2 Ocak 2016 Cumartesi

ARNAVUTLUK'UN BAĞIMSIZLIĞINDAN SONRA - İSMAİL HAMİ'NİN KALEMİNDEN



İctihad Mecmuası, No. 66, 16 Mayıs 1329-29 Mayıs 1913

İSTİKLAL

Dünyada bir kavm vardır ki “hatâ-yı Havva”nın vuku’undan Balkan Muharebesine kadar geçen devr-i a’sâr-âlûd esnasında hiçbir işe yaramamış olmak gurûr-ı beyhudesiyle mütehallıkdır. Onun için Arnavutluk tarihine mukaddime yazmak külfetini ihtiyar eden zât-ı muhterem, şimdiden tetimmesini de hazırlayacak olursa Almanya devlet-i fahîmesine büyük bir hizmet etmiş olur çünkü bu iki bâbın arasına konulacak [s.1440] beş on satırlık şeyleri yazmaktansa yazmamak Albanez dostlarımız için daha hayırlıdır! Bu sözlerden hâlâ tâbi’iyet-i mukaddese-i Osmaniye altında yaşayan Arnavutlar gücenmesinler, onları bu vaziyette bulunduran, memleketlerinin Sedd-i Çînî’yi andıran dağlarıdır, bu güne kadar medeniyetin gözü demek olan hiçbir tünel onların o muazzam kayalarını delerek iç tarafını göremedi. İşte bu sebeple değil hariçteki dünyadan haberdar olabilmek, hatta birbirlerini bile layıkıyla tanıyamadılar. Kurûn-ı Vustâ [Ortaçağ] ve feodalite oralardan hiç eksik olmadı. Her kalede, her kulede mazgallı malizgalar. Her surda beyle beş on cengâver tebaa veyahut maiyet… İş[t]e her hangi asrın dürbünüyle Arnavutluğa bakarsanız bu heyet-i ictimaiye-i müteferrikayı daima yerli yerinde bulursunuz! Dünyada hiçbir memleket burası kadar medeniyetten âzâde kalmamış, hiçbir iklim bunun kadar muhafaza-i vahşet etmemiştir. Sahra-yı Kebir daha ziyade malum, Tibet daha az meçhuldür.

Adedlerini kat’i olarak hiç kimse bilmiyor, galiba bir yahut iki milyondur! Bunlar, Aşil’in, İskender-i Kebîr’in cihângir olduğu devrelerde ne halde iseler, hâlâ öyledirler! Ma’işetlerini çobanlık ve mısır ziraatiyle, şikâr [av] arkasında pûyân olmakla [koşmakla] tedarük eden bu iri cüsseli, gul-âsâ [gulyabani gibi] adamlara “kır serdârı” unvan-ı muhteşemi kadar muvafık bir tabir bulunamaz! Teşkilat-ı ictimaiyelerinin ilk kademesi kabiledir, bu müessesenin hikmet-i vücûdu «kan gütmek» dedikleri intikam ve hîn-i hâcette müdafaa-i müşterekedir. İkinci derecede kabilelerin teşkil ettikleri (Clans) vardır. Asıl beyler bunların reisleridir. Kafile derdesti, ecnebi seyyahların himayesi bunların emriyle vuku’ bulur. Efrâd arasında, aileler arasında daima en ehemmiyetsiz şeyler için münazaalar tahaddüs eder. Arnavutlukta hâl-i harp, hâl-i dâimî ve tabî’îdir. Bunun için bir Arnavut nereye giderse gitsin tüfeği omuzundan düşmez. Arnavut, iklimin ve avârız-ı tabî’îyyenin de tesiriyle olacak, sert tabiatli ve her zaman mağrurdur. Osmanlıların yaptıkları gibi okşarsanız hindi gibi kabarır, fakat Sırp usûlünce kafalarına tüfenk dipçiğini yerleştirirseniz patlamış balon gibi söner!

Bunları yazmaktan maksadımız Arnavutluk hakkında bir tedkik-i ictimaî ve rûhî yapmak değildir. Ancak bir mutalaa-i siyasiyeye mukaddime hazırlamaktır. Çünkü bizim esbâb-ı indirâsımızdan [bozulma sebeplerimizden] birisi de siyasette bu gibi müessirâtı kat’iyyen nazar-ı itibara almamış olmaklığımızdır. İşte yukarıda verdiğim tafsilat gösteriyor ki böyle perişan bir kavimde kat’iyyen vahdet-i siyasiyye olamaz. Yalnız lisan itibariyle bir vahdet varsa da o da müteferrik yaşamak mecburiyetiyle muhtelif şivelere inkısam etmiştir. Mesela şimaldeki [kuzeydeki] Kigaların tarz-ı tekellümüyle [konuşma tarzıyla ] cenupta [güneyde] Yunan lisanının nüfuzuna maruz kalan Toskaların lehçeleri arasında pek büyük farklar vardır.

Hiçbir din oralarda vahdet hâsıl edecek kadar intişar edemedi. Bunun sebebi memleketin dağlık olması, vesait-i seferiye [ulaşım araçları] ve yolların fıkdanı [yokluğu] ve bilhassa muhtelif menatık-ı nüfûza tabî’aten münkasem olmasıdır [fizikî ve beşerî coğrafî sebeplerle çeşitli nüfûz bölgelerine bölünmüş olmasıdır]. Bu hususta Arnavutluk İsviçre’ye benzer. Hıristiyanlık, Ortodoksluk, İslamiyet ve Katoliklik aynı zamanda mevcuttur. Fakat ekseriyet Müslümanlardadır. Ancak her hangisine mensup olursa olsun, Arnavutun daima pek sudan bir dini vardır. Halifeye itaati ismen kabul ederler. Asker vermeye hiçbir zaman taraftar olmadılar. Yalnız Hakan-ı Sabık hazretlerinin [İkinci Abdülhamid] zaman-ı saltanatlarında saraya sırmalı elbiseli seçme beş on nefer gönderdilerse de bunlarda asker olmaktan ziyade mahfel-i mutlakiyete itâre kılınmış birer Arnavutluk mebusu yahut sefiri gibi bir şeydiler ki vazifeleri vücûd-ı akdes-i zıllullahiyi muhafaza unvanıyla [s. 1441] yiyip içmek ve muhteşem cepkenlerinin sırmalı kollarını sallamaktan ibaretti! Din-i kudsî-i İslam insanlar arasındaki hissiyat-ı milliyeyi uyuşturan bir rahîk-ı semâvî olduğu halde bu fevkalbeşer tesir-i Rabbânîsi Arnavutları, akvâm-ı sairede görüldüğü gibi, mutî’-i Rahmân edemedi. [İslam Dini insanlar arasındaki milliyetçilik duygularını uyuşturan gökten gelen cennet şarabı olduğu halde, bu insanüstü Rabbani etki, diğer kavimlerde görüldüğü gibi Arnavutları Allah’a itaat ettiremedi.] Hatta mesela Mehmed isimli bir çobanın, bir Hıristiyan milletdaşına olan samimiyeti sebebiyle, son dünyaya gelen çocuğuna isim ararken, arkadaşının yüzüne bakarak:

-Haydi bu da senin isminde olsun, Nikola!

Dediği ekseriya görülmüş şeylerdendir. Siyaseten her devirde bir cihângir müstevlînin sâye-i unvanında yaşamış olan bu dağlıları birbirine bağlayan en kuvvetli rabıta, milliyet bağıdır. Mamafih Kigalık ve Toskalık arasında bunun ne dereceye kadar idâme-i ahenk edebileceği kestirilemez. Bununla beraber, şimdiye kadar kayalarının, dağlarının eteklerinden Romalıların, Cermanların, İslavların, Türklerin muhteşem ve muzaffer geçişlerini seyreden şimal ve cenup ahalisi, yabancı bir kavme karşı bir heyet-i mecmua teşkil edebilir. Mesela Berlin Muahedesi zamanında kongreye karşı yaptıkları böyle bir harekette muvaffak olmuşlardı.

Osmanlılar Arnavutluğu fethetmediler, yalnız umumiyet itibariyle zabt ve ilhak ile iktifa ettiler. Buna da sebep Macaristan’ın feyyaz sahralarına akın edebilmeğe yol bulmak maksadıydı! O zamandan beri Arnavutluk’ta Din-i İslam’ın intişarından başka bir netice hâsıl olmadı. Müslüman Arnavutlara Avrupa’nın Kürtleri denilebilir. Sultan Abdülhamid bunlara pek çok yüz verdi. Hikmeti, Sırp ve Yunan ve saire propagandaları altında kalan Hıristiyan ahaliye karşı kendilerinden istifade idi. Vergi vermiyorlardı. Bütün manasıyla Allahın kırlarında hür yaşıyorlardı. Bu halde olan bir kavim tabii iğvaat-ı hariciyeye [dış mihrakların kışkırtmasına] çabuk kapılır. 1870’te genç Arnavutlar Türk boyunduruğundan kurtulmayı düşündüler! Hatta bir Fransızca kitapta okuduğuma göre Ayan reisi Ferid Paşa hazretleri bile o zaman İstanbul’da bu maksad-ı ulvîye hâdim (Drita) namında bir cemiyet teşkil etmişler ve efkâr-ı istiklalin memleketlerinde intişarı için de Arnavutça bir gazete bile çıkarmışlar; fakat bu teşebbüs müşarunileyhin hizmet-i hükümete duhulleri sebebiyle akîm kalmıştır! Sonra yukarıda da bahsettiğim Berlin Kongresi’ne karşı bir arazi meselesinden dolayı olan kıyam-ı umumi gelir ki asıl efkâr-ı milliyetperveranenin mebde’-i infilaki bu tarihten itibarendir. Bilahire Ferid Paşa’nın Drita’sını başkaları Bükreş’te ihya ettiler. Bu suretle merkez-i faaliyet hârice intikal etti. İttihad manasına gelen (Başkım) Cemiyeti bu sırada teessüs etti. Sofya’da, Belgrat’ta, Brüksel’de, Kahire’de ve Amerika’da gazeteler taaddüd etti. Fakat tesirleri pek azdı, çünkü ahali okumak bilmiyordu. Bu hal ilan-ı hürriyete [1908 İkinci Meşrutiyet] kadar devam etti. O zaman Arnavutlar meşhur, “sadakat besa”sını akdettiler. Sanki evvelce esir imişler gibi hürriyete sevindiler. Lakin bu sürûr ve mahzûziyet pek gündelik bir şey oldu. Bunun yegâne sebebi İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin fart-ı hamiyetidir [devlet ve milletin haysiyetini korumada aşırıya gitmesidir].Çünkü fart-ı hamiyet de eğer neticesi hayırlı olmazsa, bir vesile-i itham olabilir. Vatanperver cemiyet, dünkü vilayetlerimiz bize karşı rakip birer devlet kıyafetinde arz-ı endam edip dururken, tekrar elimizdeki yerlerden birkaç hükümet daha vücuda getirmek istemiyordu. Bu şüphesiz en doğru, en muvafık ve en nâmuskârâne bir tarz-ı tefekkürdü. Fakat maatteessüf tatbikına yanlış yoldan gidildi. Osmanlılığı terkip eden muhtelif milliyetlere hiçbir imtiyaz vermemek, onları yek renk bir küme halinde bulundurmak husûl-i maksada kâfi ve vâfi zannedildi. Koskoca Avusturya gözlerimizin önünde parlayıp dururken bu şa’şa’anın nereden geldiğini bir türlü tedkik edemedik. [s.1442] Türkiye gibi memleketlerin kânûn-ı esâsîsi, muhtelif vilayet ve iklimlerin ihtiyacatını ifade eden birçok kavânîn-i esâsiyeden mürekkep olabileceğini maatteessüf anlayamadık. Filvaki dünyada en çok düşmanı olan devlet, hükümet-i Osmaniye’dir. Karşımızda Rusya’nın zîr-i riyâsetinde bütün devletlerden mürekkep bir hey’et-i a’dâ [düşman devletler topluluğu] vardır. Filhakika bunlara ana olan Rusya Balkanlarda dört tane küçük Rusya daha yetiştirmiştir. Şimdi kendisi dinleniyor, çocukları için için bizimle uğraşıyor. Tebaa-i gayrimüslimeyi tahrik ediyor, Arnavutları uyandırarak rah-ı istiklâle sevk ediyordu. Bunlar doğru lakin acaba bizim tatbik edeceğimiz tedabir, sırf bu cereyanın aksine mi sarf-ı bazu etmekten [güç kullanmaktan] ibaretti? Acaba Arnavutlara biraz imtiyaz verseydik, bundan sonra da ilkaat-ı hariciyeye şiddet-i sabıkasıyla inkıyad edecekler miydi? [dış mihrakların tahriklerine eskisi kadar bağlılık gösterecekler miydi?] Evet, Arnavutlar bize hıyanet ettiler, fakat bizim menfaatimiz, buna meydan vermemekti. Arnavutlara biraz müsaadâtta bulunmaya hamiyetimiz mani oldu. Yine bu hiss-i ulvi, dûr-endiş olmamıza hail kesildi [hamiyet duygumuz uzağı görmemize engel oldu], her Osmanlıyı Türk, her milliyeti kendimiz gibi düşünür, vücutları bekamıza muallak farz ettik. İşte ben bunun için menfaat-i vatandan başka bir şey istemediğine emin olduğum İttihat ve Terakki’yi fart-ı hamiyetle itham ediyorum.

Cavid Paşa’nın seferinden sonra Arnavutlar hükümetin nazar-ı is’âfına bir takım metalib-i milliye arzetmişlerdi. Bunlardan hatırımda kalan en ehemmiyetli noktaları işte kaydediyorum:
1-Arnavutlukta Türkçe ile beraber Arnavutçanın da lisan-ı resmî olması.
2-Arnavut askerlerinin yalnız kendi memleketlerinde istihdamı.
3-Vergi bakayasından feragat ve afv-ı umumi.

Buna cevap olarak hükümet on bin kişilik bir ordu ile Şevket Turgut Paşa’yı gönderdi. Evamir-i mütekabilemiz şunlardı. İdare-i Örfiye, tahrir-i nüfus, kadastro teşkilatı, muntazam vergiler, muntazam ahz-ı asker ve kulelerin hedmi [yıkılması]!

İşte Arnavutlarla aramızdaki ihtilaf-ı nazar bu dereceyi bulmuştu. Nihayet bu dağlı adamların omuzlarındaki silahları alınmadan bir şey yapılamayacağı anlaşıldı. Ve filhakika silahları da toplanmaya başladı. Bu da Turgut Paşa’nın himmetiyle oldu. Fakat asayiş ve emniyeti mukarrer olmayan bir memleket ahalisinden silah almak doğrusu biraz tenkid edilecek harekettir. Filvaki şimdi Sırplar da öyle yapmaktalarsa da o zamanki istatüko [statüko-metinde istakoto yazılmış] ile bu günkü hâl ve mevki’ arasından yıllar esti, yıllar geçti! Eğer biz de bugün Sırpların yaptığını Rumili memalikini zabt ve feth ederken yapsaydık o zaman hiç şüphesiz müfîd olurdu, fakat altı yüz bu kadar sene idareden veyahut idaresizlikten sonra birdenbire, bir devlet-i ecnebiye gibi temsil politikası tatbik edilemez! O zamanki sadrazamımızın (cenûbî), bilahire tashih ederek (merkeze nazaran cenûbî) [dipnot: merkez Viyana olacak!..] diye tevsim ettiği Şimâlî Arnavutluk İsyanı da işte bizim fart-ı hamiyetimizin netice-i bî-günahıdır.

Bugün ortada Arnavutluktan falan eser kalmadı; onun için bir mâzî-i muhteşem tarihinin hatıratını ihya, hatiatını [hatalarını] tenkid ederken şunu da unutmayalam ki bizler Arnavutlukta ne şiddetimizi adamakıllı gösterebildik, ne de mülâyemetimizi. Çünkü bilahire silahların bile rüesa tarafından yarım yamalak toplattırılmasına razı olduk! O zamanki hükümetimiz böyle bir mecburiyet karşısında bulundu. Fakat bütün bunlara meydan verilmeden yukarıda birkaç maddesini arz ettiğim metalibi kabul etseydik acaba şimdi ziyan mı etmiş olacaktık, yoksa hiç olmazsa esna-yı isyanda o mel’un kayalıklarda şehit olan Anadolu evlatlarının mübarek ve kıymetdâr [s. 1443] kanlarını mı kâr edecektik? Ben bu söylediklerimin mutlaka o zamanlar kābil-i tatbîk olduğunu iddia etmiyorum, kim bilir ne gibi binlerce müşkilat içerisinde o hatt-ı hareket ihtiyar edilmiştir; mamafih geçen şeylerin tenkîd ve tahatturu gelecek şeylerin tedbir ve tanzimine yarar; bunları unutmazsak belki bundan sonra hüsn-i niyet ve âteş-i vatanperverîmize daha bazı esâsât-ı idâriye ve siyasiyeyi de terdîf ederek hareket ederiz.

Biraz evvel ilkaat-ı hariciyeden bahsetmiştim; şimdi de bunu tedkik edelim: Avrupa zâhiren Arnavutluk isyanlarını ortadan kaldırmaya taraftardı. Fakat hakikat halde onları bu dalalete sevk eden de yine kendisiydi; bunun sebebi uzun müddet siyaset-i umumiyeyi işgal eden şömendüferler meselesidir. Avrupa’nın bir demiryollar haritası tedkik edilsin Viyana, Budapeşte, Belgrad tarikıyla bir ray Selanik’e kadar iner; ikincisi de ayni (Said Paşa’nın merkez dediği) yerden hareketle Budapeşte, Belgrad, Sofya tarikıyla dumanlarını savurarak İstanbul’a doğru koşar; bir tanesi de yine Viyana’dan Köstence’ye müntehi olur. Görülüyor ki bunların üçü de bir merkezden çıkıyor; orası da bir Cerman hükümetinin payitahtıdır. Almanya yahut Berlin’e tabi’ demektir. İşte böylece Alman nüfuz ve ticareti bütün Balkanlara, Rumili’ye ve binnetice Türkiye’ye yayılıyor. Cermanlara karşı İslavlar daima her yerde, her teşebbüste hâzır ve nâzırdır; onların da şarktan garba doğru bir projeleri vardır. İstanbul-Selanik-Manastır hattını Adriyatik sahilindeki Avlonya’ya kadar temdid etmek, bu suretle Cerman akınının pişgahına bir sedd-i âhenîn [önüne demir bir set] kurmak isterlerdi. Sırplar Karadağ’ın Ülgün nâm limanını, Bulgarlar da yine aynı denizde kâin bilmem nereyi düşünürlerdi. Bu proje tatbik edilseydi en fazla İtalya kazanacaktı. Çünkü Avlonya’nın karşısında Brindisi iskelesi vardır. O tarikla tabii Balkan şibh ceziresini de İtalya nüfûz ve emtiası istila edecekti. O zaman Roma Viyana’nın ehemmiyetini iskât edeceğinden ittifak-ı müsellese rağmen İtalya, Almanya ile Avusturya’yı yalnız bırakarak bu hususta daima Rus’la birlikte hareket etmiştir. Bu suretle bir tarafta İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya, ipin diğer ucunda da Almanya ve Avusturya ahz-ı mevki ettiler. Herkes kendi projesini müdafaa ediyordu. Hâlbuki zavallı bizim Babıâli cami ile kilise arasında kalmış bî-namaza döndü! Çünkü hatların ikisi de Arnavutluktan geçiyordu! Hâlbuki Arnavutlar bu projelerin ikisine de aleyhtar idiler; Çünkü bunlardan her hangi birisinin tahakkukunda kendilerinin Babıâli’ye karşı düdükleri öteceği yerde bilakis şömendüferin düdüğü kendilerine karşı ötecekti. Onun için hükümet İslavların projesine temayül gösterse Cermanlardan, Cermanlara dönse İslavlardan istifade ediyorlar, onlardan para ve her nevi kuvvet alarak idare-i merkeziyeye karşı ref’-i âvâz-ı isyan ediyorlardı. Fakat dünyada her şey, her hal muvakkattir. Onlara da kalmadı. Son muharebe bütün o kahramanlıklara kırmızı mührünü basarak hâtime çekti. Filhakika Arnavutluğun istiklali tasdik ediliyorsa da memleketin ekseri kısmı düşman eline gitti. Arnavutlar istikballeri demek olan Yanya ve İşkodra gibi kendi kalelerini bile müdafaadan kaçtılar. Bundan sonra bizden ayrı yaşayacaklar; ihtimal kâmilen müstakil bile olacaklar; fakat şurasını unutmasınlar ki Müslüman bir kavim, onların bayraklarındaki kartalın sâye-i cenâhında feyz-yâb-ı istiklal olamaz. Arnavutlar şimdiye kadar hep siyaseten milel-i muhtelifeye tabi olarak yaşadılar, hâlbuki hakikatte müstakildiler; çünkü onlar bilfiil canlı kartallarla hem-nişîn idiler; hâkimler memleketlerine nüfûz edemedi. Fakat bundan sonra ki müstakildirler, asıl esaretleri şimdiden sonra başlayacaktır. Onlar şimdi [s.1444] bade-i istiklal ile sermest olduklarından bunları hissetmezler. Bir gün ecnebi nüfûzları, lisanları, müessesat ve sermayeleri, şirketleri, kumpanyaları, şömendüferleri vatanlarını istila edecek… Dağları delinecek, zî-kudret ve zengin yabancılara, yalancı mütemeddinlere [uygarlık taslayanlara] hizmetkâr olacaklar; omuzlarından tüfekleri alınacak, askere gidecekler, vergi verecekler, dinleri kalmayacak, yalnız ihtimal kalplerinde Osmanlılığın hatıra-i lâ-yemûtu canlanacaktır! Bilmem ki Arnavutluğun daha on beş sene ömrü var mıdır? Ruslarla Balkan müttefikleri Arnavutluğu bizim himayemize tevdi’ etmek istiyorlar! Eminim ki hükümetimiz hamiyyeten mağlup olarak sırf bir unvan için böyle bir felaketi daha başımıza dolaştırmaz! Biz ondan ancak Arnavutluk’ta bari idâme-i İslam için tedabirde bulunmasını, muahede-i sulhiyyeye buna dair kuyûd ve şerait vaz’ ettirmesini, memleketin yarısının taksimine maatteessüf uzakdan nigehbân olmaktan başka bir şey yapamayan üç yüz milyon İslam’ın bu suretle olsun gözyaşlarını kurutabilecek bir nefha-i tesliyet elde etmesini bekleriz.

Cuma, 10 Mayıs 1329 [23 Mayıs 1913]

Akaretler, İsmail Hami







1 yorum:

Unknown dedi ki...

Hocam bizim gibilerin (cahillerin) daha iyi anlayabilmesi için günümüz Türkçesine uyarlanması gerekiyor, anlamını bilemediğimiz kelimeler cümle bütünlüğünü bozduğu için.. buna rağmen anlayabildiğim kadarıyla değerli bir tavsiyename niteliğinde bir yazı, bütününü anlayabilmeyi çok arzu ederdim,,, Teşekkür ederim