27 Eylül 2015 Pazar

KÂRHANECİ LANGA FATMA

Edirnekapı semtinde bayağı bir mahalleye mutasarrıfa olarak kibarane ve zarifane kâr-hanecilik etmekte olan ve hakkında Zabtiye müşirinin bile hükm ve nüfuzu carî olamıyan meşhure Langa Fâtıma şevvalin yirmi sekizinci günü vedâ’-i kâr-hane-i fena edip gitmiş olduğundan İstanbul’un en büyük kâr-hanesi kapandı ve ondan sonra ol mertebe muhteşem bir kâr-hane açılmadı. Vefatına bâzı şu’ara “Öldü Langa Fâtıma” terkibini tarih düşürdü. (bu mısra ebced hesabıyla 1271 senesini gösterir)

[Metnin imlâsı aynen iktibas edilmiştir]

Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir-i Cevdet (Cavit Baysun neşri), c.I, s.50, İstanbul 1991.

KARAKÖY

Bu fotoğrafta en üstteki Galata Kulesi'ni görmesek ilk anda bir batı ülkesinden şehir manzarası olarak değerlendirebiliriz. Reklam tabelaları, gelip geçenlerin kılık kıyafetleri başka türlü bir değerlendirmeye imkan vermiyor. Biz öyle düşünsek de Karaköy'ün 1912 yılında çekilmiş bu fotoğrafı bizi kendimize getirip yine de İstanbul dedirtiyor. Sağda görülen bina da Karaköy'ün D'Aranco yapısı kayıp camii olmalı.



OSMANLI ARŞİVİ ARAŞTIRMA İZNİ

Bu iki belge Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde araştırma izninin bir zamanlar nasıl zor elde edildiğinin belgesidir. Tarih Bölümü öğrencilerinden altı kişinin arşivde araştırma yapmalarının gerekli olduğunu koskoca Uzunçarşılı önce rektörlüğe bildiriyor. İstanbul Üniversitesi Rektörü Cemil Bilsel de bu talebi Başbakanlık Müsteşarlığına iletiyor. Oradan izin çıktıktan ve müsteşarlığın yazısı arşive geldikten sonradır ki araştırmacılar arşive girebiliyor. Aşağıdaki belgelerin bu husus düşünülerek okunması, gelinen noktayı idrak etmemize yardımcı olabilir. Gelinen noktada araştırmacı arşivde izin formunu doldurduğu andan itibaren araştırmaya başlayabilmektedir.




ORHAN BEY MÜLKNAMESİ


667 sene önce 1348 Temmuz ayı başlarında yazılan bu mülkname günümüzde Topkapı Sarayı Arşivi'nde muhafaza edilmektedir.




TAİF ZİNDANI


Sadrazam Midhat Paşa, 7-8 Mayıs 1884 gecesi, idam cezası müebbede çevrilmiş 62 yaşında bir mahkum olarak bulunduğu bu zindanda boğularak öldürüldü.


OSMANLI DEVRİ DEFİN RAPORU

Osmanlı Devleti’nin Tanzimat yenilikleri arasında Karantina Meclisi önemli bir yer tutar. O devirlerde sıklıkla vuku bulan salgın hastalıklar, etkin tedavi yöntemleri henüz geliştirilemediğinden binlerce cana maloluyor ve hükümetlerin eli kolu bağlanıyordu. Salgın hastalıklarda tahribatın etkisi o kadar fazla oluyordu ki bazı küçük yerleşim birimlerinin tüm sakinleri hayatlarını kaybediyor, yaşadıkları köyler, mezralar haritadan siliniyordu. 1847 yılında İstanbul’u çok kötü etkileyen bir kolera salgını yaşandı. Epeydir görev yapan Karantina Meclisi ve Türkiye’de görevli ecnebi doktorlar ile yetiştirdikleri yerli meslektaşları seferber olarak hastalığın önüne geçmeye çalıştılar. İşte bu sıralarda normal ölümler bile sıkı sıkıya kontrol edilerek rastgele cenaze gömülmesinin önüne geçilmeye çalışılıyordu. Burada naklettiğim belge de bu zamana ait bir defin raporudur.

Vaktinde Unkapanı-Saraçhane arasında iken günümüze intikal etmeyen Kırkçeşme yakınındaki Hoca Teberrük Mahallesi’nden Vekilharç Hasan Ağa’nın cariyesi Zeynep vefat etmiştir. Korkulan hastalığın bulaşmadığı anlaşılarak gömülmesine ruhsat verildiğine dair Meclis-i Tahaffuz (Karantina Meclisi) tarafından hazırlanmıştır.

METİN:

BİHİ

Kırkçeşme’de Hoca Teberrük Mahallesi sakinlerinden Vekilharç Hasan Ağa’nın cariyesi Zeynep müteveffiye olup illet-i mahûfeden masûne olduğu tebeyyün etmiş ve ol veçhile defnine ruhsat verilmiş idüğünü mübeyyin işbu tezkire verildi. 20 Safer 1263 [7 Şubat 1847]

[MÜHÜR]
An-Canib-i Meclis-i Tahaffuz


OLİVİER-BRUGUİERE

Guillaume Antoine Olivier
 Guillaume Antoine Olivier (1756-1814) ile Jean Guillaume Bruguière (1750–1798) isimli iki Fransız bilim adamı Fransa İhtilal hükümeti tarafından Osmanlı Devleti topraklarında botanik, tıp, madencilik, folklor ve coğrafya konularında araştırma yapmak üzere görevlendirilirler. İran da görev sahalarına eklenmiştir. Ülkelerinin sahalarında önde gelen iki bilim adamı birçok bilimsel kuruluşun da üyesidirler. İçlerindeki araştırmacı ruh dolayısıyla, ülkelerinde edindikleri saygınlık ve makamları hiç düşünmeden terk edip, bilinmezlerle dolu, tehlikenin cirit attığı Osmanlı-İran topraklarına doğru yola çıkarlar. 1792'de geldikleri İstanbul’dan başlayarak 1798’e kadar değişik güzergâhlarda defalarca seyahat ederler. Bruguière dönüş yolunda 1798’de vefat eder. Guillaume Antoine Olivier zor şartlar altında yürüttükleri bilimsel çalışmaları ülkesine döndükten sonra Voyage dans l'Empire Othoman, l'Egypte et la Perse ismiyle dört cilt halinde 1801, 1804, 1807’de yayınlar. Altı ciltlik baskısı da vardır. Avrupa bilim çevrelerinde olağanüstü ilgi uyandıran bu eser1802-1806’da Almancaya, 1811-1813’te Felemenkçeye çevrilir. Sadece I. Cildi 1801’de İngilizce’ye çevrilmiştir.
Jean Guillaume Bruguière
İstanbul’a geldikleri tarihte tahtta Sultan Üçüncü Selim vardır. Fransız İhtilali ile aynı sene tahta geçen bu ilerlemeci padişahın saltanatının ilk yıllarında Osmanlı-Fransız dostluğu üst düzeydedir. Resmi görevli olan seyyahlara Osmanlı Devleti üst seviyeden kolaylık sağlar. Seyahatin bitmesine yakın geldikleri İstanbul’da devlet kademelerinde çeşitli kabulleri ve ödüllendirilmeleri söz konusu olmuştur. Hatta o tarihteki Fransa Dışişleri Bakanı’na yazılmak üzere 23 Mart 1798’de hazırlanan bir müsveddeden anladığımıza göre ülkemizde yaptıkları yararlı bilimsel çalışmaları ile hal ve tavırlarından ötürü kendi ülkelerinde de ödüllendirilmeleri istenilmiştir.

Ülkemize gelen yabancı seyyah ve bilim adamlarına bu kadar kolaylık gösteren ve anlayışla karşılayan Osmanlı Devleti maalesef o sıralarda aynı çalışmaları yapmak üzere kendi tebaasını yönlendirmediği gibi ecnebilerin ülkemizle ilgili ortaya koyduğu eserlerin çoğuna kayıtsız kalıyordu.

(Yukarıda zikredilen eser hakkında Türkçe kaynaklarda en derli toplu bilgi için bkz. Asuman BAYTOP, Türkiye’de Botanik Tarihi Araştırmaları, Tübitak Yayını, Ankara, 2004. s. 91-117.)









Belge Metni:

Françe Umûr-ı Ecnebiyye Rü’yetine Me’mûr Vekîle

Bundan akdem Asya canibine ta’yîn kılınmış olan Oliviyer [Guillaume Antoine Olivier] ve Bruyer [Jean Guillaume Bruguière] nâm iki nefer Françelu seyyâh cânib-i mezkûre azîmet ve seyâhat ile bu def’a Dersaadet’e avdet ve bu tarafta dahi ol canibe ric’at edip merkûman edîb ve kârgüzâr ve müstaid ve dirâyetkâr oldukları âşikâr olduğundan başka Memâlik-i Mahrûse-i Saltanat-ı Seniyye’de geşt ü güzâr eyledikleri mahallerde edîbâne hareket ve ol halde ibrâz-ı âsâr-ı kiyâset ve izhâr-ı etvâr-ı pesendîdeye dikkat ettikleri bazı vülât-ı izâm hazerâtı taraflarından Dersaadet’e iş’âr ve işâret olunmuş olmaktan naşi merkûmânın Memâlik-i Devlet-i Aliyye’de kendü halleriyle geşt ü güzâr ve bu gûne îfâ-yı levâzım-ı dirâyetmendân ve hüsn-i harekete ibtidârları temâm-ı muvafık-ı muktezâ-yı musâfât ve mutâbık-ı lâzime-i muvâlât olarak ra’iyyet-i mahzûziyyet-i tâmme olan hâlâttan idüğü ve zâtlarında merkûmân şâyeste-i i’tibâr olduğu ecilden ol tarafa vürûdlarında haklarında muâmelât-ı hasene icrasıyla kârîn-i ikrâm kılınmaları mûcib-i memnûniyyet olacağı vâreste-i kayd-ı ilzâm olmağla işbu rakîme-i vilâ irsâl ve isrâsına bâdî olmuştur. Lede’l-vusûl keyfiyet ma’lûm-ı dirâyet-mersûmunuz oldukta merkûmânın karîn-i ikrâm ve itibâr olmalarına himmet olunmak me’mûldür.
Bir münâsib elkâb Dîvân-ı Hümâyûn Tercümânından suâl ile derc ve bu vechile tebyizine himmet buyurula.

[BOA. HAT, 142/5913], 1212.L.5, [23.3.1798]

21 Eylül 2015 Pazartesi

BORÇLULARIN BORCUNU SİLMEK






Borcundan dolayı zindanda yatanların borçlarını ödeyerek tahliye edilmelerini sağlamak Osmanlı toplumunda yaygın olarak görülen hayır işlerinden biridir. Sıklıkla Ramazan ayında görülmekle birlikte senenin herhangi bir zaman diliminde de uygulanabilirdi. Bu durumdaki hükümlülere yönelik merhamet duygusu çok yoğundu. Bunların mazlum olduklarına inanılır ve borçları Ramazan ayı geldiğinde padişahtan vezirlere, ulemadan esnafa kadar varlıklı bir kesim tarafından ödenip mübarek günlerde ailelerine kavuşmaları sağlanırdı. Buradaki belge Sultan İkinci Süleyman devrinde padişahın kesesinden yaklaşık 150 bin akçelik bir ödeme emri ile Galata Zindanı’ndakilere bir, Baba Cafer Zindanı mahkûmlarına iki kese ödendiğini göstermektedir.


Belge Metni:

BİHİ


SAH

Telhîsi mûcebince bin beş yüz kuruş verilip Başmuhasebe’den tezkiresi verilmek

BUYRULDU

Fî 5 [Ramaza]N sene [10]99


DEFTERDARIN KÜÇÜK SAHHI

Arz-ı Bendeleri Budur ki
Siccin-i Sultânî’de olan medyûnân ve mahbûsân fukaralarına fermân buyurulan atiyye-i hümâyûnun bir kesesi Galata Zindanı mahbûslarına ve iki kesesi dahi İstanbul’da Baba Cafer Zindanı mahbûslarına verilmek fermân buyurulur ise yalnız bin beş yüz kuruşa Başmuhasebe’den hazine tezkiresi verilmek babında fermân devletlü ve saadetlü sultanım hazretlerinindir
DEFTERDARIN KÜÇÜK SAHHI

Tezkire Dâde fî 7 Ramazan 1099 [6 Temmuz 1688]




7 Eylül 2015 Pazartesi

ÇAPULCU

Bazı kelimeler anlam kaymasına uğramıştır. Asıl manaları unutulmuş kelimeler bilhassa ayıp anlamlı kelimelerle yer değiştirmiştir. Vakti müsait olanlar silah, dip, arka, gidi vs. kelimelerle yer değiştiren kelimeleri sıralasa epeyce eğlenceli olabilir. İşte çapul ve çapulcu gibi masum hatta övünç duyulan bir kelimenin de günümüzde hakaret maksadıyla ona buna savrulurken yanlış bir seçim olduğu aşağıdaki belgeden anlaşılıyor.

Sadrazamın telhisinden öğreniyoruz ki Kırım Hanı Şahbaz Giray Sultan da çapula giden bir çapulcuymuş!



SAPETAY HİVİ [SABETAY SEVİ]

Eskiler de boş durmamış. Araştırma ve inceleme dalında liyakat sahibi insanlarmış.

SAPETAY HİVİ [SABETAY SEVİ]

Hukemâ-yı Yehûdiyye’dendir. (1640 miladi ve 1050 hicri) yahud (1035 hicri) tarihinde İzmir’de doğmuş ve ( 1676 miladi ve 1087 hicri) senesinde vefat eylemiştir. Mumaileyh Mısır, Türkistan, Avrupa taraflarında seyahatle pek çok ulûm ve fünûna ve ilm-i simyâya malik olarak gereği gibi şöhret bulduktan ve bir takım âsâr-ı garîbe göstererek herkesi kendüye bend eyledikten sonra Kudüs-i Şerif’e gelmiş ve “Mesîh-i Muntazır benim” diyerek meydana çıkıp ilan-ı saltanata kadar kalkışmış idi. Biraz müddet sonra Dersaadet’e dahi gelip başına birçok kimseler toplandığı görülünce Devlet-i Aliyye memurları tahkika ve Edirne’de bulunan zât-ı şâhâneye arz ve ihbâra mecbur oldu ve alınan emr üzerine Edirne’ye gönderildi. Merkûm huzûr-ı şâhânede isticvab olunur iken şevket ve mehâbet-i pâdişâhî tesir ederek kendisi ve avanesi kabûl-i dîn-i mübîn eylemesine binaen cümlesi birden Selanik’e irsâl ve iskân edildi. Bunlar giderek çoğalıp (Sazan) ve (Honyoz) ve (Kavayros) namlarıyla üç fırka teşkîl etmişler idi.


MASONLUK




Mason yahud Farmason-İngiltere ve Fransa ve Almanya vesair memalikde münteşir bir cemiyet-i hafiyedir. Bunların vazifesi hayırhahlık ve ahlak-ı umumiyece hüsn-i ittihada hizmet ve ebna-yı cinsine muavenet imiş. Bir kimse Masonların cemiyetine dâhil olmak istediği zaman seyahat tabir olunan bazı tecrübeler icra olunur ve esrarlarını ifşa etmeyeceğine yemin ettirilir ve badelkabul birbirlerini tanımak içün mürettep olan işarat tarif ve bazı esrarları telkin edilir imiş. Masonların büyücek memleketlerde locaları ve dişlice adamlardan reisleri vardır ve münkasim oldukları otuz üç meratibden otuzu mübtedi namıyla birinci ve üçü[n]cü mülazim ve refik ve muallim namlarıyla müntehi itibar olunur ve en yüksek derecede vakıf-ı esrar olanların taht-ı riyasetinde büyük şark meclisi namıyla bir meclisleri ve her sene inkılab-ı sayfi ve şitaide şenlikleri olur. Fransız Masonlarının en büyük Şark Meclisleri Paris içindedir. Politikasını tervice Masonluğu medar-ı ittihaz eden Üçüncü Napolyon zamanında Masonluk gereği gibi şöhret bulmuş idi.

Masonluğun ibtida-yı zuhuru pek de malum olamayıp bazıları Mısır’dan yahud Yunanistan’dan çıktı ve bazıları Hazret-i Süleyman Aleyhisselam zamanında ve Kudüs-i Şerif mabedinin tesisi sırada (Tir) yani (Sur) Meliki Hiram marifetiyle ihtira olundu dediler ve ahiren bir çok kimseler dahi sekizinci asr-ı miladide meabid ve mekatib inşası imtiyazatına nailiyetle teşekkül edip muahharan beynlerinde mahud bir hususun tervicine çalışan heyet-i mimariye ittihadından alınmış ve fakat giderek maksad değişip (dedikleri gibi ise) vaktiyle Anadolu’da zuhur eden Ahiler mesleğine girmiştir dediler. Nişan ve itimatnamelerinde pergel ve gönye gibi alat-ı mimariye mürtesem olduğuna bakılır ise zikrolunan heyet-i mimariyeden alma bir şey olduğu memuldür. Her ne hal ise bir kimse Masonluğun pek ilerisine vardığı halde önüne bir şemsperestlik çıkacağı zannolunur. (Ahiler) kelimesine dahi nazar buyurula.

Ahmed Rifat, Lugat-i Tarihiyye



CEVDET PAŞA'NIN ELYAZISI İLE İBRETLİK DEĞERLENDİRMELERİ

Vak’a-i Hayriyye’den sonra sefine-i devletin dümenini eline alan Reis Pertev Paşa tekye şeyhlerinin sözüyle hareket ederek Edirne Musalahası’nı müntic olan sefer-i meş’umun açılmasına ve badehu Cezayir’in elden gitmesine sebep oldu ve hayli müddet ıslahat-ı dâhiliyeye bedel muhârebât-ı dâhiliye ile uğraşıldı. Memleket harab oldu. Devlet bitab oldu. Sonra da sırf taklid yoluna gidildi. Bunda da ifrat edildi. Binanın ahkâm-ı erkânına bakılmadı, nakşına özenildi. Emr-i terakkînin ilel ve mübadisini istihsale çalışılacağına malûlat ve âsâr-ı müteferriasına heves edildi. Bu yolda dahi memleketin uğradığı hasârât kābil-i ihsā’ değildir.



SULTAN ABDÜLAZİZ’İN HAL’İNE VERİLEN FETVA



Sultan Abdülaziz’in darbe ile tahtından indirildiğinde alınan “Hal Fetvası”. Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi imzasıyladır.

Belge Metni:

Minallahittevfik

Bu mesele babında eimme-i Hanefiyye’den cevâb ne vechiledir ki

Emirülmüminin olan Zeyd muhtelü’ş-şuûr ve umûr-ı siyasiyyeden bî-behre olup emvâl-i miriyyeyi mülk ü milletin tâkat ve tahammül edemeyeceği mertebe mesârif-i nefsâniyyesine sarf ve umûr-ı diniyye ve dünyeviyyeyi ihlâl ve teşvîş ve mülk ü milleti tahrîb idüp bekâsı mülk ü millet hakkında muzır olsa hal’i lâzım olur mu
beyân buyurula Allahu Teala A’lem

el-Cevâb
OLUR

Ketebehu’l-Fakîr Hasan Hayrullah
Ufiye Anhü



EVLİYA-YI CEDİD

Recaizade Ercümend Ekrem'in 1920 baskısı Evliya-yı Cedid isimli kitabında Evliya Çelebi'den esinlenerek oluşturduğu kahramanının gözüyle, İstanbul’a gelen Beyaz Ruslar’dan bahseden sayfaları

“Bu Mosko taifesi diğergûn bir kavm olup avratları manend-i Züleyha ve ra’nadır. Fakir-i pür-taksir nicelerin gördüm ki rü’yet ve temaşası adamı hakka ki günahkâr eder ve böyle nadide ve nazende nigârlar ne diyâr-ı Efrenc’de ve ne de bilâd-ı Rum içre manzur-ı uyun-ı beşer olmamıştır. Ol rütbe hub u zarif ve endam-ı tenasüb hususunda hüsn-i şöhretle arîf duhterlerdir. Bunların cemiyetleri dahi hoş olup cemi’ esbab-ı zevk u tarab anda mevcuddur ve (klüp) tesmiye kılınur bir güna mahfelleri olur ki bunda pîr u civan cân u cânan ictima edip tâ-be-sabah Hüseyin Baykara fasılları icrasıyla tenşit-ı kulûbe bais olurlar. Kezalik câ-be-câ (varyete) denir tarabgahlar küşad eylemişlerdir ki çeng ü çigane yerleridir ve erbab-ı zevk u safa cümle vâriyetlerin sarf etseler böyle bir bezm-i tarab vücuda getirmekten elhak aciz kalırlar. Zira bunda öyle hoşgû muganniyeler, çabukpâ rakkaseler ibraz-ı enva’-ı hüner ederler ki gören engüşt-i pür-dehan-ı hayret, bî-mecal ve perişan hal kalır.

Ve dahi Kızıladalar’da bizzat manzurumuz olmuştur ki mezbure hatunlar bî-perva uryan olarak deryaya atılıp gû-nâ-gûn mülatefelerle şinaverlik ederler. Acîb u latîf temâşâdır. Ve bunların emvâc arasında sûret-i seyrlerin seyreden çeşmân-ı beşer temâşâ-yı nûr-ı şems etmiş gibi hîrelenir.”


SAHAFLARDA SAHİH MÜSLİM OLUR MU?

Talebe-i ulûmdan biri sahhaf çarşusuna varup zurefa-yı sahhafînden birine
-Sizde bir "Sahih-i Müslim" var mıdır?
diyerek alacağı kitabı sual etmiş. Sahhaf latîfeci bir âdem olduğundan
-Efendi ben kırk yıldır bu çarşudayım. Bunda sahih müslim görmedim yokdur.
Deyu sahhafların insafsızlığını ima ile beraber talebeye güzel bir nükteli cevap verir.


HEDİYENİN KRALI BURSA ŞEFTALİSİ



Ahmed Cevdet Paşa’nın hanımına Bursa’dan Safa isimli bir hanımın gönderdiği mektuptur. Üslubunun güzelliği yanında muhtevası da gayet ilgi çekicidir. Bursa şeftalilerinin namı o zaman da yürümüş ki hediye olarak gönderilen iki sepetin her biri on bir kilo ve elli beş adedine varıncaya kadar ayrıntılarıyla belirtiliyor. Sepetlerin biri Cevdet Paşa'a diğeri hanımına gönderilmiş. Emirgan Boyacıköyü kasabına emanet edilerek yollanıyor. Yolda ezilmemesi için ham olarak toplanmışlar. Yolda olanlardan yumuşayanlar olursa yenilmesi tavsiye ediliyor. O devrin kibarlığına, zarafetine ilginç bir numune. Üstelik bu mektubun bir hanımın elinden çıktığı da ayrıca dikkate alınmalı.

BELGE METNİ:

Taraf-ı aliyyü’l-a’la hazret-i veliyyet’i-ni’metîye arzuhal-i ahkarânemdir ki

Bu kerre Bursa’nın meşhur Yeşil Türbe tabir olunan vahlo [bu cinsi bilemediğimden bu okunuş şüphelidir. “ve helo” da olabilir] cinsinden bulunan şeftâlûsünden iki sepet ki biri veliyy’i-ni’metimiz paşa efendimiz hazretlerine ve diğeri hak-i pâ-yi cenab-ı ismet-penahilerinedir. Derunlarında dördü ve beşi bir okkalık olarak on bir vukiyye ve elli beş aded şeftâlû olduğu halde Boyacıköyü kasabı olup li-ecli’l-maslaha Brusa’ya gelen ve bu kerre avdet eden Yorgi’ye tevdi’an takdim kılındı. Bu gibi şeyler kadr-i kemteranemiz gibi az ise de (çoban armağanı çam sakızı) meselince mikdar ve kıymeti hâl-i nacizanemizle mütenasip bu makule hediyye-i cüziyye takdiminden dolayı kusur-ı ahkaranemizin afvına bezl-i merhamet ve mürüvvet buyurulacağı derkardır. Mezkur şeftâlû yolda ezilmemek içün ham olarak devşirdilmiş olduğundan ve esna-yı rahde kemale ermesi memul idüğünden bir taraftan yumuşayanlarının tevazuan tenavülün iktiza edeceği ihtarına ve vüsulünün istişarına min-gayr-i haddin ictisar olundu. Valide-i mükerremeleri ismetlü hanım efendi hazretlerinin mübarek eteklerinden öperim. İffetlü letafetlü küçük hanım efendiler hazeratının teveccühat-ı celilelerinin bekası niyazındayım. Validem daiyeniz ve Hilmi Efendi bendeniz ve Leman cariyeniz gubar-ı asitan-ı devletlerine gözlerini sürerler. Baki emr u ferman ve lütf u ihsan hazret-i veliyyetü’l-emrindir.

Fi 29 Ağustos sene 97.

Cariyeniz
Safa


KANUNİ’NİN BALI BEY’E MEKTUBU


“Kanuni’nin Balı Bey’e Mektubu” olarak bilinen, bazen de Birinci Murad’ın Evrenos Bey’e gönderdiği mektup olarak karşımıza çıkan meşhur mektubun değişik bir versiyonunu yayımlıyorum. Üstelik anlayamayanlar için Fransızca tercümesi de karşısında.
--------------------------------------------------------------

Sultan-ı müşarunileyh [sayfanın yukarısındaki bahisde Kanuni Sultan Süleyman anlatılmaktadır. İşaret edilen Kanuni’dir] tarafından Semendire fatihi meşhur Balı Bey’e gönderilen ve o devrin bir bergüzar-ı kıymetdarı bulunan hatt-ı hümayun dahi kulûb-ı sadıkayı lebriz-i meserrat edebilecek âsâr-ı münevvereden olduğu içün burada bilmünasebe Fransızca suret-i mütercemesiyle beraber enzar-ı ümmete vaz’ ederiz.

Suret-i Hatt-ı Hümayun

Emirü’l-ümerai’l-kiram, kebirü’l-küberai’l-fiham zü’l-kadri ve’l-ihtiram. Melikü’l-guzât ve’l-mücahidin. Mukatilü’l-a’dâi’l-mütemerridin. Yâr-ı gârım ve lala-yı ihtiyarım Gazi Balı Bey tevki’-i refi’-i hümayunum vasıl olıcak malum ola ki.


Bu defa mektubunuz vasıl oldukda malumumuz oldu ki on sekiz kal’a feth etmişsiniz. Yüzün ağ [ak] olsun ve kılıcın keskin olsun ve etmeğim [ekmeğim] sana helal olsun.

Ancak yâ Gazi Balı Bey benden bir tuğ dahı rica etmişsin. Şimdi tuğ zamanı değildir. Eğer siz bize bu hidmeti ve bu iyiliği eylediniz ise mukaddema biz dahı size üç iyilik eyledik.

Biri budur ki size hil’at-ı fahire gönderdim. Birisi dahı emirü’l-müminin hitab eyledim. Birisi dahı Hazret-i Peygamberimiz “Muhammedü’l-Mustafa” sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin tuğ-ı pür-fütuhundan verdim.

İmdi bu iyilik üzerine iyilik olmaz. Bunu bilüp şükrün yerine getüresiz. Ve şöyle bilesiz ki bey olmak iki kefeli bir terazidir. Bir kefesi cennet ve bir kefesi cehennemdir. Bir saat adalet etmek yetmiş yıllık ibadetden efdaldir. Göreyim seni serasker olduğun yerlerde kat’a bir kimseye zulm u taaddi eylemekden be-gayet ihtiraz üzre olasız. Zinhar ve zinhar nefsine gurur getürmeyesiz. Zira rûz-ı




cezâda bize itab olunursa senin yakana yapışurum.
Feth eylediğin vilayetleri “kendi kılıcım ile açdım” deyü gurur getürmeyesiz. Zira memleket Hak Sübhanehu ve Teala hazretlerinindir.

Ve ol canibde bulunan Asakir-i İslamiye’ye bir vechile muzayaka çekdirmeyesiz. Büyüklerini baba, akranlarını karındaş ittihaz idüp ve küçüklerini oğul eyleyüp ana göre büyüklerine baba gibi ta’zim eyleyesiz. Ve ortancalarına şefkat kılasız. Ve küçüklerine evlad gibi tekrîm idesiz.

Eğer hazinen yok ise bu canibe i’lam eyleyesiz. Sana bir iki bin kise akçe göndereyim muzayaka çekmeyesiz. Ve mesmû’-ı hümayunum olmuşdur ki feth eylediğin kal’aların emval ve erzakların alup beytülmal içün kabz eylemişsiz. Bu vechile rıza-yı hümayunum yokdur. Pençiğin “pençik yani humus” alup mâ-bâkîsin Asakir-i İslamiye’ye taksim eyleyesiz.

Zira anların hakkıdır. Kaldı ki reaya ve fukarasını tekalif-i cesime ile rencide-i hatır eylemeyesiz. Ve be-gayet hoş tutasız. Âsude




olalar ki düvel-i mücavire tebeasının reşk u meyl u muhabbetleri bizim üzerimize olsun.

Ve ol canibde alınan kal’ada mütemekkin ehl-i İslam olanları ve fakirü’l-hal olmuş kimesneleri tefahhus idüp beytülmalden nafaka ve kisvelerin viresiz. Zira beytülmal fukara-yı müsliminin haklarıdır. Fukara Allahu Teala hazretlerinin makbul kullarıdır. Ve bâ-husus sülale-i Nebeviyye’den ol canibde olanlara cizyeden yevmi bir altun vazife tayin eyleyesiz. Ve anlara muzayaka çekdirmeyesiz. Ve kıdvetü’l-kuzat ve’l-hükkam maadenü’l-fazli ve’l-kelam Mevlana Mustafa Efendi Ordu-yu Hümayun Kadısı idilüp gönderilmişdir. Mülakat müyesser oldukda riayetde kusur etmeyesiz. Ve Şer’-i Şerif üzre amel eyleyesiz. Ve hidmetde kullandığın kimesneleri tecrübe itmeden umurunda istihdam eylemeyesiz. Feth olunan bazı kal’aların kuralarına vakf eylemişsiz. Vallahu’l-azim billahi’l-tekrim. Feth



eylediğin kıla’ın cümlesini vakf etsen makbul-ı hümayunumdur. Ve bundan sonra gelecek padişahlar senin evladına riayet eylemek içün ferman-ı hümayun niyaz eylemişsiz. Benden sonra gelen padişahlar eğer senin sülalene riayet eylemezlerse nefrin olsun. Rûz-ı cezâda davacıları ben olmak üzre bir kıt’a hatt-ı hümayunum irsal olunmuşdur.

İmdi yâ Gazi Balı Bey, Hak Sübhanehu ve Teala hazretleri her işini âsân eyleye amin. Şöyle bilesiz ve alamet-i şerifeme itimad kılasız.


ÇUKULATA FABRİKASI



"Altmış sene evvel sarfiyatı hiç hükmünde olduğu halde bugün Avrupa’da kahve istihlakati derecesini bulmuş olan çukulata ticareti gittikçe ehemmiyetini arttırmaktadır."

Yüz sene evvelki bir gazeteden aldığım bu kupürde ne de güzel “çukulata” olarak yazılmış. Şimdi böyle yazanlara “vay imlası bozuk” diye tipi kayık muamelesi yaparlar. Adamlar imlayı da oturtmuşlar, ticaretinin ehemmiyetini de belirtmişler. Nerede kaldı şimdikilerde bu tecessüs. Sahi bu “çikolata” imlası hangi densizin marifeti acaba…


SAİD-İ NURSİ SELANİK’TE İTTİHAT TERAKKİ NAMINA NUTUK ÇEKERKEN….


Bilemiyorum bu resim daha önce hiç yayınlandı mı? Araştırmalarıma rağmen bir kayıt bulamadım. Eğer aksi vaki değilse ilk defa “Tarih Yazıları”nın değerli takipçilerine takdim ediyorum.

13 Nisan 1909’daki “31 Mart Ayaklanması”nın ardından Hareket Ordusu İstanbul’a girip Abdülhamid’i tahttan indirince Said-i Nursi de İttihat ve Terakki tarafından gönderildiği Selanik’te kalabalıklara bir nutuk irad etmişti. Buna dair bir fotoğraf. Net olmamakla birlikte maksat hasıl oluyor.

Resim Yazısı:

Selanik’de_Meşrutiyet’in rahnedar edildiği haber-i felaket-eserinin Selanik’de şâyi’ olması üzerine Talimhane Meydanı’nda icra edilen nümayiş_Talimhane Meydanı’na kurulan bir kürsi-i hitabet üzerine fudala-yı ulemâdan bir zât çıkıp nutuk irad ettiği sırada alınmıştır.


AYASOFYA MİHRABINDAKİ ŞAMDANLAR


İstanbul Büyük Ayasofya Camii mihrabının iki yanında duran şamdanlar Mohaç Savaşı’nın ganimetlerindendir. 1526 senesinde Kanuni Sultan Süleyman Macar Kralı II. Layoş’u Mohaç’da bozguna uğratıp Budin’i ele geçirmişti. Bu savaşın ardından elde edilen ganimetleri getiren Makbul İbrahim Paşa bunlardan Diana, Apollon, Herakles heykellerini Atmeydanı’na diktirmişti. Kral Matyas’ın kilisesinden aldığı şamdanları da Ayasofya’da mihrabın iki yanına koydurmuştur. O zamandan beri de orada durmaktadırlar.





ŞEYH GALİB DEDE’NİN İŞ TAKİPÇİLİĞİ

Galata Mevlevihanesi şeyhlerinden meşhur Şeyh Galib Dede “Hüsn ü Aşk” dan arasıra başını kaldırınca Divan-ı Hümayun’da iş takibi de yaparmış. Konya’ya gönderilecek bir fermanda bazı ibarelerin yeniden yazılması için aracılık ediyor.

Konya’da vergiden muaf ilan edilen bazılarının avarız vergisine bağlı emlak ve arazilerinden hisselerine göre vergi alınacağının fermanda zikredilmesini talep ediyorlar. Bu durumda emlak ve arazisi olmayanlara bir şey denilmese de “ağaca çıksa pabucu yerde kalmaz adam” şeklinde güzel bir atasözü ile nitelenen emlak ve arazi sahibi “uyanık” tiplerin de avarız vergilerini ödemek istemeyeceklerinden muhalefetlerini engellemek için bu fermanın tashih edilmesini istiyorlar.

Avarız vergisi bir bölge için toptan tarh edilirdi. Belirlenen miktar hane sayısına bölünür ve tahsil edilecek avarız vergisi tespit edilirdi. Bazı hanelerin firarı, evini barkını terketmesi ile bunların hisseleri de kalan diğer hanelerin sırtına bindirilirdi. Haliyle o bölge ahalisi kendi aleyhlerine olacak bu gibi firar hadiselerinden çok çekinirler ve kaçan ailelerin geri getirilmesi için arzuhal üstüne arzuhal yazarlardı.

Netice olarak Şeyh Galib Dede ve Mevlanazade Hüseyin Efendi bölgelerinin huzurunu kaçırmamak ve toplumsal bir fayda sağlamak için aracılık yapmışlar, takdire şayandır. Bu da gösteriyor ki eski şeyhler de devlet ve bürokratları ile teması ihmal etmezlermiş.

Belge Metni:

Devletlü Efendim
Mevlanazade Seyyid Hüseyin Efendi ve Şeyh Galib Efendi dâîleri şu fermanı getürüp sonradan muâfâna dahil olanların yedlerinde olan avarıza bağlu emlak ve arazilerinden hisse-i tekâlifleri alınsun tabiri derc buyurulsun zira caizdir ki mahalle-i Mevlânâ’da sakin ve ağaca çıksa pabucu yerde kalmaz adam dahi buluna. Madem ki yedinde tekalif icab eder emlak ve arazi bulunmaya bir şey vermek iktiza etmez iken hilafgîrler fermanda tasrih olunmadığından münazaaya vesile ederler deyu rica ediyorlar. İstidaları muvafık-ı şurut olduğu suretde emr-i mezkûrun ol vechile tebdiline himmetleri mütemennadır.



FENERBAHÇE FUTBOL TAKIMI-101 YILLIK FOTOĞRAF



İSTANBUL’UN 1911-1912 FUTBOL ŞAMPİYONASI

Şehzade Selahaddin Efendi’nin mahdumları Osman Fuad Efendi’nin himayeleri altında müteessis Fenerbahçe Sporting Kulüp Heyeti

Ön Sıra, sağdan itibaren: Kamil Bey (Kapitan), Said Bey, Galib Bey, Nuri Bey, Kemal Bey.

Sandalyede oturanlar, sağdan itibaren: Azmi Bey, Sabri Bey, Hüseyin Bey, Yahya Bey fesli. 

Arkada ayakta duranlar, sağdan itibaren: Hulki Bey, Emirzade Arif Bey (Reis-i evvel), Zeki Bey (Reis-i sani), el-Katipzade Abbas Bey.


NAUM PAŞA


Osmanlı Dışişleri Bakanlığı olan Hariciye Nezareti'nin meşhur müsteşarı Naum Paşa'nın ne marifetleri varmış. Meğer bu adam Osmanlı Devleti'nin Birinci Fransuva'dan itibaren imzaladığı tüm anlaşmaları tamamen ve aynen ezbere biliyormuş. Türk Turing'in ilk başkanı ve tam bir entellektüel olan Said Duhani'nin babasıdır. Çelik Gülersoy'un yayınladığı "Beyoğlu'nun Adı Pera İken" adlı kitabını muhakkak okumak lazımdır.


Günümüzde Karlofça Anlaşması'ndan üç madde sayamayan talebelere duyurulur.

İktibas:

Tevfik Paşa: Kefeleri Müsteşar Naum Paşa ile Divan-ı Hümayun mütercim-i evveli Dâvûd Efendi’den mürekkeb olan bir terazinin oku mesabesindedir. Naum Paşa Katolik olup Suriyelidir. Meziyeti bilcümle muahedatı Birinci Fransuva ile akd edilen ahidnameden, geçen sene netice-pezîr olan Gümrük Resm-i Munzamı İtilafnamesi’ne dair mukarrerata gelinceye kadar bilcümle muahedat-ı düveliyeyi tamamen ve aynen ezber bilmekten ibarettir.








AHMED AZMİ EFENDİ MADALYASI

Almanlar, Prusya elçisi olarak 1791'de Berlin'e giden Ahmed Azmi Efendi onuruna bir madalya ihdas etmişler. Bugün de internet ortamında bu madalyayı bulabiliyorsunuz. Ne yazık ki TDV İslam Ansiklopedisi'nde adına bir madde bulamıyorsunuz.

BASINDA İTTİHAD-İTİLAF KAVGASI


Hürriyet ve İtilafçılar, Bursa'da İttihad ve Terakki'ye teveccüh azalıyor diye İkdam gazetesinde haber yaptırınca, Bursa'nın İstanbul'daki muhabiri A. Cehdi, Tanin Gazetesi'ne tekzip metni göndermiş. Bursa'daki dört binden fazla İttihat ve Terakki üyesinin büyük çoğunluğunun esnaf ve ahaliden ibaret olması benim için iyi bir bilgi.
TEKZİB
İkdam Gazetesi'nin Bursa muhabir-i mahsusundan aldığı bir mektupta Bursa ve muhitinde İttihad ve Terakki'ye derin bir husumet mevcud olduğu, şimdiye kadar İttihatçı diye tanılan Bursa'nın artık hakikati (!) anladığı, yeni fırkanın muvaffakiyyatı, lisan-ı iftiharla yazılıyor. İkdam'ın Bursa muhabiri de pekala bilir ki Bursa'da kısm-ı azamı esnaf ve ahaliden mü[te]şekkil ve dört bini mütecaviz fedakar azaya malik olan İttihad ve Terakki Cemiyet ve Kulübleri, Bursa ve muhitinde daha çok zaman, hatta ilelebed parlayacak ve garazkarların gözlerini kamaştıracaktır. Yalnız İkdam muhabirinin dimağında vücud bulan müfteriyat-ı mezkureyi şiddetle tekzib eder ve Bursalıların hakka, adle perestişkar olduklarını, binaenaleyh (Ahrar, Fedakaran-ı Millet, Volkan) gibi birçok isimler değiştirerek nihayet (Hürriyet ve İtilaf) isminde istikrar eden fırkanın mahiyetini pek güzel bildiklerini beyan ederim.
«Ertuğrul»un Dersaadet Muhabiri
A. Cehdi
"5 Ocak 1912 tarihli Tanin Gazetesinden"

6 Eylül 2015 Pazar

ADALET ÇELEBİOĞLU

Muallim Cevdet’in Osmanlı Arşivi’ndeki tasnif heyetinin iki hanım görevlisinden biridir. Diğer hanım görevli Ratibe Hanım hakkında çok az bilgimiz vardır. Adalet Hanım, Rumi 1324-Miladi 1908 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Babası, şehit Bahriye Yüzbaşılarından Hasan Hamdi Efendi’dir. Babasının şehadeti etkili olmuş mudur bilinmez ama Şark Orta Mektebi’nin sekizinci sınıfından çıktıktan sonra okumaya devam edememiştir. Beşiktaş’ta Hasan Paşa Deresi Sokağında oturuyorken 9.Şubat.1933’te Muallim Cevdet Bey’in tasnif heyetinde kâtibe olarak göreve başlamıştır. Osman Ergin’in “Muallim Cevdet’in Hayatı, Eserleri ve Kütüphanesi” eserinde öve öve yere göğe sığdıramadığı bu hanım, o tarihte Türkiye’de siyakat okuyabilen tek hanımdır. Uzun yıllar Osmanlı Arşivi’nde çalıştıktan sonra emekli olmuştur. 94-95 yaşında vefat ettiğine dair bilgiler vardır.

Ne var ki Muallim Cevdet yadigârı bu emektar arşivciyi sağlığında bizim nesil arşivciler tanımak şerefine nail olamadı. Adalet Hanım, doksanların başında bir gün arşive gelir. Osmanlı Arşivi’nin yeniden yapılanma zamanlarında gündemde olduğu günlerdir. O günlerde doksanına merdiven dayamış bu hanımefendi, yıllarını verdiği kurumun gelişimini bizzat gözleriyle görmek istemiş olmalıdır. O zamanlar görevli genel müdür yardımcısının odasına çıkarırlar izzet-i ikramda bulunduktan sonra gönderirler. Ne bir şube müdürü, ne bir personel ile tanıştırdılar, ne de daireyi, depoları, araştırma salonunu gezdirdiler. Sanki bizlerden kaçırdılar. Ben o zamanki idarecilerin yerine olsaydım işi gücü tatil eder, araştırma salonundaki araştırmacılar dâhil olmak üzere hemen bir toplantı tertipler, Adalet Hanımı gücü yettiğince konuşturur ve video kaydını yapardım. Ne yazık ki bu fırsatı kaçırdık.

Ben çok zaman sonra arşive geldiğinden haberdar oldum. Vefatından bile arşivde kimsenin haberi olmadı. Yıllardır arıyorum, mezarını bile bulamıyorum. İnternet taramalarımda Tire’de defnedildiğine dair bilgiler karşıma çıktı. Tire’li arkadaşlardan araştırma yaptırdık, Adalet Hanım’ın burada defnedildiğine dair bir ize rastlayamadık.

Belki de bu yazıyı okuyanlardan bir iz, bir ipucu bulabiliriz de vefasızlığımızı telafi etmeye imkânımız olur.

Ekteki fotoğraf Muallim Cevdet Tasnif Heyeti'nden günümüze kalan tek fotoğraftır. Yakınlarda kaybettiğimiz Atilla Çetin tarafından yayınlanmıştır. Bu fotoğraftaki hanım Adalet Çelebioğlu hanımefendidir.


5 Eylül 2015 Cumartesi

MERAK BU YA…

Türkiye ile Avrupa Birliği arasında, "Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni ve Geri Kabul Anlaşması" 16 Aralık 2013 tarihinde Ankara’da törenle imzalandı. 25 Haziran 2014 tarihinde de TBMM'de kabul edildi.

Bu anlaşmayla Türk vatandaşlarından sınırlı ve imtiyazlı bir kesimin (iş adamları, sanatçılar, sporcular, sivil toplum örgütü mensuplarının) vizesiz AB seyahatlerinin sağlanması uğruna sonunun nerelere varacağı bilinemeyen bir yükün altına girildi. İki kısımlı bu anlaşmanın Dışişleri Bakanlığı sitesindeki haberinde sadece vize kısmı anlatılıyor, göçmenlerle ilgili bölümden tek satır bahsedilmiyor. Anlaşma ile karşılıklı olarak nelerin taahhüt edildiği es geçiliyor.

Bu anlaşmanın imza töreninden sonra Başbakan Erdoğan "Biz Avrupa'ya yük olmaya değil yükünü almaya geldik" demişti. O tarihten sonra ülkemizdeki Suriyeli nüfusu giderek arttı ve halen artmaya devam ediyor. Anadolu’yu köprü olarak kullanıp Ege ve Akdeniz’den Yunanistan’a oradan da Avrupa’nın içlerine kadar yayılan mültecilerin buralarda barınıp ilticalarının kabul görmesi imkânsızdır. Bunlardan göstermelik birkaç bini oralarda tutunacak ve ikamet, çalışma hatta vatandaşlık hakkına da sahip olabilecektir. Geri kalan on binlerce mülteci muhtemelen geldikleri yerlere geri gönderilecektir. Bunların pek çoğunun Türkiye’den geldikleri ortada olduğuna göre iade edilecekleri yer de Türkiye olacaktır.

Bizim alışkın olmadığımız uzun vadeli projeksiyonlarda mülteci akınını yıllar öncesinden kestirebilen Avrupalılar acaba üç-beş kişiye vize muafiyeti sağlama havucuyla milyonlarca mülteciyi kabul etmemizi ve Anadolu’nun tarihsel demografisinde hiç yer almayan unsurlarla yurdumuzun başına yeni çoraplar örmeyi mi planladılar? Merak bu ya…

MİLLİYETÇİLİK ZAAFA UĞRATILMAYA DEVAM EDERSE NE OLUR?


"Arap Milliyetçiliği" kavramı, içi boş, tarihsel bir yanılgıdır... Araplar, yüzyıllardır kabile asabiyetini aşamayan, millet olma sürecini tamamlayamamış, dilleri ortak olsa da “kültür ve ruh milliyetçiliği”ni asla sindirememiş, teorize bile edememiş bir topluluktur. Bir ölçüde bazı düşünürlerde sosyolojik manada Arap Milliyetçiliği eğilimleri gündeme geldiyse de ileride ulus devlete dönüşüp kabile taassubunu kırmaları korkusuyla daha 20. Yüzyılın başlarında bu cihetten önleri bizzat emperyalistler tarafından kesildi. Halen emir ve kralların idaresindeki ülkelerin vaziyeti ortadadır.

Vatan kavramları ve bağlılıkları bile çok zayıftır. O yüzden yangın yerine dönmüş ülkelerini saldırganlardan koruma hissi olmadığından mevzilerini terk edip kaçan, şehirlerini istilacıların eline teslim eden genç ve gürbüz delikanlılar, vatan savunması yerine bir lastik botun üzerinde, modern bir batı ülkesine kapağı atmak uğruna canlarını bile feda etmektedir.

Osmanlı Devleti'ne boyun eğmek zorunda kalan Arap kabilelerinden bazıları ilk fırsatta isyana kalkıştıklarında bunları tahrik eden güç, milliyetçilik duygusuyla asla bağdaşmayan, kabile veya aşiret asabiyetleri idi. Biz de zemin ve zamana göre alınan tedbirlerle bunların üstesinden rahatlıkla gelirdik. Sonunda İngilizlerin tahriki ile isyan eden Şerif Hüseyin’in hareketine “Arap Milliyetçiliği” damgasını çekinmeden yapıştırdık.

Suud ailesi ile Haşimi ailesi arasındaki kabile kavgasından, öne çıkma yarışından başka bir şey olmayan bu hareketi İngilizler çok iyi analiz etmişlerdi. Aşiret reislerini elde edersen, tüm kabileyi elde edersin formülü aslında Osmanlının güçlü zamanlarında bu bölgedeki en pratik yönetim formülü idi.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, bağımsızlık yanlısı ama İngiliz mandası taraftarı Araplardan yediğimiz büyük kazığın müsebbibi olarak "Arap Milliyetçiliği"ni göstermek, bizdeki "Türk Milliyetçiliği"ni yükseltmek gayesiyle de yapılıyordu. Bu sayede tek taşla iki kuş vuruluyordu. Üstelik bizde Arap Milliyetçiliği olarak benimsetilen hareketlerin, aslında daha laik ve sosyalist bir Arap dünyası peşinde koştukları bilinirken, aynı eksende ülkemizde gelişen sosyalist hareketleri besleyerek büyütmesi çok tehlikeli sonuçlar doğurabilirdi. Güneyimizden gelecek devrim ihracının ülkemize kötü örnek olma ihtimalini de o hareketleri Türk Milliyetçiliğine zıt bir Arap Milliyetçiliği kisvesine büründürüp ortadan kaldırdık. Tabii ki bizde Arap milliyetçisi diye yutturulan Arap sosyalistleri rahat durmadılar ve 68 kuşağından birçok Türk devrimciyi, Filistin kamplarında eğitip ülkemize gönderdiler.

Cumhuriyetin eğitim sistemiyle birlikte ülkemizde Türk Milliyetçiliği kavramının içi iyi kötü dolduruldu. Vatan, vatandaş, din, dil, birlik, beraberlik gibi kavramlarla ortak değer yargıları çoğunluğun benimsediği tanımlarla kabul gördü. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sıralarında tüm yurtta galeyana gelen bu duyguların emperyalistler açısından ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurabileceği fark edildi ve hemen çalışmalara başlanarak vatansız, ütopik, evrensel olma iddiasında ne kadar kavram ve siyasi eğilim varsa pompalanarak milliyetçilik duygusunda büyük zafiyetler meydana getirildi. O tarihten bu güne kadar Türk Milliyetçiliği’ne karşı sürdürülen psikolojik veya fiziki harekâtların başarılı olması halinde Anadolu’nun genç ve gürbüz delikanlıları vatan savunması yerine, modern batı dünyasına iltica etmekte birbiriyle yarışan Arap gençleri gibi davranacaklardır.

4 Eylül 2015 Cuma

NURİ ARLASEZ

Nuri Arlasez'in kim olduğunu biliyor ama tanışmıyordum. Bir gün Osmanlı Arşivi'nin Sultanahmet Binasında kapıda karşılaştık. Bana genel müdür yardımcısı Necati Aktaş'ı sordu. Danışmadaki arkadaşlara yönlendirirken ismini sordum. Nuri Arlasez deyince birkaç kelam konuşmayı düşündüm ama genel müdür yardımcısının misafirini ayakta tutmak da istemedim. İlgili arkadaşlar yönlendirdiler ve yukarı çıktı. Ben de kapının oralarda oyalanıyordum. Beş on dakika sonra birden bire Nuri Arlasez indi ve dışarı çıktı. O sıra yine fırsatı kaçırdım ve konuşamadım. Bu kadar çabuk inmesine de bir anlam veremedim ama sorgulamadım. Şimdi çok merak ediyorum acaba o gün genel müdür yardımcısı ile görüşebildi mi? Görüştü ise neden erkenden ayrıldı? Yoksa paha biçilmez arşivinden bir kısmını Osmanlı Arşivi'ne bağışlamayı falan düşünmüştü de son anda vaz mı geçti? Bu soruların cevaplarını bir gün öğreniriz elbet.

Beşir Ayvazoğlu'nun "Defterimde Kırk Suret" kitabı 1996 yılında yayınlanmış. Bu kitapta bahsettiği Toynbee'nin mektuplarını, yayınlanmak karşılığında IRCICA'ya bağışladığı anlaşılıyor. Düşünün, Ekmeleddin İhsanoğlu,  yirmi yıldır o mektupları yayınlayacak. Osmanlı Arşivi'ne bağışlasaydı kesinlikle şimdiye kadar çoktan yayınlanırdı.

Rahmetlinin vasiyeti mezar taşının isimsiz olması yönündeymiş. Merkez Efendi Kabristanı'ndaki taşında isim bulunuyor. Burada da vasiyetine uyulmadığı anlaşılıyor.

Mevla rahmet eyleye.