14 Temmuz 2014 Pazartesi

HAMİDİYE ETFAL HASTANESİ

Sinan ÇULUK

Baba yüreği...Sultan İkinci Abdülhamid'in ilk çocuğu Ulviye Sultan, kazayla mum ateşinden alev alarak tutuşan ve söndürülemeyen beşik örtüsü yüzünden yanarak vefat etti. Ardından diğer kızı Hatice Sultan'ı da havale veya kuşpalazından kaybetti. Kaybettiği çocukları aklına geldikçe "ben bir padişahken doktorların bu kadar ihtimamlarına rağmen bu musibetlere maruz kalıyorum, ya garibanların doktor yüzü görmeyen çocukları ne yapsın" diyerek çocuk hastalıkları üzerine gelişmiş bir hastane inşa etmeye karar verdi. Bu hastanenin adı da Hamidiye Etfal Hastanesi olarak tescillendi. Resmi evrakı antetinde de Hatice Sultan'ın hatırasına yer verilmesi beni gayet hislendirdi. Paylaşayım da hissimin hissesi dağılsın...

Antetin Yazısı:

Hayrat-ı Hazret-i Hilafetpenahi'den
Firdevs-aşiyan Merhume Hatice Sultan Hazretleri Namına
HAMİDİYE ETFAL HASTANESİ






 Bugün yaşadığımız İstanbul'da çoğu kişi Hamidiye Etfal Hastanesi'nin adının nereden geldiğini bilmez. Bunun gibi örnekler bazı değerlerimizi unuttuğumuzu göstergesidir. Burası halk arasında Şişli Etfal diye bilinen hastanedir ve günümüzde resmi ad olarak "Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi" adını almıştır. Sultan Abdülhamid'in, parasını cebinden vererek yaptırdığı bu hastaneye isminin iade edilmesi isabetli olmuştur.

Bazılarının aklına şöyle gelebilir. Padişahın ne parası olabilir, o zaten milletin parası değil mi? Hayır, Sultan Abdülhamid tahta çıkması neredeyse imkansız bir şehzade idi ve kendisinden önce amcası Abdülaziz ve ağabeyi Murad vardı. Amcasının öldürülmesi ve ağabeyinin de çıldırması ile şans yüzüne güldü ve beklemediği bir anda 34 yaşında tahta çıktı. Şehzadeliğinde tahta çıkması imkansız gibi göründüğünden parasını tahvil piyasasında, borsada çalıştırdı.Çoluk çocuğunun nafakası olarak gördüğü tahsisatını asla çarçur etmedi. Hanedanın diğer üyelerinde bu özelliği gösteren başka biri yoktur. Padişah olduktan sonra da tutumluluğuyla epey para biriktirip, cebinden inşa ettirdiği cami ve mektebin haddi hesabı yoktur. Bilhassa 93 harbi göçmenlerinin köylerindeki cami ve mekteplerin büyük çoğunluğu onun parasıyla inşa edilmiştir.

Bir vakitler özel hastaneler sahibi bir müteşebbise başbakanın "burayı sana vereyim, sen de bize şehir dışında dört dörtlük bir hastane yap falanca bey" dediğini bizzat duydum. Herhalde o zata buraya alışveriş merkezi yapması şartıyla vereceklerdi. Bu hastanenin yanık tedavi ünitesi Türkiye'nin sayılı merkezlerindendi. Az vakit sonra meşhur HSBC bankası eylemi oldu. Orada bombaya maruz kalıp birinci derece yanığı olan onlarca yaralı dört beş dakika mesafedeki bu hastaneye sevk edildi ve belki de ölü sayısının üç misline çıkmasının önüne geçildi. Şehir merkezinde böyle bir yanık ünitesinin olmasının faydası burada görülmüş olmalı ki bir daha "nakledelim, sana verelim" gibi lafları duymadım....





Eski vaziyetinin bir resmi ile yeni halini hastanenin yayınladığı "Hamidiye Etfal Hastanesi" kitabından naklediyorum. Bu kitabı PDF olarak hastanenin sitesinden indirebilirsiniz.







































DÖRDÜNCÜ MURAD'IN YAHYA EFENDİ'DEN İSTEDİĞİ TÜTÜN FETVASI

Sinan ÇULUK


Dördüncü Murad tütünü yasaklayacak ama fetvasız olmaz. Bunun için Şeyhülislam Yahya Efendi'ye müracaat eder. Sorusunu esprili bir şiir şeklinde sorar. Yahya Efendi de altta kalmaz, aynı ölçü ile fetvayı verir.

Bu fetvalar tabii ki millete sökmez ve Dördüncü Murad sonrası devlet buradaki gelir kaynağını gözden kaçırmaz. Haram olduğuna dair verilen fetva helale çevrilir. "Gelir varsa fetva devrilir."



Sual-i Sultan Murad-ı Gazi der-Hakk-ı Duhan ez-Şeyhülislam Yahya Efendi


Ey müfti-i müşkil-küşa
Ey alim-i devr-i zaman
Ey fazıl-ı sahib-eda
Dana-i esrar-ı nihan
Bu müşkili bana beyan
Etmediler cümle cihan

Kim şimdi bu halk-ı cihan
Rağbet idüp içer duhan
Bunda nef'i var mı acep
Mass etmeden nola sebep
Birkaç değildir belki hep
İçer duhan pir u civan
E ya nedir merre
Yoksa helaldir lütfeyle
Haram mıdır lillah içün
Vergel cevap şimdiki an

El-Cevap Allahu A'lem

Her kim ki şürb eyler duhan
Alur cehennemden nişan
Öz malına eyler ziyan
Ta'zir eyle ulu cihan

KIZILELMA






Sinan ÇULUK

Türk Tarihi'nin en önemli figürlerinden KIZILELMA efsanesi hakkında rastladığım bir metni sunuyorum. Kaleme alan kişi epeyce imlası bozuk biri olsa da bazı güzellikleri günümüze aktarması açısından ihmal edilmemesi gereken bir metin. Okuma güçlüğü çektiğim bazı kelimelerin doğrusunu bilenler veya tahmin edebilenler varsa paylaşsınlar lütfen... (Nokta, virgül ve cümle taksimatını kasten yapmadım. Aynı kelimeyi farklı farklı yazsa da olduğu gibi aktardım.)

METİN:

Haza Kızılelma'yı Beyan Eder


Kızıl Elma Beç'den öteye yüz altmış konakdır Kızıl Elma'nın kırk kapısı vardır üç yüz altmış haymesi [çeşmesi ?] vardır ve seksen şadırvanı ve üç yüz altmış camisi vardır orta kapıda altından teknesi var ve asılmış durur ol tekneleri seksen baz bekler ve dahi Kasım Voyvodanın türbesi ol kapının altındadır ve Gördöş Suyu kapının altından akar Ton'dan [Don?, Tuna?] büyüktür ve başkapıda seksen okka altından elması var KIZILELMA dimenün vechi budur ve dahi Rinpapa seksen senesine varınca hâlâ sağdur Hazreti Ali ile cenk eyledi ol zaman Zülfikar ile bir kolunu çalmışdır hâlâ dahi kanı akar ve Hazreti Ali Rinpapa'ya ile cenk iderken ol zaman hem Rinpapu'ya beddua idüp tâ kıyame değin ne ölesin ve ne diri olasın demişdir hâlâ sandukda durur ve dahi yılda bir kerre dirilür on lokma etmek yir ve on kadah şarrab içer ve kilisadan çıkardukları zeman yüz küffar ile bile banlar nice yürüdü ve yirmi beş keşiş önünce dünlerince [?] kitab okurlar ve dahi bunu söyleyan kimdür deyü sual iderseniz bu demde İbrahim Paşa söylemişdir yedi yüz adamıyla Varton'da [Varadin?] esir olmuşdur ve dahi sual iderseniz Alaman Dağı'nın eteğinde şehid vardur hala küffara harac virürler sual iderseniz ne zemandan kalmışlardur Sultan Süleyman düşünde gördü kırk bin kul kul kurban istediler ol zemandan beri kalmışlardır eğer sual iderseniz ne sebebden kaldılar ve ne sebebden kurban istediler Sultan Süleyman'nun düşünde bir pir gelmiş demiş ki padişahım kırk bin kul kurban virsen gayri çaresi yokdur didi padişahım uyanu geldi vezirine der ki has lalam şu meselli düş gördüm ki deyu vezirine nakl eyledi veziri der ki padişahım kırk bin koyun kurban eyle padişah der ki koyun istemediler can adam istediler didi ol mahalde Kasım Voyvoda hazır idi padişahım bana kırk bin kul viresin yoluna kurban olayım didi hala din yoluna şehid olan müslümanlar ol zemandan beri kalmışlar ve dahi Alaman Dağı'nda kırk bin şehid mezarı vardır kırk bin kul Alaman Dağı'nda şehid olmuşlardır hala şimdi kafirler beklerler anları üzerlerinden kuş uçurmazlar bütün şehid etrafından bir büyük yapu yaptırdılar ki kulle gibi cümle şehidler içindedir hala her Cuma ve Pazarertesi gecesi Allah Allah deyü "Gülbendi-i Muhammedi" çekerler ruhlarına Fatiha tarih fi 3 R sene 2238 [en büyük hata tarih yazılırken yapılmış, 1238 olarak düşünmek yanlış olmaz sanırım]



12 Temmuz 2014 Cumartesi

KARTPOSTALLAR



İzmir - Profitilya'da deve kervanı...






İstiklal Caddesi ve Galatasaray ile bir benzerlik kuramadım ama öyle yazıyor.






Aksaray veya Edirnekapı taraflarında bir sokak. Kanalizasyon kaldırım kenarında açıktan akıyor, yol ortasında hayvan pislikleri ve ortalıkta dolaşan tavuklar






Tabelasında "Aksaray Polis Merkezi" yazan bir binanın iki değişik açıdan fotoğrafı. Önündeki tramvay durağında bekleşenlerin kılık kıyafetleri düzgün ama binalar dökülüyor. Eski İstanbul sokak ve mahalle fotoğraflarından bilhassa Balkan Harbi'nden sonrakilerde müthiş bakımsız, harabe, yıkık dökük bir İstanbul görürüz. Bu bir kasıt sonucu olmamıştır, bin türlü badire atlatan İstanbul'un hakiki vaziyetidir. Cumhuriyet'e miras kalan İstanbul, ceset bile değil, derisi eti sıyrılmış bir iskelettir...




PİRLEPELİ KÖY BEKÇİSİ



Pirlepe günümüzde Makedonya'nın güneyinde yer alan orta ölçekli bir şehirdir. Bu kasaba ve çevresi Osmanlı devrinde Türklerin çoğunlukta olduğu bir bölgeydi. Bir vesile ile İstanbul'a gönderilen fotoğrafta Pirlepe'de görevli köy bekçisini görüyorsunuz. Bu yiğidin görevini kuşağının üzerinde bulunan tokadaki yazıdan anlıyoruz. İlginç bir kıyafeti var. Kuzu postunu ters çevirmiş olmuş sana bir nubuk kaban. İçinde cepken benzeri üstlüğü sanki kuşakla tutturmuş. Omuzuna da bir çanta asmış. Silah taşıdığına dair bir işaret yok.

ABD polislerinin kemerlerinde taşıdıkları rozetleri bilirsiniz. Amerikalılar 1898'den önce acaba kemerlerinde rozet taşıyorlar mıydı? Hangi tarihte oraya takmaya başladılar. Bu uygulamayı bizden taklit etmiş olabilirler mi?



CEVDET PAŞA'NIN GÜFTESİ

Sinan ÇULUK

Cevdet Paşa da az değilmiş hani...Mecelleci, Tarihçi, İbn-i Halduncu, Abdülhamidçi vs. vs.  Ahmed Cevdet Paşa'nın bir de "güfteci" özelliği varmış. Ne şarkı ama... Hocam beni şaşırttı... 

Şarkı-i Diğer

Aklımı aldı benim bir nev-civan
Dâd elinden ol perinin el aman
Edemem hiç kimseye sırrım beyân

Aşk ile halim yaman oldu yaman
Gayri yok sabretmeğe tâb u tuvân

Yansa da ateşlere cân u beden 
Yâre takrir edemem bu hâli ben
Bari ey bâd-ı sabâ sen söylesen

Nakarat

Eşk-i çeşmim ile yazsam arzuhal
Rahm eder mi hâlime ol nev-nihâl
Vaslı hülyasıyla oldum bî-mecâl

Nakarat

Kaşı üzre nâz ile eğmiş fesi
Turrası başdan çıkardı herkesi
Cevdet’in tâ çarha çıkdı nâlesi

Nakarat



SİNEPERVER VALİDE SULTAN ÇEŞMESİ


Fatih Eski Alipaşa Caddesi'nde tarihi Sineperver Valide Sultan Çeşmesi. Restore edilmiş, iyi olmuş. Yüzü gözü açılmış. Kitabeyi de yeni yazıya aktarmışlar. Kimler yapmışsa gayretlerine teşekkürler. Birde kitabedeki tarihi doğru yazsalardı dört dörtlük iş olacaktı. 1212 olarak sehven yazılan tarihin doğrusu Hicri 1241-Miladi 1825/26 olarak düzeltilmeli. "Sahibü'l-hayrat" ile başlanmış, bunu "sahibetü'l-hayrat"  olarak tashih etmeli. Kitabenin hattatı imzasını da atmış. "Hurrire Sükuti - Sükuti yazdı" olarak bu imza da ilave edilmeli.





9 Temmuz 2014 Çarşamba

GOEBBELS AİLESİNİN KADER ANI



Hitler’e toplam on beş defa suikast yapıldı. Sonuncusu Tom Cruise’ün “Operasyon Valkyrie” filminde birebir canlandırılmıştır. Hitler’in başkanlığındaki Savaş Divanı’nın toplandığı salona bombalı çanta bırakan Albay Claus von Stauffenberg, gerçekleştirdiği suikastin ardından Hitler’in öldüğünü zannederek, birlikte olduğu darbeci ekibin harekete geçmesini ve tüm Nazi önde gelenlerinin tutuklanmalarını emretti.

Naziler için işler kötüye gidiyordu. Kısa sürede darbeciler ilerleme kaydederek birçok yeri ele geçirdi. Hitler’in propaganda bakanı Goebbels kendini almaya geleceklerini de bildiğinden yanağının içine siyanür tüpünü koymuştu. Goebbels, Binbaşı Remer kendisini tutuklamaya geldiğinde ona Hitler’in ölmediğini söyleyip bir de telefonla görüştürünce Remer saf değiştirerek darbecileri tutuklamaya gitti. Goebbels de ağzından siyanürü çıkardı. Şartlar bir anda nasıl da değişebiliyor. Hayat her zaman sürprizlerini bir yerlerde saklıyor, karşımıza çıkardığında da “kaderimiz” oluyor!

Bu olayda da eğer Goebbels, Remer’i ikna edemediği takdirde intihar etseydi zararı kendine dokunacaktı. O vakit canını kurtardı ama sadece 10 ay sonra Hitler’in intiharının ertesi günü bir facia yaşandı. Karısı Magda önce altı çocuğunu zehirledi ve Goebbels de karısını öldürdükten sonra intihar etti.

(Goebbels Ailesi'ni mutlu günlerinde gösteren resim Vikipedi'den alınmıştır)




BEKİRAĞA BÖLÜĞÜ ve AHMET HAMDİ TANYELİ


Sinan ÇULUK

Bu fotoğrafta İstanbul Üniversitesi merkez kampüsü görülmektedir. Günümüzün rektörlük binası o vakitlerin Seraskerlik binasıdır. Önündeki geniş ağaçsız bahçede askerler zaman zaman talim yaparlar. Rektörlüğün arkasındaki binalar da kışla binalarıdır. Beyazıt Kulesi'nin sağ arka tarafında yer alan Bekir Ağa Bölüğü, İkinci Abdülhamid, İkinci Meşrutiyet ve Mütareke dönemlerinde siyasi ve askeri tutukluların kapatıldığı meşhur tutukevidir. Günümüzün İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi binasının yerinde bu tutukevi bulunuyordu. O günlerin Silivri Cezaevi denmeye layıktır. Bir önceki yönetimin önde gelen en sivri isimleri sonra gelenler tarafından buraya kapatılmışlardır. Abdülhamid dönemindeki yöneticisi Bekir Ağa'nın adıyla ünlenmiştir. Bekir Ağa'nın kim olduğu pek bilinmez ve küçümsenir ama Arşiv camiası ve sahaf dünyası için önemli bir isim olan Ahmed Hamdi Tanyeli'nin babası, büyük sosyologlarımızdan Ayda Yörükan'ın dedesidir. Mithat Sertoğlu, Arşiv'e ilk intisap ettiği yıllarda Ahmed Hamdi Tanyeli'den büyük feyz aldığını belirtir. Yaklaşık sekiz bin mühür klişesini ezbere bildiğini ve mühürlerin kime ait olduklarını büyük bir isabetle tayin ettiğini de vurgular. Şimdiki zamanlarda Arşiv'de karşımıza çıkan eski tasniflerdeki tarihsiz belgelerin tarihlerinin tespiti ve mühürlerin çoğunun okunuşu ona aittir. Bazılarında evrakın üzerine, girift ve çoğu Farsça mühürlerin metinlerini kendi eliyle yazıp "A.T" diye parafını atmıştır...Diğer bir eski uzman da vardır ki kızlık soyadı ile "Türe" iken evlenince "Çelebioğlu" olan Adalet Hanım'dır. Muallim Cevdet'in biricik talebesi olan Adalet Hanım da bazı belgelere "A.T" parafını attığından karıştırılmamalıdır.

ÇATALHÖYÜK HARİTASI


Dünyanın en eski haritasının hangisi olduğu tartışmalı bir konu olmakla beraber, Çatalhöyük'te bulunup 8400 yıl öncesine tarihlenen kent planı herhalde en eskisi olmalıdır. Böylesine bir medeniyete sahip toprakların bugünkü nesillerinin imar planı, harita, kent yaşamı konularında sınıfta kalması ibret alınması gereken en önemli hususlardandır. Fotoğraf ATLAS Dergisi 124. sayıdan alınmıştır.


8 Temmuz 2014 Salı

TAK-I KİSRA


Sinan ÇULUK



Hazret-i Muhammed dünyaya geldiğinde bazı mucizelerin gerçekleştiği bilinir. Kisra’nın sarayından on dört burcun yıkıldığı kayıtlıdır mesela… İşte, asırlar öncesinden kalma bu saray günümüzde Irak sınırları içinde Medayin yakınlarında Dicle Nehri kenarında bulunuyor. 241-272 yılları arasında Sasani hükümdarı olan Şapur tarafından yaptırılmış. Mecusi olduğu halde Müslümanlar tarafından da çok sevilen Nuşirevan-ı Adil zamanında genişletilmiş. Bugün artık tarih olan haşmetli kemerine de “Tâk-ı Kisra” adı verilmiş. Farsça “tâk” “kemer” anlamına gelir. İslami edebiyatta sevgilinin kaşlarına benzetilen bu kemer münasebetiyle “Tâk-ı Kisra”ya çokça yer verilmiş. Hattâ işi düşen herkesin müracaat edebilmesi için Nuşirevan-ı Adil’in ihtira ettiği “Adalet Zinciri” de bu sarayda bulunduğundan şiirlerde buna da işaret edilmiştir. 

Bugünkü halinde görülemeyen kemer ve ön cephenin sağ tarafı, 19. Yüzyılın sonlarına ait resimlerde olanca zarafet ve azametiyle görülmektedir.

Fatih Sultan Mehmed’in Ayasofya’ya girdiğinde söylediği şiirde geçen Kisra’nın Tâkı işte burasıdır.

Perde-dârî mî küned der tâk-ı kisrâ ankebût
Bûm nevbet mî zened der kal’a-ı Efrâsiyâb
[Örümcek, Kisrâ’nın Kemeri’nde perdedarlık yapıyor,
Baykuş, Efrasiyab’ın kalesinde nevbet vuruyor.]





BOĞAZ AĞRISI İLACI


Sinan ÇULUK

Serasker Rıza Paşa imzasıyla Sultan Abdülhamid'e sunulan bu tezkirede boğaz ağrısına iyi geldiği denenmiş bir ilaç tarif ediliyor. Sultan Abdülhamid'in boğazı ağrıdı mı ağrımadı mı bilemiyorum ancak onun gibi etrafında onlarca doktor, sarayında mükemmel eczanesi, kimya laboratuvarları bulunan pozitif bir adamın bu reçeteye itibar edeceğini hiç sanmıyorum. Rıza Paşa mutlaka hulus çakmak için bolca kudsiyet içeren bu ilacı takdim etti. Sultanın kullanıp kullanmadığı hakkında bir bilgimiz yok maalesef.

İlacın ne olduğuna gelince...Hazret-i Muhammed'in sütannesi Halime hatunun kabrinde bir çitlembik ağacı varmış. Buradan alınmış parçaların pamuk ipliğine bağlanarak üç İhlas ve bir Fatiha suresi okuduktan sonra besmeleyle boğaza asılması tarif ediliyor. Bu asılmanın nasıl olacağını zihnimde kestiremedim. Pamuk ipliği ağzın dışında mı bırakılıyordu acaba? Koskoca Rıza Paşa, Sultan Abdülhamid'e bu ilacı tarif ediyor ama hiç düşünmüyor ki o ağaç ne zaman kabir üstünde bitti, Halime hatun ile alakası var mı? O devirde de Tıbbiye-i Şahane işinin erbabı hekimler yetiştiriyor ve toplum böyle basit boğaz ağrıları için yüzlerce reçeteye sahip bulunuyordu. Genelkurmay Başkanı olup olamayacağını medyumlara sorduğu rivayet edilen kuvvet komutanını yakın zamanlarda gördüğümüzden Rıza Paşa'nın kafa yapısını sorgulamak da istemiyorum. Her devirde bulunuyor böyleleri demek ki...

METİN:

Aleyhi's-salâtü ve's-selâm Efendimizin süt vâlide-i mükerremeleri olup Medine-i Münevvere nevvarahallahü teala ilâ yevmi'l-âhirede defîn-i hâk-i gufrân olan Halimetü's-Sa'diyye radiyallahü teala anha hazretlerinin merkad-i münevverelerinde bulunan çitlenbik ağacından yapılıp hunak ve boğaz ağrılarının indifâ'ı içün kullanılan ve sür'at-i te'sîri mücerreb bulunan habbe dün gece vuku' bulan arz u ifade-i bendegânem vechile Bebek'de kâ'in çâkerhâneden celb olunarak takdim kılındı. Bunun isti'mâl olunmamış pamuk ipliğine veyahud yine pamuktan yapılmış tireye geçirilerek ve üç İhlas ve bir Fatiha-i Şerif kıraat ve sevâbı rûh-ı pâk-i hazret-i Risâlet-penâhî ile müşarunileyha Halimetü's-Sadiye hazretlerinin rûh-ı mukaddeslerine ihdâ kılınarak akîbinde besmele ile boğaza ta'lîk edilmesi kâide-i mer'iyyeden olduğu gibi bu habbeyi daima boğazında bu suretle isti'mâl eden zevâtın ile'l-ebed hunâk ve boğaz ağrısını görmeyeceği mücerrebâttandır.

Abd-i memlûk
RIZA


3 Temmuz 2014 Perşembe

İTTİHAD VE TERAKKİ CEMİYETİ ANDI

SİNAN ÇULUK

Dînim, vatanım, nâmûsum, üzerine yemîn ederim ki, esâs maksâdı vatan ve milletiñ teâlisine ve Osmanlılarıñ ittihâd ve terakkîsine çalışmakdan ibâret olan bu cem'iyetiñ dahil olduğum şu ândan i'tibâren her dürlü ahvâl ve kavâidine tatbîk-ı hareketle beraber milletde hukûk-ı hürriyyeti bahş eden Kânûn-ı Esâsîniñ tamâmen tatbîk ve devâm-ı mer'iyyetini gâye-i maksâd bilen cem'iyyetiñ kararlarını ve uhdeme tahmil ve tevdi' edilecek olan vezâifi tamâmen ifâda tereddüd eylemeyeceğim. Cem'iyyet efrâdından biri düçâr-ı felâket olduğu takdîrde kendisine ve ailesine vus'um yetdiği kadar nakden ve bedenen mu'avenetde kusûr etmeyeceğim. Şâyed bunca taahhüdât-ı dîndârâne ve nâmûskârâneye rağmen ihânet edecek olursam alçaklık edenleriñ nerede bulunursa bulunsun tâkîbine me'mûr edilen zâbitâ-i cem'iyyetiñ icrâ edeceği i'dâm cezâsına karşı şimdiden kanımı helâl ederim.

Vallahi ve billahi...



2 Temmuz 2014 Çarşamba

NEVŞEHİRLİ DAMAD İBRAHİM PAŞA

SİNAN ÇULUK




Damad İbrahim Paşa 9 Mayıs 1718-1 Ekim 1730 yılları arasında 12 yıl 5 ay sadrazamlık süresi ile en uzun süre görevde kalan Osmanlı sadrazamlardandır.

“Ver kurtul” siyaseti dış politikasının omurgasıydı. Avusturyalıların binbir hakaret ve aşağılamasını da içine sindirerek imzaladığı 1718 Pasarofça Antlaşması ile Küçük Eflak, Tımışvar, Belgrad, Kuzey Sırbistan’ı Avusturya’ya terk etti.

Rusya’ya 1724 Antlaşması ile Dağıstan, Derbent ve Bakü dahil Batı İran topraklarını savaşmadan bıraktı.

Bu duruma itiraz eden Afganlılarla savaşa tutuştu. Batı dünyasıyla tek savaşı olmadan sadece Müslüman doğu toplulukları ile savaştı.

Sadarete gelir gelmez eş, dost ve akrabaları ile müthiş bir kadrolaşma faaliyetine el attı.

Bütçe açık verdikçe vergiden muaf zümreleri de mükellefler arasına kattı, orta hallilerin vergilerini kat kat arttırdı.

Toplanan vergilerle bütçe fazla verdiğinde, toplum katmanları arasındaki derin sosyal ve iktisadi çelişkileri ortadan kaldırmak yerine, milleti eğlenceye sevk edecek faaliyetler yürüttü, safahat âlemlerini arttıracak gösterişli saraylar, köşkler, kasırlar inşaatı görülmedik derecede arttı.

Cephe başarısızlıklarına karşılık, devleti ve milleti “savaşma seviş” barışına ikna etti. Her ne kadar belirli bir zümre bu barış ortamından nemalanıyorsa da geniş halk toplulukları sefaletin pençesinde kıvranıyordu.

Kağıthane’yi çok seviyordu. Oraya beylik saraylar, kasırlar, köşkler inşa ettiriyor, Paris mesireleri taklidi bir alana dünyanın parasını sarfediyordu.

Oralarda İstanbul’un kibar sınıflarının yer aldığı batı taklidi yeni bir hayat tarzı sahneye konuluyordu. Damad İbrahim Paşa yanından geçen kadınların dekoltelerinden içeriye Fındık Altını tabir edilen küçük altınları isabet ettirmeyi maharet sayıyordu.

Bu tantanalı dönemin en önemli figürlerinden biri de lale idi. Tarihçi Ahmed Refik bundan mülhem bu devre “Lale Devri” adını taktı.

Geniş halk tabakalarındaki hoşnutsuzluğun zirve yaptığı bu devir, Sultan Üçüncü Ahmed’in sevgili damadının cesedini isyancılara teslim etmesi ile sona erdi. Sembol mekân Kağıthane’de inşa edilmiş iki yüzden fazla muhteşem köşk ve kasır temelleri bile belli olmayacak derecede yıkıldı. Demek ki halkın gözüne en çok bunlar batmıştır.

Ve final; İsyancılar Sultan Üçüncü Ahmed’in kendilerine teslim ettiği cesedin damadına değil Kürkçü Manol'a ait olduğunu iddia ettiler. Çünkü ceset sünnetsizdi.

Cavalı Arapların Savaş Mağduru Osmanlı Dul Kadın ve Yetim Kızlarını Esir Olarak Satmaları




İnsanların dayanışma ve dostluğunu kategorize ederken muhayyel İslam Ümmeti’ne ayrıcalık sağlamak ne kadar doğrudur. İnsan insandır, onun büründüğü kimliğin ve rengin önemi nasıl kategorize edilebilir. Her toplumda iyi ve kötü iç içe geçmiştir. Tarihi hayal dünyasında gezenlerden duyarsanız hayal alemine sizi de götürüp susuz getirirler. Belgeler acı gerçekleri su yüzüne çıkardığında da günümüzü yorumlayabilecek alt yapıdan mahrum olduğunuzdan "belgeler yalan söylüyor, seni gidi belge fetişisti" dersiniz.

Osmanlı Bakanlar Kurulu’nun tutanağı hakikatin acı tarafını olanca keskinliğiyle yüzümüze vuruyor.

Belge Metni:

Meclis-i Vükela Müzâkeratına Mahsus Zabıtname

Cava’da mütevellid bazı Arapların badelharb Dersaadet’e ve vilayata giderek harp sebebiyle dul ve yetim kalan nisvan ve etfal-i Osmaniye’den iğfal edebildiklerini Cava’ya götürüp zahiren nikah ile fakat hakikatte cariye ve esir olarak füruht teşebbüsünde bulunduklarından bahisle tedabir-i mania ittihazı Batavya Şehbenderliği’nden iş’ar olunduğu Hariciye Nezareti’nden bildirildiğine ve badezin tâbiât-ı Osmaniye’den olan nisvan-ı İslamiye’nin Cavalılarla izdivac edebilmelerinin men’i esbabının istikmaline dair şayan-ı dikkat bazı ifadatı havi Dahiliye Nezareti’nden varid olan 14 Haziran sene 1336 tarihli ve 812 numerolu tezkire ve melfufu okundu.