Osmanlı Arşivi’nde göreve ilk başladığım grupta
Sadaret (Başbakanlık) evrakını tasnif ediyorduk. O zamana kadar
varlığından haberdar olmadığım “Meclis-i Vala İstintakları” ile o grupta
tanıştım. Bunlar bildiğiniz sorgu tutanaklarıydı. Tanzimat sonrası
mahalli mahkemeler karar verdikleri dosyaları İstanbul’da bir anlamda
istinâfen incelenmesi için Meclis-i Vala’ya gönderir, oradaki
incelemenin ardından mahalli mahkemenin kararı kabul edildikten veya
bozulduktan sonra, hükmün infazı veya
mahkemenin yeniden görülmesi için sadrazam buyruldusuyla mahalline iade
edilirdi. Bu Meclis-i Vala daha sonra Divan-ı Ahkâm-ı Adliye ve Şura-yı
Devlet olarak ikiye ayrılacak, Divan-ı Ahkâm daha sonra Adliye
Nezareti’ne, Şura-yı Devlet de günümüzün Danıştay’ına dönüşecektir.
Bahsettiğim belgeler böylesine eski ve önemli bir kurumun belgeleridir.
Mahallinden gelen dosyalar bazen ekleriyle birlikte yüzlere varan
sayılarda olur, belgeler torbalarda yıllarca tozun toprağın içinde
kaldığından ve katlanıp açılmaları zor olduğundan bunların tasnifi
kâbusumuz olurdu. Ben yine de en çok bu belgeleri, bilhassa
istintaknâmeleri severdim. Gerek maznunların, gerekse mağdurların
ifadeleri birebir kayıtlı olduğundan yerel ağızları, kelimeleri okumak,
öğrenmek büyük keyif verirdi. O devrin yaşanmış olaylarını bir teyp
kaydını dinlermiş gibi belki de video filmi izlermiş gibi gözümün önünde
canlandırabilmek çok farklı yönlerden öğretici oluyordu.
Hukuk devleti
kimliğini pekiştirmek, Tanzimat’la gelen sistemi oturtabilmek için
Osmanlı hukukçularının mahkeme sürecine çok önem verdikleri, özene
bezene yazdıkları, ebru kaplarla süsledikleri bu metinlerden de belliydi. İstintaknâmelerin en şaşırtıcı yanı “hukuk dilinde ayıp
olmadığını” öğrenmem olmuştur. Mağdur veya mağdureler, başlarına
gelenleri anlatırken en ayıp sayılan kelime ve fiilleri olduğu gibi
söylemişler, kâtipler de olduğu gibi yazmışlar. Çünkü hukuk kesinlik
ister, yaklaşık, tahmini ifadelerle hüküm olmaz. Varsayımlarla hareket
edilmez. Olan biten neyse tüm yalınlığıyla, çıplaklığıyla anlayıp,
ölçülüp tartılıp ona göre hüküm verilir. Buna mukabil hukuki metinler de
mugâlataya, yoruma, tahmine meydan vermeden, ucu açık müphemlikler
barındırmadan hazırlanır. Önceden karşılaşılmamış, karşılaşılsa da hükmü
yanlış verilmiş vak’alarda içtihada ihtiyaç olsa da bunu devletin
yetkili kurulları, mahkemeleri yapar. Vatandaşın iki dudağına veya
yetkisiz devlet görevlilerinin kafalarına göre ahkâm kesmelerine
bırakmaz. Hukukî emirlerde mecâz olmaz. Kullanılan emir kipi neyse ona
göre hüküm verilir. Kır, vur, at, yak diye verilen emri, hukuk olduğu
gibi anlar, tevili olmaz. Aziz Osmanlı atalarımızın bıraktığı
metrûkâttan öğrendiklerim bu minvaldedir. Hukukçuların dedikleri elbette
doğrudur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder