Avrupa 18. yüzyılda
Osmanlı karşısında kesin üstünlük kazanmaya başladığında Aydınlanma ilkeleri ile
bilim ve teknolojide hamle üstüne hamle yapıyordu. Bu zaman diliminde Sultan
Üçüncü Mustafa’nın Prusya kralının başarılarında payı olduğuna inandığı
müneccimlerini bir süreliğine kendisine emaneten vermesi talebiyle Ahmed Resmi Efendi’yi
elçilikle Almanya’ya gönderdiği bilinen gerçeklerdendir. Ne var ki halefi Sultan Birinci Abdülhamid’in de Şamlı Şeyh Yusuf Kürdi isminde tılsım, vefk,
define vb. gizli ilimlerle! uğraşan birinin himmetinden medet umduğu bilinmez.
Osmanlı Arşivi’nde bulduğumuz bir belgede Batı Dünyası ile Osmanlı Âlemi
arasındaki düşünce dokusu farklılığını ve günümüzde kapanmaz hale gelen makasın
ilk o zamanlar açılmaya başladığının izlerini görmek mümkündür.
Rusya ile 1768’de
başlayan savaşın sonlarında Sultan Birinci Abdülhamid’in hükümdarlığı başlamış
ve savaşı bitiren Küçük Kaynarca Anlaşması ile Kırım’ı Ruslara kaptırmıştık. Bu
sonuçta bir dahli olmasa da yıllarca Kırım’ı geri alabilmek hülyasıyla yanıp
tutuşan Sultan Birinci Abdülhamid ömrünün sonlarına doğru Avusturya ve Rusya
ile büyük bir savaşa girişmişti. Bu savaşın başlarında 1789’da vefat ederek
yerini Sultan Üçüncü Selim’e bırakacak ve süren savaş ancak Avusturya ile 1791
Ziştovi, Ruslarla 1792 Yaş Anlaşması ile sona erecektir.
Bu iki savaş ve
anlaşma arasında geçen hükümdarlık yıllarında çok gayret etmesine rağmen
Osmanlının baş aşağı giden seyrini geri çevirememiştir. Avrupa, Aydınlanma
birikimi ile bilim ve teknolojinin nimetlerinden istifade ederek her fırsat ve
icadı Osmanlı aleyhine geliştirip kullandıkça Osmanlı da ara sıra çağına ayak
uydurma girişimlerinde bulunmuş ama kifayetsiz kalan bu çabalar sönüp
gitmiştir. Birinci Mahmud devrinden itibaren bilhassa Fransa’dan getirilen
uzmanlarla başlatılan ve günümüzün İstanbul Teknik Üniversitesi’nin temeli olan
Mühendishane’nin açılması, bürokrasi ve ordudaki yenileşme çabaları, en başta yeterli
kadroların yetiştirilememiş olması, yüzyılların birikimi alışkanlıkların yeni
yaklaşımlara uyarlanamaması gibi yetersizlikler yüzünden etkisiz kalmıştır.
Birinci
Abdülhamid, Avusturyalılarla savaşın en yoğun zamanlarında bunalmış olmalı ki
Şam’lı Şeyh Ahmed Kürdi’den gelen, tılsımlar, vefkler, sihirlerle düşman üzerine
galibiyet vaatlerini bir çırpıda reddetmek yerine, Arapça mektubun çevirisini bildiren sadrazamın
telhisi (özeti) üzerine el yazısıyla bu tılsımların tecrübe edilmesi için şeyhin
Şam’dan İstanbul’a getirilmesini emretmiştir.
Mektubun aslı
elimize geçmediğinden sadrazamın özeti üzerinden olayı tahlil etmeye mecburuz.
Şeyh Ahmed’in kimliği hakkında kaynaklarda bir bilgiye şimdilik rastlayamadık.
Kendi ifadelerine göre Şeyh Yusuf Kürdi adında birinin oğlu olup, tılsım, vefk
fennini babasından öğrenmiş. Babası ihtiyar halinde oğluna nasihat edip ömrünün
sona yaklaştığını, deniz gibi ilminden! çıkarılacak büyük bir vefki Osmanlı
Devleti’ne hediye etmeyi arzulamış. İslam’ın zaferi, kafirlerin kahrolması için
on bin haneden ibaret büyük bir vefki tam bir senede tamamlamış. Bunu hediye
etmek için 1199 Hicri-1785 Miladi tarihinde gemiyle İstanbul’a gelmişler ama yolda
rahatsızlanan babası otuz gün içinde ölmüş. Bunun üzerine oğlu Şeyh Ahmed elem ve kederinden Şam’a geri dönmüş.
Buradan itibaren kendi ifadeleriyle “Şam-ı Şerif’e avdet eyledim ve işittim ki
vezir-i sabık azl ve kaviyyüddin ahar vezir geldi. Şöyle ki salihleri sever ve
kefere milletine dahi buğz ve adavet eder. Binaenaleyh bu kıssayı ihbar etmeğe
murad eyledim” demektedir. Anlaşılan İstanbul’a geldiklerinde sadaret makamında
Sadrazam Halil Hamid Paşa oturmaktadır. Birinci Abdülhamid’e darbe hazırladığı
ithamıyla 31 Mart 1785 tarihinde azledildikten sonra idam edilen bu sadrazam
hakkında devrinin bazı kaynaklarında “Mason” olduğu iddiası varittir.
Muhtemeldir ki tılsım, vefk gibi şeylere itibarı olmayan Halil Hamid Paşa ile
görüşemediler ve Şeyh Ahmed buralarını mektubunda anlatmadı. Çünkü ondan sonra
sadarete gelen “dini kavi diğer vezir” olarak bahsettiği Hazinedar Şahin Ali
Paşa Danişmend’e göre kölelikten yetişme ve ümmi. Halep Valiliği zamanında Şeyh
Yusuf ve oğlu Ahmed’i de tanıma olasılığı yüksek. Böyle tılsımlı işlere de
ilgisi olmalı ki Şahin Ali Paşa’nın sadarete geçtiğini duyan Şeyh Ahmed elem ve
kederi bertaraf ederek hemen yeni sadrazama bu mektubu yazarak yarım kalan
padişaha ulaşma girişimini yeniden başlatmaktadır.
Dünya mansıp ve
makamlarından bir talebi olmadığını iddia eden Şeyh Ahmed, kimya ilmiyle de
uğraştığını, zehir gideren yüzük yaptığını, define bulma gibi özelliklerini de
peşpeşe sıralayarak, ısrarla İstanbul’a gönderilmesi için Şam valisine bir emir
yazılmasını rica eder.
Anlattıklarında
ilginç bulduğum husus vefkinin özellikleridir. Tüfek atışlarında nişan desteği
olarak kullanılan üçayak, sehpa adını verdiği düzeneğin altına bu vefk
yerleştirilip, özel buhuru da yanında yakılırsa hareket edip değirmen taşı gibi
döndüğünü iddia etmektedir. Bu vefkin dönmesiyle düşman ordularının nasıl
kahrolacağını anlatmamaktadır ama vefkinin aynısını yapmağa gücü yetecek tek
bir kişinin olmadığını da belirtir.
Telhisi sonuna
kadar ilgiyle okuduğu anlaşılan Sultan Birinci Abdülhamid, anlatılanlar doğru
ise bundan daha faydalı bir şey olmaz, doğru ise hizmet etmiş, yalan ise
yalancı olmuş olur diyerek Şeyhin gizlice İstanbul’a getirilmesini emreder.
METİN
Benim vezirim,
İşbu mütercem olan tahriratınız tamam
vaktimize göre zuhuru sahih ise Devlet-i Aliyye’ye harben ve mâlen bundan
ziyade fevayidi melhuz olmaz. Sırren zât-ı maarifi vali-i Şam tarafından davet
ve menzil ile gelmesi ve geldikte bakalım davası sahih olur ise tamam hizmet
etmiş olur. Edemez ise kezzâb olmuş olur. Heman def’-i şübhe getürdesiz, imhal
olmasun.
Şevketlü, kerametlü, mehabetlü, kudretlü,
veliyyinimetim, efendim, Padişahım.
Bu defa Şam-ı
Şerif sükkanından Şeyh Yusuf Kürdi’nin oğlu Şeyh Ahmed nâm bir kimesne
tarafından çakerlerine Arabiyyü’l-ibare bir kıt’a kaime ve derununa melfufen
bir kıt’a şukka vürud etmekle hulasa-i tercemesinde merkum Ahmed’in pederi
ulema-i Irak’dan olup ancak vatanından Şam-ı Şerif’e hicret ve anda tavattun
edip ve pederi merkum Yusuf Kürdi cemi’ fünûn-ı garibeye âlim ve ârif olduğunu
ve hatta hükemaya mahsus olan tılsımlar ve rasadlara ve evfak fenlerine dahi
âlim olup vakta ki günlerden bir gün pederim ile tenha oturur iken “ey benim
oğlum, ekser ömrüm geçti ve mevt karib oldu ve çünkü bu ilimleri bilirim, lazım
oldu ki benim bahr-i ulûmumdan bir tılsım-ı azim ve vefk-ı cesim istihrac ve
Devlet-i Osmaniye’ye ihda edeyim ki nusret-i İslam ve kahr-ı küffara sebep
olsun” deyü bana bir vefk-ı azim istihracını emreyledi. Ve hâlbuki ol
vakitlerde pederimin cemi bildiklerini ben dahi andan taallüm etmişidim ve
bilür idim. Binaenaleyh on bin hane olmak üzere bir vefk bir sene-i kamilede
yazdım ki tecrübe ve delili zahir ve kolaydır. Mesela bu vefki üç ayaklı bir
şeyin altına yani tüfenk vaz’ edip nişan attıklarında istimal olunan üç ayaklı
sehpa dedikleri şeydir. İşte anın veyahut anın misillü üç çubuğu bir yere
getirip başlarını bir parça sicim ile bağlanıp yere vaz’ olunsa sehpa olur.
Anın altına vaz’ olunsa ve o vefika mahsus buhur ile tebhir olundukta o vefk
taharrük eder ve döner. Güya hemen değirmen döner gibi döner ve Vacib Teala
hazretlerine kasem eder ki yeryüzünde cemi nas müctemi olsalar böyle bir vefk
yapmağa kadir olamazlar. İşbu vefki yaptıktan sonra bin yüz doksan dokuz
senesinde pederim ile gemiye süvar ve İstanbul’a müteveccih olduk. Lakin
bi-takdirillahi teala gemide pederim hasta oldu ve eğerçi İstanbul’a dâhil
olduk lakin pederim otuz gün yaşadı ve badehu vefat eyledi ve beni dahi hüzn ü elem
istiab etmekle tekrar Şam-ı Şerif’e avdet eyledim ve işittim ki vezir-i sabık
azl ve kaviyyüddin ahar vezir geldi. Şöyle ki salihleri sever ve kefere
milletine dahi buğz ve adavet eder. Binaenaleyh bu kıssayı ihbar etmeğe murad
eyledim. Hatta fütuhata sebep ola ve eğer muradınız olur ise Şam valisine bir
mektup tahrir ve bana dahi bir kâğıt tastir ediniz ki beni İstanbul’a
göndersin. Vardığımda senin için bir tılsım yaparım ki cemi’ âlât-ı harbi
senden def’ eder. Ve hâtem yaparım ki semmi giderir. Ve ben bu hususta bir
nesne arz ve talebim yoktur. Zira bu fen ashabı dünyaya muhtaç değildir.
İnşallah beni ve ahvalimi müşahade eylediği[ni]zde benim sıdkım malum olur. Ey
vezir-i azam malumun olsun ki ben bir recülim. Allahü teala hazretleri ulum-ı
garibeyi ihsan etmiştir. Cümleden biri ilm-i kimyadır ve bu fennin cüziyat ve
külliyatına ârif olduğumdan Devlet-i Osmaniye’ye bunu dahi bildireyim ki zira
bu ilm mülûk ve selâtine layıktır. Ve ben dünya ve manasıba muhtaç değilim.
Mücerred garazım bu fenni hazine-i mülûka isal ile nusret-i İslam ve dine sebep
olmaktır. Ve yine ben cenab-ı melik içün bir tılsım yapayım ki cümle yeryüzünde
olanlar yapmağa kadir olmayalar. Ve ben bazı defineler dahi feth ederim ki
gayrıları kadir olamazlar ve o define ve kenzler içün vaz’ olunan rasadları
dahi def’ ederim. İnşaallah bu surette bir saat mukaddem tatar ile vali-i Şam
kullarına ve bana kâğıtlar gönderesiz hatta tatar ile terfikan menzil ile beni
göndersün deyü Arabi kâğıt ve şukkanın hulasa-i tercemesi bundan ibarettir. Bi-avnihi
teala dediği gibi Şam valisine nihani bu tarafa göndermek üzere bir mektup ve
kendüye dahi gelmek üzere ahar bir kâğıt gönderilür ve geldikte bu dahi tecrübe
olurur. İşe yarar ise febiha yaramaz ise yine iade olunur. Emr u ferman
hazret-i men-lehül emrindir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder