyafet ve libasla gezmeleri suret-i kat’iyede men’ edilmiş olduğundan tarih-i ilandan itibaren bir hafta sonra bu kıyafette görünenler zabıtanın tenbihatına muhalif harekette bulunmuş addolunarak haklarında mücazât-ı [cim harfinin noktası unutulmuş] lâzime icra kılınacağı malum olmak üzere keyfiyetin evrak-ı havadisle ilan ettirilmesi hususunda Matbuat-ı Dâhiliye İdaresi Müdiriyet-i Aliyyesi’ne yazılmış olduğu maruzdur. Ol babda emr u irade efendim hazretlerinindir. Fî Cemaziyelevvel sene 327 ve fî Mayıs sene 325. [23 Mayıs 1909_Mutasarrıflık belgesinde gün yazılı olmasa da Zabtiye tahriratında 10 Mayıs tarihli olduğu yazılıdır.]
Üsküdar Mutasarrıfı
Erkân-ı Harbiye Kaymakamı
[İmza] Ahmed Cemal



10 Şubat 2024 Cumartesi

DÖNME VEYA DEVŞİRME OLMAK DA ZOR ZANAAT

 

Osmanlının başına gelen her kötülüğün sebebini devşirmelere, dönmelere, Yahudilere yıkanların haddi hesabı yoktur. Günümüzde bir seviye daha atlayan bu güruh, artık sadece dönmelerle, devşirmelerle uğraşmıyor, kafasındaki ilkel politikaya uymayan öz be öz Türkleri bile devşirme ve dönme olarak nitelendiriyor. Oysa Kanuni devrinde Anadolu’yu gezmiş ve seyahat anılarını günlük halinde toplamış bir seyyah olan Hans Dernschwam’ın bugünkü görüşün tam aksine tespitleri bulunuyor.

«Bütün memleketlerde ve Hristiyan âleminde ne olup biterse bundan Yahudilerin malumatı vardır. Bu sebepten onlar, Hristiyanlık aleyhine Türklerin faydalandığı büyük hain ve casuslardır. Ötede beride başıboş dolaşan İtalyan, İspanyol, Hırvat, İslav, Macar ve Alman gibi muhtelif milletlere mensup Hristiyanlığa ihanet etmiş sayısız dönmeler Türklerden daha beterdirler. Bunlar bütün memleketi dolaşır, etraftan gizli bilgi toplayıp geri dönerler. Bizim askerleri şöyle bir gözden geçirsek aralarında pek çok sünnetli vardır. Bunlar vaktiyle Türklere karşı savaşmış ve esir düşmüş olanlardır. İstanbul'da Ulmlu böyle bir bıçakçı tanıdım. Bu herif serbestçe şuraya buraya gitmiş, bütün Avrupa'yı dolaşmış, sonra da İstanbul'a gelmiş ve çalışmaya başlamış. Bu tip insanlar Eflâklı, Sırp ve Macarlar arasında pek çoktur. Hepsi de Alman milletine kızgındır, bu yüzden onlar aleyhine her hainliği yapabilirler.» (sf. 152)
«Budin’den İstanbul'a doğru yola çıkarken Tuygan Paşa yanımıza bir çavuş ile iki yeniçeri katmıştı. Bunlar kaşarlanmış, hilekâr, hinoğluhin kimselerdir. Hemen hepsi de genç yaşta Hristiyan memleketlerden devşirilmiş, yahut da harplerde esir düşmüş ve sünnet edilerek Türk olmuşlardır. Harplerde bunlar öteki Türklerden daha kötüdür. Hristiyan esirleri asla serbest bırakmazlar. Zira kendileri bizzat köledirler ve kölelikten başka bir şey bilmezler. Fakat hepsi de padişahtan gündeliklerini muntazaman alırlar. Bunların haddi hesabı yoktur. Bizde böyle bir şeye inanılmaz. Bir defa gelip birliğine katılan bir daha ayrılmak istemez. Menfaati uğruna anasını babasını unutup inkâr eder. Tıpkı Bosnalı bir domuz çobanı iken padişaha damat olan Rüstem Paşa gibi. Rüstem Paşa’nın kardeşi Sinan Paşa da böyledir. 1514 yılında (çeviride 1514 yılı sehven yazılmıştır. Kronolojik olarak 1548-49 olmalıdır) padişah İran şahına karşı sefere çıkarken onu İstanbul’a sadaret kaymakamı olarak bıraktı. Bunların hepsi de çiftçi çırağı idiler. Yine de öyledirler. Böyle insanlar şerefe az itibar ederler. Zira kendilerinde yok ki. En küçüğünden en büyüğüne dek herkese despotça davranırlar. Velhasıl işini yoluna koymasını bilen domuz çobanlığından paşalığa yükseliyor.» (sf. 64-65)
Bu örneklerin dışında kitabın birçok yerinde yerli Rumlar, Ermeniler, Sırplar ve ne kadar gayrimüslim Osmanlı tebaası varsa hiçbiri için iyi sözler sarf edilmiyor.
Hans Dernschwam, İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, Çev. Yaşar Önen, Ankara 1992.

GAZAVÂT-I HAYREDDİN PAŞA

Her Türk çocuğunun ortaokul sıralarında ilk okuyacağı kitaplardan biri olmalıdır. Türk Milli Eğitimi’nin bu zamana kadar Gazavat üzerine eğildiğine, talim ve terbiye açısından tavsiye ettiğine dair bir malumata ulaşamadım. MEB tavsiyesi 100 Temel Eser dizilerinde de göremedim. Oysa Türk Tarihi’nde “Barbaros Hayreddin’in Anıları” tarzında etkileyici, kolay okunur ve ibret alınır kitap sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Yazıldığı devirden itibaren olağanüstü ilgi gören, 1578'den itibaren İspanyolca, İtalyanca ve daha birçok Batı diline, ayrıca Arapçaya çevrilen Gazavâtnâme'nin çok sayıda yazma nüshası dünya kütüphanelerinde yer alır. Bu yaygınlığına rağmen Türkiye’de yeni yazıya aktarılması son 40 yılın işlerindendir.
Topkapı Sarayı Revan Kütüphanesi 1291 numarada kayıtlı Gazavât'ın başında, Şehzade Mehmed'e ait olduğuna dair bir kayıt vardır. Gazavât-ı Hayreddin uzmanı Dr. Gallotta'ya göre bu şehzade, Kanunî'nin 1543'te ölen oğlu Şehzade Mehmed'dir.




Paris'te Bibliotheque Nationale Türkçe Yazmalar 1186 numarada kayıtlı Gazavât'ın ikinci bölümü olan nüshanın temellük kaydında, Osmanlı yazısıyla "Maliki (sahibi) Nikolaki Dimitrakioğlu” ibaresinin varlığı, bu kitabın şehzadelerden gayrimüslim tebaaya kadar geniş bir okuyucu kitlesine sahip olduğunun göstergesidir.



Yapılacak iş, dil ve hacim açısından her yaş ve eğitim grubuna göre, mükemmel baskılı “Barbaros Hayrettin Paşa’nın Anıları “kitaplarının hazırlanarak okullara ücretsiz dağıtılmasını sağlayacak bir mekanizmanın kurulmasıdır.






İKİYAPRAKLIZADE


İbnülemin yazmaları arasında "İkiyapraklızade Seyyid Mehmed Nesib Divanı" adlı bir eser gördüm. Divanın adını da İbnülemin kendi hattıyla iç kapak sayfasına yazmış. Nesib Efendi'nin lakabını ilk okuduğumda yüzümde ister istemez mütebessim bir çehre oluştu. Kimmiş bu İkiyapraklı diye bir gugıllayalım dedim ama adamın adını herkes "İkibayraklı" diye yazmaya özen göstermiş. Kim bilir, "yaprağım" diye seslenenler olmasın diye mi bu gayretkeşlik. Öylesine bir lakapmış işte.

 


AYASOFYA FOTOĞRAFI


Şu çektiğim Ayasofya fotoğrafının neredeyse 20. yaş günü gelmiş. Sultanahmet Ticarethane Sokağı'ndaki Osmanlı Arşivi binasında, Tanıtım Grubu olarak çalıştığımız odada 18 Nisan 2005 günü çekmişim. O gün enteresan bir şekilde Marmara Denizi tarafı koyu külrengi bir hale bürünmüş, Topkapı-Silivrikapı tarafından Ayasofya üzerine vuran güneş ışıklarıyla görülmeye değer bir manzara ortaya çıkmıştı. İşte o günün ürünü bu fotoğrafta, görüntü üzerinde en küçük bir oynama yoktur.



İNSAN SURETLİ HAT LEVHASI


İslam'ın büyük bir çoğunluk tarafından kabul edilen yorumlarına göre resim ve heykel haramdır. Fetvalara, fıkıh kitaplarına, ilimlerin tasnifiyle ilgili eserlere göre bu böyledir ancak şimdilerde yok şöyledir, yok böyledir diyerek fotoğrafa dair serbestlik içeren cılız yorumlara bile suyun başını tutan ulemadan ciddi itirazlar gelmektedir. Heykel bahsine hiç girmiyorum, o konuda fotoğraftan, resimden daha katı ve hırçın oldukları herkesin malumudur. Buna rağmen resim haram diyenlerin neredeyse hepsi, saniyede 30 kare fotoğrafın oynatılmasıyla elde edilen video filmleri çekerek, çektirerek, bu videolarda bile resim haramdır demeye devam ediyorlar. Eskiler de içlerinden coşup, taşan sanat aşkını teskin edebilmek için bulabildikleri her çareyle bu yasaklara rağmen bir şeyler yapmaya, üretmeye çalışmışlar. Kimi nakkaş olup nakşetmiş (minyatür), kimisi hattat olup hat ile resim çizmiş. Hattatların amentü kayığı, leylek tasviri içeren birçok eseri mevcuttur. Bir de Hurufilik itikadıyla karışık "surat" tasvirleri vardır ki bunlar başlı başına bir ekoldür. Bir yazmada böyle bir hat eserine rastlayınca paylaşmadan edemedim. Hattatın biri, ruhunu teskin edebilmek uğruna "Ya Kadıye'l-Hacat" duasını insan suretine büründürdüğü gibi adamın alnının tepesine de Rumî-Barok karışımı motiflerden saç ekmeyi ihmal etmemiş.




PERTEV PAŞA'NIN HÜZÜNLÜ PETERSBURG MACERASI


Sultan 2. Mahmud devrinin önemli devlet adamlarından olup sadrazamlığa kadar yükselen Mehmed Said Galip Paşa henüz reisülküttap (dışişleri bakanı) iken bir akşamüstü yazı yazdırması gerekir. Kâtip gelsin diye buyurur ancak o saatte Babıâli’de genç bir memur olan Pertev Efendi’den başka kâtip kalmadığını söylerler. Onu çağırtıp bir müsveddeyi temize çektirir, biraz sohbet eder ve liyakatini anlar. O sıralarda (1811) Rusya ile süren barış müzakerelerine murahhas tayin edilince Petersburg’a giderken Pertev Efendi’yi de refakatine alır. Osmanlı heyeti St. Petersburg’da sekiz ay kalır. Pertev Efendi de o sürede biraz Rusça öğrenir.
İbnülemin, Pertev Paşa’nın torunu Aziz Bey’den Petersburg’da yaşanan ilginç bir olayı nakleder. Rusların Osmanlı heyetini misafir etmekle görevlendirdikleri ev sahibinin kızı, genç ve yakışıklı Pertev’e abayı yaktığından kendini İstanbul’a götürmesini teklif etmiş fakat bu teklif Pertev tarafından kabul edilmemiş. Bunun üzerine gönlü yaralı kız da saçından bir mühür kesesi örüp yadigâr olarak Pertev’e vermiş. Pertev Efendi bu keseyi ömrünün sonuna kadar saklamış. Kim bilir neler hissetmiş, neler yaşamıştır. Kıza karşı mutlaka o da ilgisiz kalamamış ama bir şeyleri aşamamış gibi duruyor. Hüzünlü bir hikâye…
(İbnülemin, Son Şairler, sf. 1302)

28 Ocak 2024 Pazar

BALYEMEZ – ALİ KURNA


Osmanlılar bilhassa 19. yüzyılda tıp, matematik, kimya, fizik gibi bilimlere dair birçok kelime türetmişler ancak bunları ne hikmetse Türkçe köklerden türetmeyi akıllarına bile getirmemişler. Arapça köklerden, Arapçanın kurallarına göre, Arapların hiç duymadığı, bilmediği yüzlerce bilimsel kelime türetmekten yorgun düşmüşler, Türkçe üzerine pek kafa yormamışlar. Bu konuya daha sonra değinmek üzere şimdilik bu kısa girişle yetinelim. Kelime türetme anlayışları bir facia olsa da Avrupa dillerinden aldıkları birçok kelimeyi Türkçenin üslubuna, güzelliğine uydurmalarına hayran olmamak mümkün değil. Şimdilik "Balyemez topu" ile "Ali Kurna kâğıdı" örneklerini vereyim.
Balyemezi adlı bir İtalyan'ın icat ettiği top Avrupa'da kendi ismiyle anılırken, Osmanlıya gelince Balyemez adını almış. Bu adın Arşiv’deki eski defter ve evrakta bazı Osmanlıların lakabı olarak kullanıldığını gördüm. İşin gülünç tarafı bu ismin Türkçe olduğunu zanneden, lugat paralamakla meşgul ve Türkçeyi kaba saba bulan aklıevvel münşilerin hemen Farsçaya çevirip "Asel ne mi hored" yani Farsça "balyemez" demeyi tercih etmeleridir.
Türkler İtalya'dan ithal edilen kâğıtlara Ali Kurna adını takmışlar. Bunun hikâyesini de M. Zeki Pakalın’dan nakledelim:
« Eskiden kullanılan kâğıtlardan birinin adıydı. En ziyade sülüs yazı için kullanılırdı. İtalya'nın Toskana eyaletinin cenubunda güzel bir şehir olan Livurna'da yapılan bu kâğıtta {A. Ligorna) kelimesi soğuk damga ile vurulduğundan tahrife uğrıyarak "Ali Kurna" olmuştu. İki boyu vardı. Birine "battal" diğerine "evsat" denilirdi. Battalların kıt'ası büyüktü. Evsat olanlar "eseri cedit” kâğıdı cesametindeydi. Bu kâğıtların çifte olanları da vardı. Onlara "Çifte Ali Kurna" denilirdi. Renkli olanlarına da "Ali Kurna boyalısı" ismi verilirdi. Âbadi üzerine sürülen "ahar" bu kâğıtlara da aynen tatbik olunurdu. Bazen kâğıt "ahar" sürülmezden evvel ya "kına" yahut koyuca "çay suyu" ile boyanırdı. Boya kuruduktan sonra evvelâ yalnız nişasta, badehu yumurtalı ahar sürülürdü. Son zamanlardaki hattatlar arasında makbul bir kâğıttı.»



“Cümleye Yâ Hû”


Mezar taşlarında alışık olduğumuz klasik kalıp cümlelerden çok farklı bu başlık cümlesi, Ser-levha-i yemîn-i sâbık Şeyh İbrahim Efendi'nin 5 Ekim 1800 tarihli mezar taşında yazılıdır. Galata Mevlevihanesi Hamuşanı’nda bulunuyor. Dikkat edilirse hazire veya mezarlık demedim. Mevlevi nezaketinde buralara "hâmuşân" adı verilmiş. Yani buralarda yatanlara "ölü" demek istemediklerinden “susmuş; sessiz” anlamında hâmûş demişler. Çoğul kullandıkları zaman da hâmuşân oluyor. Susmuşlardan olan Şeyh İbrahim Efendi biraz kaideye aykırı gitmiş. Ziyaretçileri selamlamak mı istedi, yoksa ziyaretine gelenlere selamı hatırlatmak mı istedi bilinmez ama ben de arzusuna ve sesine uyarak “Cümleye Yâ Hû” ile herkesi selamlıyorum.



MÜTEKABİLİYET

 

İmparator III. Napolyon’un süslü-püslü, beyaz boyalı bir arabası varmış. Paris halkı nezdinde bu araba korku ve telâş kaynağıymış. Görür görmez kaçışırlar, göz önünden kaybolmaya çalışırlarmış. O sıralarda Fransa’nın İstanbul sefiri de padişahların saltanat kayığına benzer bir kayık yaptırmış, debdebeyle gezip Boğaziçi’nin keyfini çıkarırmış. Sultanımız gıcık olsa da bizim Hariciye, Fransız sefirini o sevdadan vazgeçirmenin yolunu bulamamış. İstanbul sefirinin Boğaziçi’ndeki macerası Paris’te Osmanlı sefiri olarak bulunan Ahmed Vefik Paşa’nın kulağına gitmiş. Hemen Napolyon’un arabasının rengine kadar aynısından yaptırmış. Olur olmaz yerde her gün arabasına atlayıp Paris’i turlar, Vefik Paşa’nın arabasını görüp III. Napolyon geçiyor zanneden Parisliler perişan olurlarmış. Sonunda Fransa Hariciyesi arabanın değiştirilmesini rica eder. Vefik Paşa bu ricayı beklemektedir. “İstanbul’daki sefirinizin kayığı ortadan kalkarsa benim arabam da ortadan kalkar” cevabını verir. İstanbul’a anında emir uçurulur ve taklit saltanat kayığı gözden kaybedilir. Vefik Paşa da arabasını siyaha boyatarak kullanmaya devam eder.
Şu kısacık hikâyenin ardında dağ gibi bir kaide durmaktadır ki diplomaside buna “mütekabiliyet kaidesi” denilir. Karşılık verme, karşılıklılık anlamına gelen “mütekabiliyet kuralı” aslında bir ülkenin bağımsızlığı ve egemenliği ile o kadar iç içedir ki mütekabiliyetten verilen her taviz egemenlik hakkından verilen tavizden başka bir şey değildir.
Günümüzde Türk Milleti’nin sığınağı, dayanağı, istinatgâhı olması gereken Türkiye Cumhuriyeti Devleti özellikle iki konuda mütekabiliyet kuralını kendi milleti aleyhine işletmektedir. Türklerin aleyhine ve cansipârâne bir şekilde yabancıların her türlü çıkarını korumak adına turist vizesi ile yabancıların emlak sahibi olmaları hususunda kendi milletini kurda kuşa yem eden bir hükümet vardır. Ülkemizin turist dövizine, çarığı sağlam Arap zenginlerin parasına ihtiyacı var denilerek bunlara her türlü kolaylığı sağlarken mütekabiliyet ilkesini hiç umursamamaktadır.
Bu sayede Türkler, süresi geçmiş pasaportlarla bile Türkiye’ye elini kolunu sallayarak girenlerin ülkelerine giriş vizesi alamamakta, konsolosluk kapılarında her türlü aşağılanmaya maruz bırakılırken, vize alınsın alınmasın harç ödemeye mecbur tutularak resmen soydurulmaktadır. Elin ecnebisine kaptırılan olağanüstü vize ücretleriyle adamlar kendi büyükelçiliklerinin masraflarını çıkardıkları gibi tüm diplomatik temsilciliklerinin finansmanını da bize yüklemeye uğraşmaktadır. Ülkemizin toprakları asla ve asla yabancıya satılmamalıyken sattığımız yetmiyormuş gibi bir de ne idüğü belirsiz insanları bu sayede vatandaş yapıp, oy kullandırarak ülkemizin kaderinde söz sahibi kılmak da hiçbir zaman kabul edilir bir politika değildir.
Osmanlılar 19. asırda uluslararası arenada güçten düştükleri zaman dilimlerinde bile mütekabiliyet ilkesinin çiğnenmesine izin vermeye asla yanaşmadılar. Düyun-ı Umumiye eliyle tahsil edilen borçların toplamı Osmanlının bir yıllık gelirinin on katı olduğu zamanlarda bile bu kuralı çiğnetmemek için ellerinden geleni ortaya koydular. Mütekabiliyeti ortadan kaldırarak topraklarını Avrupalılara satmamak için büyük direnç gösterdiler. Şimdiki kuru kuruya Osmanlıyla öğünüp duran Neo-Osmanistler işin bir de bu tarafını dikkate alırlar mı! Elbette duymak, bilmek dahi istemezler. Yazıklar olsun!