(Yüksek Lisans Tezinden
Özetlenerek İktibas Edilmiştir)
Tez Müellifi: MUHAMMED BEDİRHAN
Danışmanı:
Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç
İstanbul,
2006
Adı Seyyid Osman b. Seyyid Fethullah’tır. Osman Fazlî
Efendi, Fazlî-i Îlahî, Emir Efendi, Emir Sultan, Atpazarî, Şeyh Osman ve Kutub
Osman olarak da bilinir. Seyyid bir aileden geldikleri bilinmektedir. Osman
Fazlî Efendi 19 Zilhicce 1041 (7 Temmuz 1632) Çarşamba günü işrak vaktinde
bugün Bulgaristan’a bağlı olan Şumnu’da doğmuştur. Şumnu Edirne’ye altı merhale
uzaklıkta Tuna Nehri boyunda bir Rumeli kasabası olup havası güzel nimet ve
bereketi çok bir beldedir.
Osman Fazlî Efendi on yedi yaşından sonra devrin
önemli merkezlerinden olan Edirne şehrine giderek Aziz Mahmud Hüdayi'nin
halifelerinden Saçlı İbrahim Efendi'ye intisab eder. Saçlı İbrahim Efendi Osman
Fazlî Efendi’nin istidadındaki fevkaladeliği fark ederek irşadından aciz
olduğunu düşünmüş ve onu İstanbul'a göndermiştir. Üsküdar’daki Hüdâyi Dergâhına
giden Osman Efendi yaşlı bir dervişin telkiniyle istikametini Zakirzade Şeyh
Abdullah Efendi'ye yöneltir. Zâkirzâde’nin elini öpüp hâlini arz ettikten
sonra, Zâkirzâde, ona Zeyrek Camii’ne bitişik olan tekkesinde ikamet etmesini
söyler. Böylelikle intisab ettiği şeyhi vasıtasıyla Osman Fazlî Atpazarî’nin
tarîkat silsilesi, Şeyh Dizdarzâde Ahmed Efendi yoluyla Celvetiyye Tarîkatı’nın
Pîri Azîz Mahmud Hüdâyî’ye ulaşır.
Günlerini dergâhta geçirmeye devam eden Osman
Fazlî Efendi şeyhinin hizmetinde bulunmaktan da bir an geri durmaz. Bir gün
şeyhi mürîdlerinden birini ağır bir hizmete göndermek için araştırır. Ancak
hepsi hizmeti hoş karşılamadıkları için bir tarafa gizlenince, Osman Fazlî
Efendi hücresinden çıkarak “beni gönderiniz” der. Şeyhi “Emir Çelebi senin
dersin vardır. Vaktin zayi olmasın” diye cevap verdiğinde Osman Fazlî Efendi
“Sultânım ulûm-u evvelîn ve âhirîn bana münkeşif olacağını bilsem yine de
hizmetinizi ihtiyar ederim” diye cevap verir. Bu cevaptan çok memnun kalan
Zâkirzâde “Emir Çelebi, Allahu Teâlâ sana ulûm-u evvelîn ve âhirîni münkeşif
kılsın!” diye nefes eder ve hizmete yollar. Bu nefesin tesiriyle bir gece Fazlî
Efendi’ye Cenâb-ı Hak cânibinden evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi münkeşif
olmuştur. Öyle ki ilm-i iksîrde dahi söz sahibi olup bu meyanda eser dahi telif
edecek kadar ileri seviyeye ulaşmıştır. Bu onun ihlâs ve sadâkatine bir
armağandır.
Zâkirzâde Abdullah Efendi'nin ömrünün sonlarına
doğru yirmi sekizinci ve son halîfesi olarak hilâfet icâzeti alarak Rumeli
tarafında bir kasaba olan Aydos’a halîfe olarak gönderilir. Bu kasaba o
zamanlar Edirne’ye üç konak uzaklıkta bir yer olup aynı zamanda İsmail
Hakkı’nın (Bursevi) doğduğu yerdir.
Fazlî Efendi halîfe tayin edilmeden önce tayin
beratını almak üzere Köprülü Mehmed Paşa tarafından imtihan edilmek istenir.
Sadrazamın huzurunda zâhirî ilimlerden imtihan edilmek üzere Köprülü’nün
huzuruna çıkarılır. Burada Köprülü Mehmed Paşa’nın bilgili bir hocası da hazır
bulunmaktadır. Bu hoca kendisine Sa‘duddin Taftâzânî (ö. 793/1390)’nin Şerhu’l-Akāid
adlı eserinden bir bölümü okuması için uzatır. Kitabı alan Fazlî Efendi hiç
duraksamadan ve seri biçimde uzatılan bölümü okuyunca kendisine beratı
verilmiştir. Osman Fazlî, şeyhinin vefatının (1657) ardından Filibe’ye yerleşir
buradaki ikāmet süresi on beş yılı bulur. Bu zaman zarfında talebe ve derviş
yetiştirir, vaaz ve irşâd ile günleri geçer.
Fazlî Efendi gördüğü bir rüya üzerine elinde bir
asâ, başında bir külâh, sırtında bir hırka ile yola düşer. İstanbul'a gelir ve
rüyasında kendisini soktukları kapıdan şehre girer ve şeyhi Zâkirzâde’nin
kendisine tarif ettiği yeri aynen bulur. Kendisine işaret edilen Atpazarı
semtindeki Kul Camii’ne gelir ve cemaatin aracılığıyla satın aldığı eve
yerleşen Fazlî Efendi bundan sonra Atpazarî nisbesiyle anılmaya başlanır. Kul
Camii civarında gah vaaz, gah tedris ve ale’l-ekser tevhid ile meşgul olan
Fazlî Efendi yine bu sıralarda o devrin meşhur hattatlarından olan Derviş
Ali’nin yazısını taklit ederek nesih hattıyla Kur’ân cüzleri yazar. Önce kırk,
sonra yetmiş ve en sonunda yüz yirmi gümüşe satılan bu cüzlerden elde ettiği
dünyalık ile eli bollaşan Fazlî Efendi geçimini teminde kolaylığa kavuşunca
hattatlığı bırakmıştır.
Sultan Dördüncü Mehmed ve İkinci Süleyman
devirlerini idrak eden Osman Efendi, başarısız Viyana kuşatması ve ardından
gelişen olaylar sırasında devlet ricali arasında saygınlığı ile temayüz etmiş
ve olayların içinde birebir bulunmuştur. Etkisinin, sultanlara vaaz ve nasihat
edecek derecede artmasından rahatsız olan devrin rical ve ulemasından
bazılarının girişimleri ile Kıbrıs'da Mağusa kalesine sürülür. Fazlî Efendi
sürgün emrini 20 Şevval 1101-27 Temmuz 1689 tarihinde almıştır. Sürgün
yolculuğu İstanbul’dan Mağusa kalesine ulaşıncaya kadar 22 gün sürmüştür.
Fazlî Efendi Mağusa’ya yerleştikten sonra halkın
isteği üzerine üç camide üç defa vaaz etti. Sonrasında ise vaazı bırakarak
kaledeki ulemanın isteği üzerine onlara me‘ânî ve beyân ilmine dâir olan
Telhîsu’l-Miftah adlı eseri okutmaya ve bu eser üzerine bir ta‘lîk yazmaya
başladı. Ne var ki kitabın üçte birine geldiklerinde bunu da bırakmak
mecburiyetinde kalmıştır. Bursevî’ye göre bunun sebebi Kıbrıs’ın Yahudi
kökenli, son derece vehimli ve korkak bir adam olan valisine, şeyhin kaledeki
bazı imam ve hatiplere ders okuttuğu haberi ulaştığında, sadrazamdan çekinerek
Miralay Mahmud Ağa’ya el altından bir mektup göndermesi ve bu mektupta şeyhin
haberi olmadan derslerine mani olmasını, aksi halde bu haberin vezire ulaştığı
takdirde kendisin ya azarlanacağını ya da belki cezalandırılacağını söylemesidir.
Mahmud Ağa da valinin emrini yerine getirmiş ve şeyhi ders vermekten
alıkoymuştur.
Osman Fazlî Efendi Kıbrıs’tan İsmail Hakkı
Bursevî’ye mektup yazarak onu yanına çağırmıştır. İstanbul’daki ailesine de bir
mektup yollayıp küçük oğlu Mustafa’nın isterse İsmail Hakkı ile Kıbrıs’a
gelebileceğini yazar. İsmail Hakkı, beraberinde şeyhinin henüz on beş yaşında
olan küçük oğlu Mustafa, Yâkub Dede ve Yahyâ Dede olduğu hâlde 7 Rebîü’levvel
1102 tarihinde Bursa’dan yola çıkarlar. Şeyh sürgün yeri olan Kıbrıs adasını ve
Mağusa halkını sevmiş onların kendisini hoş tuttuklarını hatırını saydıklarını
söyleyerek İsmail Hakkı’dan bu adanın kalelerini ve halkını öven bir kasîde
yazarak bunu tahrir etmesini isteyerek ona şiir konusundaki kabiliyetini
övmüştür.
1102 yılının Zilhicce ayında tevriye gününden
itibaren Fazlî Efendi’nin sağlığı bozulup ateşli bir humma hastalığına dûçar
oldu. Bu humma adanın havasının ağırlığı yüzünden âdetâ veba gibi bir tesir
bırakıyordu. 17 Zilhicce 1102 Salı günü ikindi vaktinde şuurunu kaybetti.
Gözleri kapalı iken dudakları bir veya iki kez kıpırdadı ve ruhunu teslim etti.
Cenaze namazı Osman Dede tarafından kıldırıldıktan sonra kale dışında bulunan
yel değirmenlerine yakın bir yerdeki kabristandaki kabrine defnolundu. Cenaze
kabre Osman Dede tarafından indirilmiştir. Kabrinin bulunduğu kabristan,
Makbûretu’l-evliyâ diye anılmaktadır. Vefatının ardından pek çok kadın ve erkek
Allah rızâsı için helva yaptırdı ve sevabını Hazret-i Şeyh Osman Fazlî Atpazarî
ruhuna bağışlayarak fukarâya ikram ettiler. Çarşamba günü sabahı ise ellerinde
Mushaf-ı şerîfler olduğu halde çocuklara varıncaya kadar herkes kabri başında
hazır bulundu. Ruhuna Kur’ân okunup hediye edildi ve sanki şeyhin yakınlarıymış
gibi yemekler verdiler. Kale halkı şeyhin arkasından babalarını kaybetmişçesine
ağlayıp mahzun oldular.
Fazlî Efendi'yi anlatan birincil kaynak olan
Tamâmu’l-Feyz İsmail Hakkı Bursevî tarafından kaleme alınmıştır. İsmail Hakkı
bu eserinde şeyhinin Kıbrıs adasında sürgünde vefat etmesini İmâm-ı Âzam’ın
zindanda vefatına benzeterek, bu nedenle onun İmâm’ın ilminin kâmil bir vârisi
olduğuna dikkat çekmiştir İsmail Hakkı şeyhinin vefatının ardından Arapça ve
Türkçe şiirlerle ona vefatına tarih düşmüştür.
Osman Fazlî Efendi’nin vefatının ardından üzerine
hemen bir türbe yapılmamıştır. Mevcut ve muhtemelen basit bir yapıdan ibaret
olan kabri zamanla kaybolmaya yüz tutunca 1739 yılında kabri üzerine bir türbe
yanına da bir tekke inşâ edilmiştir. Daha sonraları da adaya gelen bir
tahsildar veya II. Mahmud devrindeki valilerden el-Hâc Seyyid Mehmed Ağa
tarafından 1824 yılında türbe ve tekke yeni baştan inşa edilerek yanına bir
mescid ile tarîkat mensuplarının ikameti için de bazı odalar eklenmiştir.
Seyyid Mehmet Ağa adaya geldiğinde Osman Fazlî
Efendi’nin kabir yeri toprakla bir olmuş olduğundan yeri bu tarihlerde takriben
seksen yaşlarında olan ve dürüstlüğü ile tanınan bir kadının ifadesine ve
şahitliğine dayanılarak belirlenmiş, açılan kabirde şeyhin Celvetî işâretli
mezar taşı bulunduktan sonra türbe inşaatı başlamıştır. Eskiden türbenin ceviz
ağacından yapılmış çok güzel bir kapısı olduğu ve mezarın üzerinde de âyetler
örülmüş bir örtünün bulunduğunu belirtilmiştir. Kıbrıs eserleri hakkındaki
çağdaş kaynaklara göre ise bugün kabrin üzerinde çirkin bir sanduka ile onu
saran yeşil bir örtü ve bir sarık vardır. Türbe içinde ise yanlış okunmuş yeni
harflerle yazılmış bir kitabe parçası duvarda asılı durmaktadır.
Türbeyi ve külliyeyi 1975 yılında gezen ve
kendisi bir sanat tarihçisi olan Oktay Aslanapa eseri şu şekilde anlatır:
“Magosa da VIII. yüzyıldan kalma Kutup Osman Tekke ve Türbesi onarım
plânlarında hemen ele alınması gereken bir eserdir. Yapı bir avlunun üç tarafı
çevreleyen çeşitli mekânlardan meydana gelmektedir. Merkezden bir girişi vardır
Girişin sağ kanadında kubbeli ve tonozlu mekânlar türbeye aittir. Bunun
karşısında revaklar avluyu çevreler. Eyvan kemerleri çatlayan kubbelerde
tehlikeli çatlaklar görülen bu yapı da Lefkoşa’deki benzerleri gibi önemli
eserler arasındadır. Âcilen onarılması gereği uzmanlarca belirtilen eser
maalesef ihmal edilmiş, yapı iyi niyetli fakat ehil olmayan kişilerce çok
çirkin olarak tamir edilmiştir. Külliye yeniden ele alınıp ilmî metotlara uygun
olarak tercihen T.C tarafından restore edilmeli ve hayatiyet kazandırılarak
kültür hizmetlerinde kullanılır hale getirilmelidir.”
Yapıldığı tarihten son zamanlara kadar türbenin
resmi görevli türbedârları olmuştur. Bunların sonuncusu Zeliha Hanım’dır. Bu
hanım Tekke’nin yanındaki kirasız küçük bir lojman ve Evkaf Dairesi’nden aldığı
2-3 Kıbrıs Lirası gibi az bir para karşılığında bu hizmeti yıllarca
yürütmüştür. Bu para kesilip lojmandan uzaklaştırıldıktan sonra da türbenin
temizlik hizmetlerini fahrî olarak yürütmüş ve yakın zamanlarda vefat etmiştir.
İsmail Hakkı Bursevî’nin aktarımına göre şeyh,
ortaya yakın uzun boylu, heybetli, sarıya çalar beyaz tenli, zayıf tenli, hafif
sakallı, iri ve parlak gözlü, gözlerinde nûr-i ilâhî güneş ve ay gibi parlayan
bir şahıstır. Yaşlılık döneminde gözleri zayıfladığı için gözlük kullanmaya
başlamıştır.
ESERLERİ
Misbâhu'l-Kalb Şerhu Miftâhi'l-Gayb
Mir'âtu Esrâri'l-İrfân Alâ İ’câzi’l-
Kur’an Fi Keşfi Ba‘zı Esrârı Ümmi’l-Kur’ân
El-Lâihâtü'l-Berkiyyât fî Keşfi'l-Hucub
ve'l-Estâr An Vücûhi esrâri Ba‘zi’l-Ehâdîs ve’l-Âyât
Tecelliyât-ı Berkıyye
Risâle-i Rahmâniyye fî Beyân-i
Kelimeti’l-İrfâniyye
Mektûbât-ı Osman Celvetî li-Tilmîzihî
Şeyh İsmail Hakkı
Şerhu Fusûsi’l-Hikem
Hâşiye alâ Muhtasari'l-Maânî
Hidayetü’l –mütehayyirin
Fethu’l Bab
Hâşiye ale'l-Mutavvel
Hâşiye alâ Muhtasar-i Şerhi't-Telhîs
Hâşiye alâ Muhtasarî’s-Sa’d
et-Teftih li-Muallakâti Ebvâbi't-Tenkih
Gâyetü’l-Müntehâb
Hâşiyetu Muhtasar ala şerhi
Telhicü'l-Miftah
Tahribat