29 Ocak 2016 Cuma

İKİ MÜHÜR

Biri okuması zor diğerinin metni ilginç olan iki mührü incelemenize sunuyorum.


Lütf-i Mevla'ya Dayansun Dursun Bu mührün sahibi Karadenizli olabilir. Adı Dursun olduğu için değil, bu kadar esprili olduğu için


Müdir-i Meskûkât-ı Seniyye 285 (Bu mührün dizaynı zevkli ama zor okunuyor) 


26 Ocak 2016 Salı

ALMAN HANEDANLARINDAN YUNANİSTAN KRALI OTTO

Romanya’ın ilk Kralı I. Carol-Alman Hohenzollern hanedanından,

Bulgaristan’ın özerk yönetimindeki ilk Prensi I. Alexander da Alman. Battenberg prensi Alexander'ın oğlu.
Bulgaristan Osmanlıdan bağımsızlığını kazanınca Çar unvanıyla ilk defa tahta oturan I. Ferdinand da Alman. Sakson-Coburg-Gotha prensi I. August'un oğlu.

İlk Yunanistan Kralı Otto da Alman. Bavyera Kralı Ludwig’in oğlu.

Merkel bilhassa Yunanlılarla, Bulgar, Romen'le dalgasını geçerken altyapısı var yani, boş boş konuşmuyor.

O devirlerde “düvel-i muazzama” şimdilerde “emperyalist” dediğimiz ülkeler Osmanlıdan kopardıkları parçalara Balkanlarda olsun, Kuzey Afrika’da olsun, hiç farketmez Arap Yarımadasında olsun istedikleri adamları kral, prens olarak tayin ettiler, ülkelerin sınırlarını cetvelle çizdiler, kafalarına göre paylaştılar, idare ettiler…

Şimdi de farklı mı sanki. Cenevre’de Suriye toplantısına “şu çağırılmış ben gitmem, bu çağırılmış ben gelmem” polemiklerini yapanlara soruyorlar mı kimi çağırıp kimi çağırmayacaklarını. Kafalarına göre çoktan tayin ettiler oraların idarecilerini zaten. Daha neyin hesabını yapıyoruz. İpin ucunu kaptırdık bilmem neyin eline, dikiş tutar mı daha buraları...

Şu aşağıdaki gravüre bir bakın. Yunan Başbakanı Koletis’in eline tutuşturdukları tabloda Yunan Kralı seçtikleri Otto’yu Yunanlılara takdim ettirmelerine benzer bir sahneyi yakında görürüz, pek gecikmez sanırım… Tabii ki artık Avrupa monarşisinden adam tayin etmeye ihtiyaçları yok. Yetiştirdikleri hainlerin sürüsüne bereket. Onlardan en kabiliyetlisi şimdilerde yeni görevine ısınma alıştırmaları yapıyordur mutlaka
.


20 Ocak 2016 Çarşamba

HIFZI ŞAKİR BEY'İN TİCARETE BAŞLAMASININ HABER DEĞERİ

Cumhuriyetin ilk yıllarında ne elimizde sermaye ne de özel girişimci sermayedarlarımız vardı. Zaten topluma nispetle eğitimli insanımız da bir elin parmakları sayısınca, sen-ben-bizimoğlan üçgeninde belirlenmişti. Bu ortamda Şakir Bey iplik ticaretine başlayınca önemli bir haber olarak topluma duyurulmalıydı.
TÜRK GENÇLİĞİNE BİR NUMUNE
Resmini derc ettiğimiz Hıfzı Şakir Bey, İngiliz Ticaret Mektebi’ni ikmal ederek ticarete başlamış ve henüz yirmi yaşında İzmir’de mühim bir iplik ticarethanesini eline almıştır. Emsalinin çoğalması temennisiyle bu gayur gencin resmini derc etmeyi faideli buluyoruz. Memuriyet peşinde koşan geçlerimiz teşebbüss-i şahsinin canlı bir numunesi olan Şakir Bey’i taklid etmelidirler.


MOSTAR KÖPRÜSÜ VE SERVET-İ FÜNUN CEHALETİ

Şu fotoğrafın alt yazısını hep birlikte okuyalım.

"Hersek'te: Mostar şehrinin manzarası ve kadim Romalılar zamanından kalmış bir köprü"

Alttaki Fransızca ibare de aynı mealde...

Fotoğraf bir devrin entelektüellerinin geçit resmi yaptığı Servet-i Fünun'dan alınma. Ahmed İhsan'ın izni olmadan asla yayınlanamaz belki de bu alt yazıyı bizzat yazmıştır. O devrin adamları çoğunlukla kendi tarihimiz hakkında ayrıntılı malumat sahibi değillerdi. Basmakalıp bilgilerle bir yere kadar gelip tıkandılar.

Demek ki bilgi sahibi olamadıklarından "Devlet"e de sahip çıkamadılar.


BEŞİKTAŞLI ADİL BEY

Ülkemizde futbol sahalarında maç esnasında ilk ölüm hadisesi 1928 yılında vuku buldu. Beşiktaş-Askeri Sanayi Mektebi karşılaşmasının yapıldığı meşhur Taksim Kışlası Stadı bu acı olaya sahne oldu. Rakibinden yediği şiddetli bir tekme veya diz darbesiyle yaralanan Beşiktaşlı Adil Bey karın zarının iltihaplanmasıyla hayatını kaybetmiştir. 

Google’da kısa bir arama yaptım ama fotoğrafını görsellerde bulamadım. Bu gazete kupürü ve kısa haberi Adil Bey’in aziz hatırasına ithafen paylaşıyorum. 

FUTBOL İSPORUNDA KAZAYA UĞRAYAN GENÇ ADİL BEY

Geçen gün Taksim Stadyumunda Askerî Sanayi Mektebi’yle Beşiktaş Kulübü arasında yapılan maç esnasında Beşiktaş Kulübü’nden Adil Bey oyunun hararetli bir devresinde hasım tarafından urulan bir (tekme) veya (diz) darbesiyle feci bir surette yaralanmıştı.

Bu sporcu ve bedbaht genç vefat etmiştir. Doktorların söylediğine nazaran Adil Bey’in yediği tekme veya diz darbesi karnında peritonik [peritonit: karın zarı iltihabı] yapmıştır.


PEHLİVAN ZÜNNUNOĞLU

Sultan İkinci Mustafa' nın masraflarına dair 1696 yılından bir belge sunuyorum. 1683 yılındaki Viyana Kuşatması ardından sürekli savaş halinde bulunduğumuz Avrupa Devletleri ile Karlofça Antlaşması’na giden süreçteyiz. Masraf defterine konu olan yıl içinde ordumuz Sultan İkinci Mustafa'nın komutasında Avusturya seferine çıkmıştır. Yol üzerindeki menzillerde hünkara yakışır derecede etkinlikler yapılmaktadır. Ziyafetler, güreş tutmalar, cüce ve dilsizlerin marifetlerini seyretmeler aynen İstanbul’da olduğu gibi devam etmektedir. Bu etkinlikler aynı zamanda ordunun moralini yüksek tutmak gayesiyle yapılır. Zaten bir ay sonra Avusturyalılar Ulaş Savaşı’nda yenilecek ve muzaffer ordu İstanbul’a dönecektir. Osmanlı ordusu bir yıl sonra Zenta’da bozguna uğramasa şartlar Osmanlı lehine gelişebilirdi ve Karlofça’nın şartları belki de aleyhimize çok ağır olmazdı.


Burada spor tarihimiz açısından öne çıkarmak istediğim isim Pehlivan Zünnunoğlu namında biridir. Ordunun ulaştığı Niş civarında bir menzilde padişahın huzurunda güreşmişlerdir. Rakibinin adı verilmese de Pehlivan Zünnunoğlu’na Silahtar Ağa vasıtasıyla 8 kuruş hediye edilmiştir.

“Yirmisinde ve menzil-i mezburda güreşen iki nefer pehlivana ve cüce ve dilsiz kullarına on iki kuruş ve pehlivan Zünnunoğlu’na sekiz kuruş ihsan olmağın Silahtar Ağa kulları marifetiyle verilen kuruş aded. 
Yirmi”

22 Temmuz 1696



ŞIPKA RUS MANASTIRI

93 Harbinde Şıpka Geçidi Osmanlı-Rus orduları arasında çok kanlı savaşlara sahne oldu. Rusların, burada ölen Osmanlı-Rus askerlerinin hatırasına büyük bir mezarlık yapılması önerisi Berlin Kongresinde iki taraftan da kabul edildi. Osmanlı ve Rus askerlerini anmak için yola çıkıldı ama karmaşık bir süreç sonunda ortaya bir manastır çıktı. Hem de her adımı ile Rusların Bulgaristan'daki varlığını hissettiren, Bulgarların Osmanlıya isyanlarına istinat teşkil eden bir yapı olarak gelişti. Bütün safhaları merak edenler Bekir Kütükoğlu Armağanı’nda yer alan Mahir Aydın'ın “Şıpka’da Rus Manastırı” isimli makalesinden tafsilatlı malumat edinebilirler.

Ben sadece Ayastefanos’taki Rus abidesi olarak bildiğimiz ve Birinci Dünya Savaşı başlangıcında imha edilen bina için de manastır olarak değil oralarda ölen Rus askerlerinin kemiklerini toplayacak bir mezarlık ve onların hatırasına bir abide inşa edilmek üzere anlaşıldığını söyleyeyim. Rusların bu şekilde gösterişli ve meydan okuyan manastırları inşa etmelerinde arayıp buldukları şey manevi huzurdan ziyade askeri stratejilerine dayanak noktası olmasıdır. Üstelik Bulgaristan henüz Osmanlıdan bağımsızlığını kazanmadan yapılan bu manastırın soğan kubbeleri üzerindeki hilal üzerinde yükselen haçlar büyük tepki toplamasına, Osmanlı tarafından protesto edilmesine rağmen değiştirilmesinde başarılı olunamamıştır. Bu şeklini gösteren gravürden ayrıntıları da fotoğraflarda görebilirsiniz. Bugünkü resimlerine baktığımda bu hilalin mevcut olmadığını gördüm ancak ne zaman kaldırıldığına dair bir tespitte bulunamadım. Manastırı günümüzde gravürün görüş açısından görebilmek etrafında büyüyen ağaçlar yüzünden imkansız hale gelmiştir ve bu yönüyle de belgesel değeri vardır.





3 Ocak 2016 Pazar

ŞARLATAN DİŞÇİ

1800’lerdeki Amerika’yı tasvir eden filmlerde, kervan arabalarında faaliyet gösteren dişçiler gibi bir sahnenin Osmanlı İstanbul’unda da görülebileceğini tahmin ederdim ama belgesine rastlamamıştım.

Yakın zamanlarda gördüğüm bu belge tahminimin isabetini ortaya çıkardı. 1886 yılında Yunanlı bir diş hekimi veya kendine o süsü veren bir şarlatan yayaların çok sık bulunduğu yol üzerlerinde durdurduğu kira arabasında faaliyet gösterirmiş. Milleti başına toplamak için de zil çalarmış. Buralarda bazı uygunsuz durumlar da sahnelendiği İkinci Abdülhamid’in kulağına gidince, Mabeyn Başkatibi Süreyya Paşa’ya verdiği şifahi emir Zabtiye Nazırı Kamil Paşa’ya iletilir. Zabtiye Nazırı tarafından, bütün memurlara bundan sonra bu gibi şarlatanlara müsaade edilmeyeceği yolunda tebliğ ve tenbihatta bulunulur.

METİN

Bu günlerde şarlatan Yunanlı bir diş hekimi türeyip râkib olduğu köhne bir kira arabasıyla memerr-i nâs olan mahallerde durarak ve zil çalıp halkı başına toplayarak bir takım münasebetsiz hallerde bulunduğu vâsıl-ı sem’i âlî- olmağla merkûmun bu gibi harekâttan ve sokak ortalarından icrâ-yı sanattan men’i ve bundan böyle bu misillü şarlatanların sanatlarına revac verilmemesi muktezâ-yı emr u fermân-ı padişahiden olmağla ol bâbda emr u irâde hazret-i men-lehü’l-emrindir. 

Fî 22 Ramazan sene 1303 Fî 13 Haziran sene 1302 
Ser-Kâtib-i Hazret-i Şehriyârî
Bende
Süreyya

Hükm-i emr u ferman-ı cenâb-ı cihan-bânî rehîn-i îkân-ı acizanem olarak derhal merkûmun ve bu kabîlden bazı eşhasın ötede beride dolaşarak icrâ-yı sanat etmekte oldukları istihbâr olunduğuna binaen onların dahi ber-mantûk-ı emr u ferman-ı hümayun icrâ-yı sanattan men’ olunmaları lüzûmu bilumum zabıta memurlarına ekîden tebliğ ve tenbih edilmiş olduğu maruzdur. Ol bâbda emr u fermân hazret-i men-lehü’l-emrindir.

Fî 23 Ramazan sene 1303 ve Fî 14 Haziran sene 1302 
Zabtiye Nazırı
Bende
Kamil
 [25 Haziran 1886]

 

OĞLUM PAŞA OLSUN, KATİP OLSUN NİNNİSİ

Osmanlının son devrinde uyanık bir idarecinin Sultan Abdülhamid’e yazdığı bir layihada rastladığım şu ilginç satırlara bakar mısınız? O devirlerde de analar oğullarını beşiklerinde sallarken “benim oğlum paşa olsun kâtip olsun” ninnisiyle büyütüyorlarmış. «Bir Allahın kulu da “esnaf olsun, tüccar olsun” ninnisini niye çağırmıyor, bunlar senin hazinene göz dikiyor» diye ahaliyi padişaha gammazlayan idareci de anasının gözü bir adammış doğrusu.


Savaş tahribatı falan hikaye... Devlete yamanma ve ondan nemalanma anlayışının böylesine eski bir tarihi varken ve bu tarihi yaşatmaya devam ettiğimiz sürece bundan daha zararlı hiçbir şey yoktur.

METİN


Dersaadet ve taşra vilayât-ı şahanelerinde bilcümle İslam ahalisinin ümmehât-ı etfâli çocuklarına beşiklerinde ninni çağırdıkça zükûr olur ise "paşa olsun, kâtip olsun oğlum" diyerek lisanlarında daima vird edinmişlerdir. Şu hale nazaran hiç birisi esnaf ve tüccar olsun deyü bir fikir ve mülahazada olmadıklarından "el-hirfetü temenne‘u'l-mağfire" şer'i-şerifde varid olmuştur. Her zaman hazine-i celilelerine göz dikmişlerdir. Böyle ticarete evladlarını sülûk ettirmediklerinden devair-i aliyyenin kâffesinde bir şahsın görebileceği bir hizmete on adam tayin kılınmaktadır ve sene-be-sene çocuklar büyüdükçe ticârete sülûk etmeyerek devair-i aliyye aklâmına pey-der-pey mülâzemet kaydolunmaktadır. Bu yüzden hazine-i celilelerinin müzayakası olduğu bir zamanda yalnız maaşa münhasır kalan devair aklâmının idare-i beytiyyelerince iaşe hususunda fevkalade müzayaka çekmektedirler. Hemen ahali, ağniya olsun fukaradan bulunsun çocuklarını şevk-i gayret olmak üzere Avrupa'da görülüp işitildiği veçhile fünûn-ı ticareti tahsil edip mağaza ve dükkân küşadıyla sanayi ve ticaretle iştigal eylemeleriyle beraber bundan böyle dahi bir hadd-i nizam tanzim ve tayiniyle devair-i aliyyeye lüzumundan fazla çocuk alınmaması ve müracaat edenler zuhurunda sanat ve ziraat ve ticaretle iştigal eylemelerini tahrîs yolunda ebeveynine tebligatta bulunulmak üzere mahallât eimme ve muhtârânına tenbîhât-ı me'sere ifası tensib ve tasvib buyurulduğu takdirde buraca ta'mimen taşra vilayat-ı şahanelerine dahi ol vechile tebligat icrası ancak irade-i seniyye-i hazret-i hilafetpenahilerine vabeste bulunmuş olduğu maruzdur.

2 Ocak 2016 Cumartesi

ARNAVUTLUK'UN BAĞIMSIZLIĞINDAN SONRA - İSMAİL HAMİ'NİN KALEMİNDEN



İctihad Mecmuası, No. 66, 16 Mayıs 1329-29 Mayıs 1913

İSTİKLAL

Dünyada bir kavm vardır ki “hatâ-yı Havva”nın vuku’undan Balkan Muharebesine kadar geçen devr-i a’sâr-âlûd esnasında hiçbir işe yaramamış olmak gurûr-ı beyhudesiyle mütehallıkdır. Onun için Arnavutluk tarihine mukaddime yazmak külfetini ihtiyar eden zât-ı muhterem, şimdiden tetimmesini de hazırlayacak olursa Almanya devlet-i fahîmesine büyük bir hizmet etmiş olur çünkü bu iki bâbın arasına konulacak [s.1440] beş on satırlık şeyleri yazmaktansa yazmamak Albanez dostlarımız için daha hayırlıdır! Bu sözlerden hâlâ tâbi’iyet-i mukaddese-i Osmaniye altında yaşayan Arnavutlar gücenmesinler, onları bu vaziyette bulunduran, memleketlerinin Sedd-i Çînî’yi andıran dağlarıdır, bu güne kadar medeniyetin gözü demek olan hiçbir tünel onların o muazzam kayalarını delerek iç tarafını göremedi. İşte bu sebeple değil hariçteki dünyadan haberdar olabilmek, hatta birbirlerini bile layıkıyla tanıyamadılar. Kurûn-ı Vustâ [Ortaçağ] ve feodalite oralardan hiç eksik olmadı. Her kalede, her kulede mazgallı malizgalar. Her surda beyle beş on cengâver tebaa veyahut maiyet… İş[t]e her hangi asrın dürbünüyle Arnavutluğa bakarsanız bu heyet-i ictimaiye-i müteferrikayı daima yerli yerinde bulursunuz! Dünyada hiçbir memleket burası kadar medeniyetten âzâde kalmamış, hiçbir iklim bunun kadar muhafaza-i vahşet etmemiştir. Sahra-yı Kebir daha ziyade malum, Tibet daha az meçhuldür.

Adedlerini kat’i olarak hiç kimse bilmiyor, galiba bir yahut iki milyondur! Bunlar, Aşil’in, İskender-i Kebîr’in cihângir olduğu devrelerde ne halde iseler, hâlâ öyledirler! Ma’işetlerini çobanlık ve mısır ziraatiyle, şikâr [av] arkasında pûyân olmakla [koşmakla] tedarük eden bu iri cüsseli, gul-âsâ [gulyabani gibi] adamlara “kır serdârı” unvan-ı muhteşemi kadar muvafık bir tabir bulunamaz! Teşkilat-ı ictimaiyelerinin ilk kademesi kabiledir, bu müessesenin hikmet-i vücûdu «kan gütmek» dedikleri intikam ve hîn-i hâcette müdafaa-i müşterekedir. İkinci derecede kabilelerin teşkil ettikleri (Clans) vardır. Asıl beyler bunların reisleridir. Kafile derdesti, ecnebi seyyahların himayesi bunların emriyle vuku’ bulur. Efrâd arasında, aileler arasında daima en ehemmiyetsiz şeyler için münazaalar tahaddüs eder. Arnavutlukta hâl-i harp, hâl-i dâimî ve tabî’îdir. Bunun için bir Arnavut nereye giderse gitsin tüfeği omuzundan düşmez. Arnavut, iklimin ve avârız-ı tabî’îyyenin de tesiriyle olacak, sert tabiatli ve her zaman mağrurdur. Osmanlıların yaptıkları gibi okşarsanız hindi gibi kabarır, fakat Sırp usûlünce kafalarına tüfenk dipçiğini yerleştirirseniz patlamış balon gibi söner!

Bunları yazmaktan maksadımız Arnavutluk hakkında bir tedkik-i ictimaî ve rûhî yapmak değildir. Ancak bir mutalaa-i siyasiyeye mukaddime hazırlamaktır. Çünkü bizim esbâb-ı indirâsımızdan [bozulma sebeplerimizden] birisi de siyasette bu gibi müessirâtı kat’iyyen nazar-ı itibara almamış olmaklığımızdır. İşte yukarıda verdiğim tafsilat gösteriyor ki böyle perişan bir kavimde kat’iyyen vahdet-i siyasiyye olamaz. Yalnız lisan itibariyle bir vahdet varsa da o da müteferrik yaşamak mecburiyetiyle muhtelif şivelere inkısam etmiştir. Mesela şimaldeki [kuzeydeki] Kigaların tarz-ı tekellümüyle [konuşma tarzıyla ] cenupta [güneyde] Yunan lisanının nüfuzuna maruz kalan Toskaların lehçeleri arasında pek büyük farklar vardır.

Hiçbir din oralarda vahdet hâsıl edecek kadar intişar edemedi. Bunun sebebi memleketin dağlık olması, vesait-i seferiye [ulaşım araçları] ve yolların fıkdanı [yokluğu] ve bilhassa muhtelif menatık-ı nüfûza tabî’aten münkasem olmasıdır [fizikî ve beşerî coğrafî sebeplerle çeşitli nüfûz bölgelerine bölünmüş olmasıdır]. Bu hususta Arnavutluk İsviçre’ye benzer. Hıristiyanlık, Ortodoksluk, İslamiyet ve Katoliklik aynı zamanda mevcuttur. Fakat ekseriyet Müslümanlardadır. Ancak her hangisine mensup olursa olsun, Arnavutun daima pek sudan bir dini vardır. Halifeye itaati ismen kabul ederler. Asker vermeye hiçbir zaman taraftar olmadılar. Yalnız Hakan-ı Sabık hazretlerinin [İkinci Abdülhamid] zaman-ı saltanatlarında saraya sırmalı elbiseli seçme beş on nefer gönderdilerse de bunlarda asker olmaktan ziyade mahfel-i mutlakiyete itâre kılınmış birer Arnavutluk mebusu yahut sefiri gibi bir şeydiler ki vazifeleri vücûd-ı akdes-i zıllullahiyi muhafaza unvanıyla [s. 1441] yiyip içmek ve muhteşem cepkenlerinin sırmalı kollarını sallamaktan ibaretti! Din-i kudsî-i İslam insanlar arasındaki hissiyat-ı milliyeyi uyuşturan bir rahîk-ı semâvî olduğu halde bu fevkalbeşer tesir-i Rabbânîsi Arnavutları, akvâm-ı sairede görüldüğü gibi, mutî’-i Rahmân edemedi. [İslam Dini insanlar arasındaki milliyetçilik duygularını uyuşturan gökten gelen cennet şarabı olduğu halde, bu insanüstü Rabbani etki, diğer kavimlerde görüldüğü gibi Arnavutları Allah’a itaat ettiremedi.] Hatta mesela Mehmed isimli bir çobanın, bir Hıristiyan milletdaşına olan samimiyeti sebebiyle, son dünyaya gelen çocuğuna isim ararken, arkadaşının yüzüne bakarak:

-Haydi bu da senin isminde olsun, Nikola!

Dediği ekseriya görülmüş şeylerdendir. Siyaseten her devirde bir cihângir müstevlînin sâye-i unvanında yaşamış olan bu dağlıları birbirine bağlayan en kuvvetli rabıta, milliyet bağıdır. Mamafih Kigalık ve Toskalık arasında bunun ne dereceye kadar idâme-i ahenk edebileceği kestirilemez. Bununla beraber, şimdiye kadar kayalarının, dağlarının eteklerinden Romalıların, Cermanların, İslavların, Türklerin muhteşem ve muzaffer geçişlerini seyreden şimal ve cenup ahalisi, yabancı bir kavme karşı bir heyet-i mecmua teşkil edebilir. Mesela Berlin Muahedesi zamanında kongreye karşı yaptıkları böyle bir harekette muvaffak olmuşlardı.

Osmanlılar Arnavutluğu fethetmediler, yalnız umumiyet itibariyle zabt ve ilhak ile iktifa ettiler. Buna da sebep Macaristan’ın feyyaz sahralarına akın edebilmeğe yol bulmak maksadıydı! O zamandan beri Arnavutluk’ta Din-i İslam’ın intişarından başka bir netice hâsıl olmadı. Müslüman Arnavutlara Avrupa’nın Kürtleri denilebilir. Sultan Abdülhamid bunlara pek çok yüz verdi. Hikmeti, Sırp ve Yunan ve saire propagandaları altında kalan Hıristiyan ahaliye karşı kendilerinden istifade idi. Vergi vermiyorlardı. Bütün manasıyla Allahın kırlarında hür yaşıyorlardı. Bu halde olan bir kavim tabii iğvaat-ı hariciyeye [dış mihrakların kışkırtmasına] çabuk kapılır. 1870’te genç Arnavutlar Türk boyunduruğundan kurtulmayı düşündüler! Hatta bir Fransızca kitapta okuduğuma göre Ayan reisi Ferid Paşa hazretleri bile o zaman İstanbul’da bu maksad-ı ulvîye hâdim (Drita) namında bir cemiyet teşkil etmişler ve efkâr-ı istiklalin memleketlerinde intişarı için de Arnavutça bir gazete bile çıkarmışlar; fakat bu teşebbüs müşarunileyhin hizmet-i hükümete duhulleri sebebiyle akîm kalmıştır! Sonra yukarıda da bahsettiğim Berlin Kongresi’ne karşı bir arazi meselesinden dolayı olan kıyam-ı umumi gelir ki asıl efkâr-ı milliyetperveranenin mebde’-i infilaki bu tarihten itibarendir. Bilahire Ferid Paşa’nın Drita’sını başkaları Bükreş’te ihya ettiler. Bu suretle merkez-i faaliyet hârice intikal etti. İttihad manasına gelen (Başkım) Cemiyeti bu sırada teessüs etti. Sofya’da, Belgrat’ta, Brüksel’de, Kahire’de ve Amerika’da gazeteler taaddüd etti. Fakat tesirleri pek azdı, çünkü ahali okumak bilmiyordu. Bu hal ilan-ı hürriyete [1908 İkinci Meşrutiyet] kadar devam etti. O zaman Arnavutlar meşhur, “sadakat besa”sını akdettiler. Sanki evvelce esir imişler gibi hürriyete sevindiler. Lakin bu sürûr ve mahzûziyet pek gündelik bir şey oldu. Bunun yegâne sebebi İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin fart-ı hamiyetidir [devlet ve milletin haysiyetini korumada aşırıya gitmesidir].Çünkü fart-ı hamiyet de eğer neticesi hayırlı olmazsa, bir vesile-i itham olabilir. Vatanperver cemiyet, dünkü vilayetlerimiz bize karşı rakip birer devlet kıyafetinde arz-ı endam edip dururken, tekrar elimizdeki yerlerden birkaç hükümet daha vücuda getirmek istemiyordu. Bu şüphesiz en doğru, en muvafık ve en nâmuskârâne bir tarz-ı tefekkürdü. Fakat maatteessüf tatbikına yanlış yoldan gidildi. Osmanlılığı terkip eden muhtelif milliyetlere hiçbir imtiyaz vermemek, onları yek renk bir küme halinde bulundurmak husûl-i maksada kâfi ve vâfi zannedildi. Koskoca Avusturya gözlerimizin önünde parlayıp dururken bu şa’şa’anın nereden geldiğini bir türlü tedkik edemedik. [s.1442] Türkiye gibi memleketlerin kânûn-ı esâsîsi, muhtelif vilayet ve iklimlerin ihtiyacatını ifade eden birçok kavânîn-i esâsiyeden mürekkep olabileceğini maatteessüf anlayamadık. Filvaki dünyada en çok düşmanı olan devlet, hükümet-i Osmaniye’dir. Karşımızda Rusya’nın zîr-i riyâsetinde bütün devletlerden mürekkep bir hey’et-i a’dâ [düşman devletler topluluğu] vardır. Filhakika bunlara ana olan Rusya Balkanlarda dört tane küçük Rusya daha yetiştirmiştir. Şimdi kendisi dinleniyor, çocukları için için bizimle uğraşıyor. Tebaa-i gayrimüslimeyi tahrik ediyor, Arnavutları uyandırarak rah-ı istiklâle sevk ediyordu. Bunlar doğru lakin acaba bizim tatbik edeceğimiz tedabir, sırf bu cereyanın aksine mi sarf-ı bazu etmekten [güç kullanmaktan] ibaretti? Acaba Arnavutlara biraz imtiyaz verseydik, bundan sonra da ilkaat-ı hariciyeye şiddet-i sabıkasıyla inkıyad edecekler miydi? [dış mihrakların tahriklerine eskisi kadar bağlılık gösterecekler miydi?] Evet, Arnavutlar bize hıyanet ettiler, fakat bizim menfaatimiz, buna meydan vermemekti. Arnavutlara biraz müsaadâtta bulunmaya hamiyetimiz mani oldu. Yine bu hiss-i ulvi, dûr-endiş olmamıza hail kesildi [hamiyet duygumuz uzağı görmemize engel oldu], her Osmanlıyı Türk, her milliyeti kendimiz gibi düşünür, vücutları bekamıza muallak farz ettik. İşte ben bunun için menfaat-i vatandan başka bir şey istemediğine emin olduğum İttihat ve Terakki’yi fart-ı hamiyetle itham ediyorum.

Cavid Paşa’nın seferinden sonra Arnavutlar hükümetin nazar-ı is’âfına bir takım metalib-i milliye arzetmişlerdi. Bunlardan hatırımda kalan en ehemmiyetli noktaları işte kaydediyorum:
1-Arnavutlukta Türkçe ile beraber Arnavutçanın da lisan-ı resmî olması.
2-Arnavut askerlerinin yalnız kendi memleketlerinde istihdamı.
3-Vergi bakayasından feragat ve afv-ı umumi.

Buna cevap olarak hükümet on bin kişilik bir ordu ile Şevket Turgut Paşa’yı gönderdi. Evamir-i mütekabilemiz şunlardı. İdare-i Örfiye, tahrir-i nüfus, kadastro teşkilatı, muntazam vergiler, muntazam ahz-ı asker ve kulelerin hedmi [yıkılması]!

İşte Arnavutlarla aramızdaki ihtilaf-ı nazar bu dereceyi bulmuştu. Nihayet bu dağlı adamların omuzlarındaki silahları alınmadan bir şey yapılamayacağı anlaşıldı. Ve filhakika silahları da toplanmaya başladı. Bu da Turgut Paşa’nın himmetiyle oldu. Fakat asayiş ve emniyeti mukarrer olmayan bir memleket ahalisinden silah almak doğrusu biraz tenkid edilecek harekettir. Filvaki şimdi Sırplar da öyle yapmaktalarsa da o zamanki istatüko [statüko-metinde istakoto yazılmış] ile bu günkü hâl ve mevki’ arasından yıllar esti, yıllar geçti! Eğer biz de bugün Sırpların yaptığını Rumili memalikini zabt ve feth ederken yapsaydık o zaman hiç şüphesiz müfîd olurdu, fakat altı yüz bu kadar sene idareden veyahut idaresizlikten sonra birdenbire, bir devlet-i ecnebiye gibi temsil politikası tatbik edilemez! O zamanki sadrazamımızın (cenûbî), bilahire tashih ederek (merkeze nazaran cenûbî) [dipnot: merkez Viyana olacak!..] diye tevsim ettiği Şimâlî Arnavutluk İsyanı da işte bizim fart-ı hamiyetimizin netice-i bî-günahıdır.

Bugün ortada Arnavutluktan falan eser kalmadı; onun için bir mâzî-i muhteşem tarihinin hatıratını ihya, hatiatını [hatalarını] tenkid ederken şunu da unutmayalam ki bizler Arnavutlukta ne şiddetimizi adamakıllı gösterebildik, ne de mülâyemetimizi. Çünkü bilahire silahların bile rüesa tarafından yarım yamalak toplattırılmasına razı olduk! O zamanki hükümetimiz böyle bir mecburiyet karşısında bulundu. Fakat bütün bunlara meydan verilmeden yukarıda birkaç maddesini arz ettiğim metalibi kabul etseydik acaba şimdi ziyan mı etmiş olacaktık, yoksa hiç olmazsa esna-yı isyanda o mel’un kayalıklarda şehit olan Anadolu evlatlarının mübarek ve kıymetdâr [s. 1443] kanlarını mı kâr edecektik? Ben bu söylediklerimin mutlaka o zamanlar kābil-i tatbîk olduğunu iddia etmiyorum, kim bilir ne gibi binlerce müşkilat içerisinde o hatt-ı hareket ihtiyar edilmiştir; mamafih geçen şeylerin tenkîd ve tahatturu gelecek şeylerin tedbir ve tanzimine yarar; bunları unutmazsak belki bundan sonra hüsn-i niyet ve âteş-i vatanperverîmize daha bazı esâsât-ı idâriye ve siyasiyeyi de terdîf ederek hareket ederiz.

Biraz evvel ilkaat-ı hariciyeden bahsetmiştim; şimdi de bunu tedkik edelim: Avrupa zâhiren Arnavutluk isyanlarını ortadan kaldırmaya taraftardı. Fakat hakikat halde onları bu dalalete sevk eden de yine kendisiydi; bunun sebebi uzun müddet siyaset-i umumiyeyi işgal eden şömendüferler meselesidir. Avrupa’nın bir demiryollar haritası tedkik edilsin Viyana, Budapeşte, Belgrad tarikıyla bir ray Selanik’e kadar iner; ikincisi de ayni (Said Paşa’nın merkez dediği) yerden hareketle Budapeşte, Belgrad, Sofya tarikıyla dumanlarını savurarak İstanbul’a doğru koşar; bir tanesi de yine Viyana’dan Köstence’ye müntehi olur. Görülüyor ki bunların üçü de bir merkezden çıkıyor; orası da bir Cerman hükümetinin payitahtıdır. Almanya yahut Berlin’e tabi’ demektir. İşte böylece Alman nüfuz ve ticareti bütün Balkanlara, Rumili’ye ve binnetice Türkiye’ye yayılıyor. Cermanlara karşı İslavlar daima her yerde, her teşebbüste hâzır ve nâzırdır; onların da şarktan garba doğru bir projeleri vardır. İstanbul-Selanik-Manastır hattını Adriyatik sahilindeki Avlonya’ya kadar temdid etmek, bu suretle Cerman akınının pişgahına bir sedd-i âhenîn [önüne demir bir set] kurmak isterlerdi. Sırplar Karadağ’ın Ülgün nâm limanını, Bulgarlar da yine aynı denizde kâin bilmem nereyi düşünürlerdi. Bu proje tatbik edilseydi en fazla İtalya kazanacaktı. Çünkü Avlonya’nın karşısında Brindisi iskelesi vardır. O tarikla tabii Balkan şibh ceziresini de İtalya nüfûz ve emtiası istila edecekti. O zaman Roma Viyana’nın ehemmiyetini iskât edeceğinden ittifak-ı müsellese rağmen İtalya, Almanya ile Avusturya’yı yalnız bırakarak bu hususta daima Rus’la birlikte hareket etmiştir. Bu suretle bir tarafta İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya, ipin diğer ucunda da Almanya ve Avusturya ahz-ı mevki ettiler. Herkes kendi projesini müdafaa ediyordu. Hâlbuki zavallı bizim Babıâli cami ile kilise arasında kalmış bî-namaza döndü! Çünkü hatların ikisi de Arnavutluktan geçiyordu! Hâlbuki Arnavutlar bu projelerin ikisine de aleyhtar idiler; Çünkü bunlardan her hangi birisinin tahakkukunda kendilerinin Babıâli’ye karşı düdükleri öteceği yerde bilakis şömendüferin düdüğü kendilerine karşı ötecekti. Onun için hükümet İslavların projesine temayül gösterse Cermanlardan, Cermanlara dönse İslavlardan istifade ediyorlar, onlardan para ve her nevi kuvvet alarak idare-i merkeziyeye karşı ref’-i âvâz-ı isyan ediyorlardı. Fakat dünyada her şey, her hal muvakkattir. Onlara da kalmadı. Son muharebe bütün o kahramanlıklara kırmızı mührünü basarak hâtime çekti. Filhakika Arnavutluğun istiklali tasdik ediliyorsa da memleketin ekseri kısmı düşman eline gitti. Arnavutlar istikballeri demek olan Yanya ve İşkodra gibi kendi kalelerini bile müdafaadan kaçtılar. Bundan sonra bizden ayrı yaşayacaklar; ihtimal kâmilen müstakil bile olacaklar; fakat şurasını unutmasınlar ki Müslüman bir kavim, onların bayraklarındaki kartalın sâye-i cenâhında feyz-yâb-ı istiklal olamaz. Arnavutlar şimdiye kadar hep siyaseten milel-i muhtelifeye tabi olarak yaşadılar, hâlbuki hakikatte müstakildiler; çünkü onlar bilfiil canlı kartallarla hem-nişîn idiler; hâkimler memleketlerine nüfûz edemedi. Fakat bundan sonra ki müstakildirler, asıl esaretleri şimdiden sonra başlayacaktır. Onlar şimdi [s.1444] bade-i istiklal ile sermest olduklarından bunları hissetmezler. Bir gün ecnebi nüfûzları, lisanları, müessesat ve sermayeleri, şirketleri, kumpanyaları, şömendüferleri vatanlarını istila edecek… Dağları delinecek, zî-kudret ve zengin yabancılara, yalancı mütemeddinlere [uygarlık taslayanlara] hizmetkâr olacaklar; omuzlarından tüfekleri alınacak, askere gidecekler, vergi verecekler, dinleri kalmayacak, yalnız ihtimal kalplerinde Osmanlılığın hatıra-i lâ-yemûtu canlanacaktır! Bilmem ki Arnavutluğun daha on beş sene ömrü var mıdır? Ruslarla Balkan müttefikleri Arnavutluğu bizim himayemize tevdi’ etmek istiyorlar! Eminim ki hükümetimiz hamiyyeten mağlup olarak sırf bir unvan için böyle bir felaketi daha başımıza dolaştırmaz! Biz ondan ancak Arnavutluk’ta bari idâme-i İslam için tedabirde bulunmasını, muahede-i sulhiyyeye buna dair kuyûd ve şerait vaz’ ettirmesini, memleketin yarısının taksimine maatteessüf uzakdan nigehbân olmaktan başka bir şey yapamayan üç yüz milyon İslam’ın bu suretle olsun gözyaşlarını kurutabilecek bir nefha-i tesliyet elde etmesini bekleriz.

Cuma, 10 Mayıs 1329 [23 Mayıs 1913]

Akaretler, İsmail Hami