2 Temmuz 2012 Pazartesi

TÜRK ARŞİVCİLİĞİ ÜZERİNE BİR “ZİHNİYET” TAHLİLİ


Sinan ÇULUK

Günümüzde arşivcilik namına bir konuşma yapan her akademisyen veya her bürokrat basmakalıp olarak “Türk milletinin arşivlere, kâğıda verdiği önemden” bahsetmektedir. Osmanlı′nın azametli devirleri ve Tanzimat′ın hemen başındaki bir dönem hariç tutulursa Tanzimat, Meşrutiyet dönemleri dâhil ve günümüzde de edindiğim intiba bunun tam aksinedir. Osmanlı Devleti’nin arşiv kavramına yabancı olmadığı şüphesizdir. Günümüze intikal eden milyonlarca arşiv belgesi bunun en canlı şahididir. Bizim itirazımız toplum katmanlarının geneline yayılmış bir “önem” bilincinin olmayışının ıskalanmasına ve şahısların gayretleriyle oluşturulmuş müesseselerin günümüzde bile bu vasıf ile hayatiyetini sürdürme geleneğinin gözden kaçırılmasınadır. İnsan psikolojisi muhakkak ki faydalandığı şeylere önem verir. Toplumun önemli bir kısmının hiç farkında olmadığı arşivden bir menfaati yoksa neden önem versin. (Bilgi Edinme Kanunu tarihimiz boyunca vatandaşları arşiv ile tanıştırma açısından bir dönüm noktası olacaktır). Devlet olarak tabiî ki önem verilmiştir, ama yönetim felsefesi arşiv fikrini veya kültürünü yönetim mekanizmalarında kurumsallaştıramadığından, şahısların gayretlerine bağlı bir önem olmuştur. Osmanlı devrinden günümüze evrak intikal ettiyse, tamamen birkaç fedakâr arşivcinin ve kadirbilir kalem memurlarının himmetiyle olmuştur. Siyasi kadrolar için çoğunlukla bu vesikalar ayak bağıdır.

Devlet-i Aliyye’nin evrak ve defterlerin muhafazasına dair neşrettiği bütün genelgelere rağmen icraatta işler istenildiği gibi yürütülememiştir. Bu konuda Abdurrahman Şeref Efendi′den, İbrahim Hakkı Konyalı′ya kadar birçok yazar kalem oynatarak, ihmalimizin örneklerini sıralamışlardır. Topkapı Sarayı’ndan Dolmabahçe’ye intikal edilirken saraydan Ayasofya’nın galerilerine nakledilip çürümeye terkedilen belgeler, Alman İmparatorunun Ayasofya’yı gezme ihtimaline binaen galerilerden aşağıya süpürülmüştür. Rumeli’den gerileme dönemi ile birlikte oralardaki vakıflarımızdan nema gelmeyince ilişkili oldukları evkaf defter ve belgeleri bir köşeye atılarak yıllarca pis, rutubetli yerlerde kaderine terk edilmişlerdir. Taşrada ise durum daha korkunçtur. Yüzyıllarca bir beylerbeyi ile idare edilebilmiş Osmanlı Eyaletlerinin (bugün sınırlarımız dışındakilerin her biri, ayrı bir ülke hüviyetindedir) beylerbeyi divanına ait tek bir defter ele geçirilmiş değildir. Bütün bu zayiata rağmen bugüne intikal edebilenleri milyonlara baliğ olmuştur. Arşivciliğimizde zamanının Avrupa Devletleri icabından olarak Tanzimat’tan sonra bir kıpırdanma olduysa da yeni modern arşiv, Bab-ı Ali Evrak Odasının arşivi olarak kurulmuştur. Yoksa nezaret ve diğer dairelerin hali yine içler acısı idi. Her devirde en işe yaramaz sınıf olarak görülen arşivci kısmının üstün gayretleri olmasaydı bu güne sadece iki deve yükü belge intikal edecekti.

Devlet-i Aliyye′nin Hazine-i Amire’de biriktirdiği defterler muhakkak ki ana hatları ile vergi ve asker toplama öncelikli idi. O devirlerin üretim aracı timar, zeamet, has toprakları, çeşitli mukataalar, bütçe gelirlerinin kaynağı olduğundan çok ciddi kayıt altına alınmışlardır. Osmanlı mali sisteminde bütçe gelirleri sadece askeri ve mîrî harcamalara tahsis edilmişti, bunların haricindeki hizmet ve yatırımlara miri hazineden tek kuruş harcanmazdı. Bütün eğitim, sağlık ve sosyal faaliyetlerin harcamaları evkaf gelirleri ile yürütüldüğünden, bunların da mükemmel gelir ve gider muhasebeleri tutulmuştur. Devlet reaya ile vergi mükellefiyeti ve askeri yükümlülüğü haricinde yüzyüze gelmezdi. Avrupa′da kilise hukukunun bireye yaklaşım biçimi vaftizinden itibaren başlar, adıyla soyadıyla kiliseye kaydedilen kişi ve aile soyağacı, yüzyıllar içinde izlenebilirdi. Osmanlı′da ise bırakın soyadını lakaplar bile cansıkıcı olabiliyordu. Mesela bir tahrir defterinde ilyazıcının hane reislerini klasik üsluptaki “Ahmed bin Mehmed” dışında, lakapları ile “Köseoğlu Ahmed bin Mehmed” şeklinde kaydetmesi, Nişancı tarafından “eski köye yeni adet getirme” diyerek azarlanabiliyordu. O defterde “kelle hesabı” ile bir Ahmed bin Mehmed′in bilinmesi devlet için yeterliydi. Zaten lakabını bilse de istendiğinde adresinden bulunmasını sağlayacak, bir cami etrafında şekillenmiş çıkmaz sokaklardan ibaret mahallelerde sokak ismi, kapı numarası gibi veriler yoktu. Aile reisinin dışındaki hane halkı zaten kayıt dışı idi. Çok azı “Mülkname-i Hümayun” ile sahiplenilenler dışında mülk zaten padişahındı. Tapu belgelerini bile 1858 arazi kanunnamesinden sonra elde edebilmişlerdi Yedi-sekiz nesil oturulan evlerin dahi “zemini” mutlaka bir vakfa aitti. Gelir kaynakları her devirde bir “hüküm”le el değiştirebildi. Vefat eden askeri sınıftan birinin mirası zaten mîrîye aitti. Nizam-ı Cedid döneminde ise “muhallefatın mîrîye aidiyeti” askeri sınıfın dışında da yaygınlaştırılarak, yeni gelir kaynaklarına ihtiyaç hisseden “İrad-ı Cedid Hazinesi”ne sivillerin varlıklarını aktarıyordu. Dolayısıyla toplumun sivil kesimlerinin hak ve hukukunun temininde arşive hiç de gerek kalmıyordu. Eldeki vakfiyeler, kadıların nezdindeki fetva mecmuaları, sakk-ı şer’iler ve örfi gelenek, mîrîden gelir elde etmeyen sade reayanın hukukunu sağlıyordu. Devlet sadece aldığı vergiye, topladığı askere bağlı kayıtları önemsediğinden, Yeniçeri Ocağı’nın ilgasında ihtiyaç kalmayan Yeniçeri defter ve evrakının çok büyük bir kısmı on beş gün hamam külhanlarında yakılabilmiştir. Islahat Fermanı′ndan sonra cizyenin kaldırılmasıyla, ecnebiler için tarihlerinin unutulması icap eden bir devresinin kayıtları da aynı akıbete uğramıştır. Arşiv sistemimizin tam bir imhaya imkan verecek nispette mükemmel olmadığını, bugüne intikal eden yeniçeri ve cizye belgelerinin mevcudiyetinden anlıyoruz.

Buraya kadar anlatılanların sistemsiz bir devleti, mütegallibe zihniyetin öne çıktığı, adalete vurgu yapılmayan bir toplumu tasvir ettiği anlaşılmamalıdır. Böyle devirler ara sıra yaşanmış olsa da, Osmanlı bireyinin genellikle adil bir ortamda yaşadığı, ferağ-ı bâl asûde-hâl bir ömür sürdüğü ortadadır. Mistik bir hayatı tercih eden Osmanlı için nihayet “bu dünya ahiretin tarlası” idi. Nihai hedefi ahiret olan bir toplum için saklanması gereken, izi sürülmek istenen bir hayat olabilir mi? Yarıdan fazlası köylü-göçer olan, şehirlisinin de ahşap mimari ağırlıklı kentlerde oturduğu bu toplumun dünyaya kazık çakmak gibi bir derdi yoktu. Batı dünyasının taş binalardan ibaret kentlerindeki noter kayıtları bugün bize ortaçağ şehir hayatını aksettirecek verileri sunuyor. Osmanlıda ise mahkemelerin resmi sicillerini kadılar babalarının malı olarak gördüklerinden çoğunlukla devir teslim yapmadan defterleri yanlarında götürürlerdi. Bu sicillerden kaç tane kaldığı da ortadadır.

Bugüne geldiğimizde de vatandaşlarımızın paraya çevrilmesi muhtemel tapular, hayali define planları haricinde mektup, fotoğraf, dedelerinin el yazıları gibi bu topraklarda yaşayacak gelecek nesillere kendini ispat için belge bıraktığına dair hiçbir emare yoktur. Kaç ailede üç nesil önceki dede isimleri, lakapları bilinir. Çoğu kişinin dedesinin yazılı bir mezar taşı bile yoktur, bırakın taşı, çoğu dedesinin mezarını bile bilmez. Aristokrat ailelerde bu taşlar mevcut olmasına rağmen kaç kişi dedesinin mezar taşını okuyabilir. En muhafazakâr belediyelerimizin tarihi mezarlıklarımıza halen defin yaptırdığına bakarsak bir nesil sonra herhalde okuyacak mezar taşı da bulunamayacak. Birkaç aristokrat aile dışında dedelerinden kitap kalan kaç ailemiz vardır. Kitap bırakılan torunlar da uzun yıllarda oluşturulmuş güzelim koleksiyonları ilk fırsatta müzayedelerde değerlendirirler. Kaç devlet adamımız hatırat bırakmıştır, Kamil Paşa, Hüseyin Hilmi Paşa, Ali Fuat Türkgeldi gibi Osmanlının son devir devlet adamlarından birkaçı haricinde, kaç devlet adamının hususi arşivi bugün mevcuttur. Bütün bunlar bir araya geldiğinde geçmişine meraklı olmayan, atalarına saygı duymayan bir toplumla karşı karşıya olduğumuz anlaşılabilir.

Son yirmi yıla kadar Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerimizin değerlendirilmesinde ön kabullere dayalı, iki farklı ana görüş mevcuttu. Son zamanlarda bir ölçüde fikir geçişlerine rastlanıyorsa da Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, Muhafazakâr ve Devrimci olarak kategorileştirebileceğimiz bu görüşlerde birbirine geçişlilik maalesef söz konusu değildi. Keskin ayrımlarla ideolojik eğilimlerini belirleyen bu iki ana akımdan Muhafazakâr kesim, net olarak Osmanlı’nın her türlü icraatının yüceliğini veya mukaddesliğini ortaya koyarak Cumhuriyet dönemindeki birçok icraatın aleyhinde olmuştur. Devrimci çizgi ise yeni Türkiye Cumhuriyeti′nin Osmanlı′nın bir devamı olmayıp, Osmanlı tecrübesinin yeni Türkiye′de hiçbir yansımasının bulunmadığını iddia etmekteydi. Bu doğrultudaki anlayışın arşivlerimize yansıması muhafazakâr kesim açısından genel olarak “Cumhuriyet devrinde arşivlerimiz çürütüldü, Bulgarlara satıldı, harf devrimi ile bir gecede herkes cahil bırakıldı” noktasında tezahür etmekteydi. Devrimci çizgi ise bu iddiaları doğrularcasına gerçekten Osmanlı devrini her yönüyle karalamaya, Arap alfabesi ile Türkçe yazılmış her türlü metni üfürükçü, muskacı elinden çıkmış gibi değerlendirmeye, Cumhuriyetin her yönüyle Osmanlıdan ayrı, hiçbir geleneğin miras alınmadığını ispatlamaya çalışan politikalara sapıyordu. Tarih, dilbilim, sosyoloji ve sosyal psikoloji açısından malûl iki görüş haklılığını ispat için arşivler üzerinden de politika yürüttüler. Biri arşivlerimizle ilgilenilmiyor dedikçe diğeri gerçekten de ilgilenmedi. Yönetim kademelerinde devrimbazlık yapmayan idarecilerin mevcudiyeti ve bu doğrultunun aksine icraatları tabiî ki konumuz dışındadır. Bu Osmanlıyı inkâr ve red politikası bir ölçüde 1950′den sonra yumuşadı ise de “Osmanlı” isminin uyandırdığı şüphe her siyasiyi ürküttü. Karar alma mekanizmalarının elini-kolunu bağladı. Arşivlerimizi çürütmekle suçlayanlar bu yıllarda iktidara geldiklerinde arşivin semtine ayak basmadılar. Uzun yıllar arşivlerimizin değeri yabancı araştırıcılar kadar, Türkler tarafından idrak edilemedi. Bir avuç arşivci ve münevver ise bu arşivi geleceğe intikal ettirebilmeye uğraşıyordu.

Aslına bakarsak toplumlarda hiçbir şey bir anda gerçekleşmemektedir. Derin toplumsal çelişkiler yüzyılların birikimi ile gün yüzüne çıkmaktadır. Osmanlı toplumu 19. yüzyılda Nizam-ı Cedid ve Tanzimat uygulamaları ile devletinden uzaklaştıkça, merkezi yönetim hayatına ipotek koydukça, merkezin icraatlarına kayıtsız kalmayı tercih etmiş, kayıtsız tebaadan da devlet memnun olmuştur. Yeniçeri, esnaf, ulema ittifakının dağıtılmasıyla muhalefetsiz kalan oligarşik yapı, rekabeti kendi arasında İngiliz, Fransız, Rus yanlısı politikalar üzerinden yürütmüş, devlet ve toplum arasındaki zımnî ittifakı ancak uluslar arası siyasetin zorlaması ile vergi ve askerlik açısından hatırlamıştır. Devlet yönetimi üzerinde etkisi olmayan vatandaşa, neleri kaybettiğini anlayabileceği bir imkân sunulmamıştır. Cumhuriyet döneminde Latin harflerinin kabûlü ve diğer devrimlere muhafazakâr kesimin gösterdiği tepkinin kırıntısı, II. Mahmud′tan itibaren devletin sonuna kadar net olarak gözlemlenebilen batıcı ve pozitivist, yerine göre cumhuriyet devrimlerinden daha radikal değişikliklerde bile gösterilmemiştir. (Kuleli Vak’ası′nı değerlendirmek için daha çok veriye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum) Teorik bir yönetim felsefesi olmayan, saltanata bağlılığından dolayı, en aydınındaki tarih birikimi bile, oligarşiye hizmet ettiğini fark ettirmeyen bir muhafazakâr zümre, II. Meşrutiyet döneminde değişik fikirlerle tanışmış ve emperyalizme karşı verilen büyük savaşta kendine gelmiştir. Muhafazakâr entellektüellerin arşivlerimiz ile bu dönemde ilgilenmeye başlaması bir tesadüf müdür? Bunun tesadüf olmadığına dair bazı deliller bugün elde mevcuttur.

Harf Devrimi ile bir gecede cahil bırakıldığımıza, kütüphanelerimizde kültürümüzü yaşatacak binlerce cilt kitabın unutulmaya mahkûm edildiğine dair iddialar halen dile getiriliyor. Unutulan bir şey varsa Osmanlı′nın Tanzimat devrinde zaten tercihini Şark-İslam kültüründen ziyade Avrupa’ya yönelik olarak yaptığıdır. Tanzimat erkân ve ricâlinin Fransız kanunlarının Türkçeye tercüme edilerek, kanun olarak yürürlüğe girmesini istedikleri Cevdet Paşa′nın beyanlarıyla sabit değil midir? Mekteplerde müfredatın belirlenmesi işinin tek mercii Meşihat makamına Sadaret’in ortak edilmesi, Tevhid-i Tedrisat Kanunu′na bir başlangıç değil midir? Geleneksel vakıfların, müstakil yönetimi ve bütçesi olan yapısı bozulup, gelirlerinin genel bütçeye katılması için Evkaf Nezareti’nin ilk kurulan nezaret olması, kadıların sahasına sadece tereke davalarının bırakılarak diğer davaların Nizamiye Mahkemeleri’nce görülmesi, Cumhuriyet devrinde Şer‘iye ve Evkaf Nezareti′nin kaldırılmasının bir benzeri değil midir? Üstelik bu uygulamaların İngiltere’nin İstanbul sefiri Lord Stratford Canning′in tavsiyesi ile yapıldığının bilinmesi meseleyi daha da vahim kılmıyor mu?

İşte bunun gibi klasik Maliye kalemlerimizin yer aldığı Bab-ı Defteri′nin Maliye Nezareti′ne dönüşmesi ile eski kayıt ve muamele sisteminin tamamen değişmesi o devirde bile arşivciliğimiz açısından çok ciddi sonuçlar doğurmuştur. Günümüzde Merkez Evrakı dediğimiz Tanzimat öncesinin Bab-ı Asafi ve Bab-ı Defteri kalemleri, kendine özgü tarihi gelişimi içinde durmuş, oturmuş bir sisteme sahipti. Bilhassa Bab-ı Defterî defter ve belgelerinde ağırlıklı olarak siyakat ve kırık dîvânî yazı türü kullanılırdı. Bu yazı sistemi için fazla bilgi isteyenler, günümüzde kaynaklara kolaylıkla ulaşabilirler, aynı zamanda bir hayli de okuyanı vardır. Ama Osmanlı Devleti′nde 100, 110 sene önce çok derinlemesine araştırma yapmadan kaynak bulmak mümkün değildi ve siyakat bilen de neredeyse kalmamıştı.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, BEO 117 732 

DAGM Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı yayını olan “Belgelerle Arşivcilik Tarihimiz” adlı eserin I. cilt, 157-160. sayfalarında iki belge zikrediliyor. Birincisi 18 Ekim 1900 tarihli olup “İtalya′nın Napoli Şehrindeki Şark Dilleri Okulu tarafından siyakat kırması yazı ve rakamları havi bir numune gönderilmesi talebi Hariciye Nezareti′ne bildirilmiştir. Hariciye bu talep yazısını Maarif Nezareti’ne göndermiş, Maarif Nezareti’nin idareci ve öğretmen kadroları arasında da siyakat bilen çıkmayınca, talebi Divan-ı Hümayun Beylikçiliği’ne havale etmiştir. Divan-ı Hümayun Beylikçiliği kadroları arasında da bu yazıyı bilen çıkmamış ve ancak Defter-i Hakanî Nezaret′inde birkaç kişi bu yazıyı bilebildiği için numune tedarik edilebilmiştir. Bunun üzerine yazıyı öğrenebilecek birkaç kişinin yetiştirilmesi istenmiştir.” Ancak, 1 Haziran 1911′de bir sadaret tezkiresinden “siyakat ile tutulmuş kayıtların okunmasının unutulduğundan, bu yazıyı okuyabilecek kâtiplerin yetiştirilmesi”nin istenmesine bakarak on bir sene sonra bile değişen bir şey olmadığına hükmedebiliriz.

Bundan daha vahimi ise uluslar arası çıkarlarımızın tehlikeye girdiği bir zamanda gerçekleşmiştir. Araştırmacı Davut Erkan′ın Hürriyet Tarih Dergisi′nin 9 Mart 2005 tarihli nüshasında yayınlanan ve yeterince değerlendirilemediğine inandığım çalışmasında İngilizlerin Mısır′ı işgal teşebbüsleri sırasında II. Abdülhamid′in kurduğu komisyonun başına gelenler anlatılıyor.
Hürriyet Tarih Dergisi 9 Mart 2005 


 (Mısır konusunda kurulan komisyonun üyelerinin eski belgeleri okuyamamaları üzerine, zamanın sadrazamı Said Paşa komisyona bir tarihçi göndermiş ve devrin hükümdarı Abdülhamîd'i de bir yazıyla durumdan haberdar etmişti: "Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethettiği I520’den itibaren, Osmanlı Devleti tarafından Hariciye nazırlarının tavsiyelerine dayanılarak padişahın ve sadrazamın emri ile Mısır valilerine ve halkına verilen her türlü imtiyazın araştırılması için bir komisyon kurulması, bu komisyonun Babıâli'de bulunan kayıtlan inceleyerek imtiyazların kimlerin devrinde verildiğini ve bunlara yapılan eklemeler ile düzeltmelerin neler olduğunu ve hangi tarihlerde yapıldıklarını deftere açık bir şekilde yazıp, defteri bir haftaya kadar teslim etmeleri tarafınızdan ferman buyurulmuştu. Fermanınız üzerine, Divânı Hümâyun'daki yazışmaların tamamından sorumlu Beylikçi'nin başkanlığında Babıâli Evrak Müdürü, devlet meclisinin diğer devletlerle yazışmalarından sorumlu Amedi Bürosu ile Dışişleri Bakanlığı'nın mektup yazışmalarını yürüten Hariciye Mektubi Bürosu muavinlerinden oluşturulan komisyon çalışmalarına başladı ve konuyla ilgili bir rapor sundu. Rapora göre, Divânı Hümâyun'da tutulan Mısır'la alâkalı kayıtlar alışılmamış bir yazı stili ile tutulduğu için içeriğinin anlaşılamadığı, okunabilen kayıtların incelenmesinin ise uzun süreceği ve konunun tam anlamıyla ortaya çıkarılması için komisyona bir tarihçinin dâhil edilmesi istendi. Tarihçi Lütfi Efendi'nin komisyona dâhil edildiğini ve konuyla ilgili hazırlanan defterin tarafınıza sunulacağı beyan olunur padişahım. 11 Nisan 1884. Sadrazam Said")








Sayın Erkan′ın ısrarla “tarihçiler tarih desteği istediler” dediği şahıslar ise tarihçi değil, o defterleri vaktiyle oluşturmuş kurumların başındaki idarecilerdir. Bu görevliler sıradan insanlar değildi. Osmanlı bürokratlarının en önde gelenlerinden olup, 300-350 sene önce kendi kurumlarında oluşturulmuş Mühimme, Ahkâm, Şikâyet gibi defterlerdeki yazı stilini çözemez, mefhumunu anlayamaz hale gelmişlerdi. Demek ki özel bir ihtisas gerektiren, günümüzde başlı-başına bir ilim olan Defteroloji, Paleografya ve Diplomatik bilinmezse “Harf Devrimi”nden önce de bu defterlerden bir şey anlaşılmıyordu. Üstelik o günlerde bir şey anlaşılamayan bu Mühimme Defterleri′nden, son onbeş yılda sekiz tanesinin metin neşri ve transkripsiyonları Osmanlı Arşivi′nde rahatlıkla yapılabilmiştir. Keza aynı dönemlere ait Muhasebe İcmal Defterleri büyük bir vukufiyet ile yayınlanmışlardır. Bir noktayı vurgulamakta da büyük yarar görüyorum. 1990′da yayınlanan Osmanlı Arşivi Bülteni′nde 1920-1960 yılları arasındaki araştırıcı listeleri verilmiştir. Sathi bir incelemede dahi medrese kökenli ve eski kültüre aşina olup, cumhuriyet dönemine muhalif hiçbir araştırıcının ismine rastlanmamaktadır. Bunda muhakkak ki yukarıda sıraladığımız gibi araştırma metotlarının bilinmemesi ve okuma problemleri etkili olmuştur. Sonraki yıllarda İslamcı kimliği ile tanınan Esat Sezai Sünbüllük ismine 1952′deki araştırmacılar arasında rastlanıyorsa da, köken olarak Mülkiyelidir. (Buna paralel bir araştırma kütüphanelerimizde yapılsa unutulmağa mahkum edildiği iddia edilen Arap harfli Türkçe hangi eserlerin, kimler tarafından günümüze kazandırıldığı ortaya çıkarılabilir). Arşivlerin çürütüldüğü suçlamasında bulunanlardan İ. Hakkı Konyalı ve Muallim Cevdet′in bir rejim ve yazı problemi olmayıp, İnönü politikalarına muhalefetleri daha ağır basmaktadır.

Bulgaristan’a satılan evrak konusunda ise DAGM tarafından kitap çalışması yapılmıştır. Devletin ani bir refleksle olayın üzerine gittiği ve ilk parti ihraç edilenlerin dışında sevkıyatı hemen durdurduğu ve bir kısım evrakın iadesini de sağladığı görülüyor. Olaya muhtemelen Bulgarların oyununa gelerek sebebiyet veren Maliye memurlarına ise anında işten el çektirilmiştir. Üstelik bu olay günümüzden yirmi yıl önceki Ermeni Meselesi′nde olduğu gibi, arşive ilginin artmasına sebep olmuş ve Muallim Cevdet tasnif komisyonu bu olaydan sonra kurulmuş, Fekete′nin getirilme ortamı hazırlanmıştır.








Takvim-i Vekayi gazetesinin 27 Eylül 1331 gün ve 2316 numaralı kupürü

Bulgaristan′a satılan evraktan önce Osmanlı Devleti′nin bir milyon kilo tarihi evrak ve defteri müzayede ile satışa çıkarması hakkında ise hiçbir yayın yoktur. Biz de bu olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini tahkik edemedik. Sadece Takvim-i Vekayi’de rastladığımız ilânı biliyoruz. “Hazine-i Celile ve Sultanahmed mahzenlerinde olup tahminen bir milyon kıyyeye karib fersude evrak ve defatirin ol babdaki şerâit dairesinde bi′l-müzâyede talibine ihalesi” ilan edilmektedir. Kamuoyunda hiç yankılanmadığına göre satışın o zaman gerçekleşmediği düşünülebilir ve müzayedeye çıkarılan belgelerin, Bulgaristan’a satılan belgeler olması da ihtimal dahilindedir.

Buraya kadar sıraladığımız hususların gösterdiği, sonuçta ihmal ve inkâr varsa bunun her devirde vuku bulduğudur. Günümüzde hayli örselenen muhafazakâr ve devrimci iki ana unsurun bu hakikati göz önünde bulundurarak yaklaşımlarını revize etmeleri gerekmektedir. Her iki ana grup muhakkak ki bu toprakların selameti, halkının refahı ve mutluluğunun kaygısını taşımaktadır. Nihai hedefin birliğine rağmen, yöntem farklılıkları bu iki kitleyi birbirlerini yıpratacak çelişkileri öne çıkararak, enerjilerini dış tehditlere yöneltmelerine mani olmamalıdır. Nihayet Türkiye Cumhuriyeti gökten zenbille inmedi. Bu topraklardaki bir devletin, Osmanlının yönetim felsefesi açısından olmasa da yönetim kültürü ve toplumsal mânâda devamı olması asla inkâr kabul etmez. Siz istemeseniz de Türkler Malazgirt′ten Anadolu’ya girdiğinden beri bu topraklara Avrupalılar zaten “Turkia” demiş. Viyanalılar “Osmanlı Kahvesi” yerine “Türk Kahvesi” demişler, bugün “Türk Hamamı” yerine “Osmanlı Hamamı” deseniz Avrupalılar ne kastettiğinizi anlamazlar. Batı kültüründe Osmanlı-Türk ayrımı yapılmıyorsa biz niye yapalım. Üstelik bu devletin kendini Devlet-i Ebed Müddet, Devlet-i Aliyye diye isimlendirmekten vazgeçip Osmanlı Devleti adını alması da ancak 1876 Anayasası′ndan itibaren sözkonusu olmuştur. Sadece hanedana Al-i Osman dendiğini herkes bilirken, konuşulan dil de Türkçe iken, buna Osmanlıca diye garabet bir isim takılması Tanzimat ediplerinin ve bürokratlarının şuursuzluğundan kaynaklanır. III. Selim ve II. Mahmud devirlerinde ve daha öncesinde asla Osmanlıca tabiri yoktur. Amedi Odası′nda Fransızca’dan Türkçe’ye çevrilen mektupların başında “Fransa Elçisinin takririnin lisan-ı Fransevî′den lisan-ı Türkî′ye tercemesidir” yazar. Şemseddin Sami bile Osmanlıca tabirini bir anlamda protesto ederek sözlüğüne “Kamus-ı Türki” ismini vermiştir. Cumhuriyeti kuran milliyetçi kadro muhakkak ki bunların farkındaydı ancak, Tanzimatçıların hatalarını düzeltme yoluna gitmeyerek eski devir ile farklılığını daha kolay vurgulamak uğruna, doğuracağı sonuçları hesap etmeden bir sistem kurdular. Cumhuriyet öncesi Türk toplumunu bugünün gençliği farklı telakkilerle kafasında canlandırıyorsa dedelerimizin Osmanlı, konuştukları dilin de Osmanlıca olduğunu bilmelerindendir. Kendilerini Türk olarak aynileştirebilecekleri ataları olmayınca köksüzlük başlamıyor mu? “Vatan, Millet, Sakarya edebiyatı” aşağılamasıyla okul hayatı boyunca tarihten ve tarihinden soğutulan bir nesil böyle elde edildi. Hatta camiamız açısından yüreğimi sızlatan bir maddedir ki; 1998’deki I. Milli Arşiv Şurası’nda alınan kararlardan birisi “Personele Osmanlıca dil tazminatı” ödenmesine ilişkindir. Yabancılaşmanın bu kadarına pes doğrusu. Sonuçta gelinen noktada hepimizin hataları sevapları yeniden değerlendirilmelidir. Bu devlet eskiden neyse şimdi de bizim devletimizdir. Dedelerimizin evrakını okuyamamanın utancını Tanzimat ve Meşrutiyet dönemi bürokratları hissetmedi ise bizim devrimcilerimizin yüreği sızlasın. Muhafazakârlarımız da Cumhuriyet devrinde arşivlerimize ve kültürümüze yönelik gerçekleştirilen yararlı faaliyetlerin hakkını teslim etsin. I. Dünya Savaşı′nda bizleri Ortaasya′ya sürme planları yapanlar, liberal, pozitivist, İslamcı, Turancı ayrımı yapmadan bu planları Türk olan herkese uygulama peşinde idiler. İşi takım tutma taraftarlığından çıkartıp hakkaniyet ölçüsünde değerlendirmenin vakti geldi de geçiyor.

Modern usûllerle arşiv teşkilatının kurulduğu 1846’dan bu güne tasnif işleri Osmanlı Arşivi’nin omurgasıdır. Arşivin diğer faaliyetleri bu omurga üzerinden düzenlenir. Depolarda tasnifsiz halde bulunan evrak, bir künyesi olmadığından asla araştırma faaliyetlerinde kullanılamaz, restorasyona gönderilemez, tasnif edilmediği sürece arşivciler dışındaki toplum için “yok hükmündedir”. Dolayısıyla biz arşivcilerin tasnifi neticesinde bu tip belgeler canlanır, bir kimlik sahibi olur. Akabinde tamire muhtaç olanları restorasyona gönderilebilir, sağlamları araştırmacılara sunulabilir. İşte arşivde esas işimiz tasnif işleridir. Üstelik kuruluştan itibaren bu faaliyetler sürdürülmektedir. Ülkemizin tamamında mevcut, Osmanlıdan intikal eden evrakın yarısı bile 160. kuruluş yılında hala tasnif edilemediyse sorunu toplum olarak iyi analiz edememişiz demektir. Analiz olmayınca çözüm de olmuyor, birkaç gayretli münevverin öne geçmesi ve fedakar arşivcilerin mesaisi bunu tamamlamaya yetmiyor.
Bizim dışımızdaki ülkelerde harf devrimi gerçekleştirilmediği, ülkelerindeki yönetim sisteminde esaslı bir dönüşüm yaşanmadığı için devlet arşivlerinde süreklilik esastır. İngiltere Arşivi olan “Public Record Office” deki Dışişleri Bakanlığı belgeleri, “FO-Foreigne Office” koduyla Osmanlı-İngiliz münasebetlerinin başladığı 1500’lü yıllardan günümüze kadar gelmektedir. Üstelik XIX. Yüzyıla ait el yazılı belgelerin çoğu daha o yıllarda matbu hale getirilmiştir. İngiltere Dışişleri Bakanlığı müessese olarak XVI. Yüzyıldan beri aynı isim ve vasıflarla faaliyetini sürdürmektedir. Bizde ise Nişancı, Reisülküttab, Hariciye Nazırı, Dışişleri Bakanı olarak çeşitli isim ve vasıflara bürünmüştür. Sadece bununla kalsa iyi; Nizam-ı Cedid, Tanzimat Fermanı, I. ve II. Meşrutiyet gibi değişim dönemlerinde Osmanlı Devleti′nin ana yönetim mekanizmaları Divan-ı Hümayun, Paşakapısı, Bab-ı Ali gibi farklı isimlerle anılmaktadır. Klasik dönemdeki Sadaret Kethüdalığı Tanzimat devrinde Dahiliye Nezareti′ne, Çavuşbaşı, Deavi Nezareti’ne, Defterdarlıklar Maliye Nezareti′ne dönüşürken, Tanzimat müessesesi olan Meclis-i Vala kısa bir süre sonra Şura-yı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adliye olarak ikiye ayrılmış, Divan-ı Ahkam-ı Adliye de Adliye Nezareti′ne dönüşmüştür. Bu kadar kaygan zeminde üretilen belge ve defterlerin ne hale geleceğinin düşünülmesi gerekir. Geçiş dönemleri ani ve keskin olan bu kurumlarda kalem erbabı ve yazışma usulleri nisbeten aynı kalırken, matbu antetli kağıt kullanılıncaya kadar birbirinden tefrik edilmesi hayli zor evrak ve defterler üretildi. Bazen de aynı çizelgelere sahip defterleri değişik nezaret ve dairelere dağıtarak, işinin ehli bir kalem müdürü defterin aidiyetine dair bir işaret bırakmadıysa, kodlama sırasında işe yarayacak en ufak bir izin bile olmadığı defterlerle bizleri karşı karşıya bıraktılar.

Devlet ve toplum düzeniyle bizim kadar oynayan başka bir ülke hatırlayamadığımdan -eğer öyle bir ülke olsaydı- arşivlerindeki tasnif faaliyetleri ile bizimkini mukayese edebilirdik ama gelişmiş ülkelerde büyük ölçüde “tasnif” diye bir mesele olmadığı çok açıktır.

Bilindiği gibi arşivciliğin temel vasfı ayıklama ve imha kurallarına uyularak arşivlik malzeme içindeki arşiv malzemesinin belirlenmesidir. Gelişmiş devletlerde ayıklama ve imha komisyonları, standart dosya planları onlarca yıl önce belirlendiğinden, yönetim birimlerinde üretilen evrak, tasnif edilmiş dosyalar halinde milli arşivlerine intikal eder. Arşiv görevlileri de bunların muhafaza ve araştırmaya açılması hususlarıyla, yani tasnif haricindeki işlerle uğraşırlar. Mesela her sene duyarız; İngiliz, Amerikan, Fransız arşivlerinde üzerinden otuz sene geçerek gizliliği kaldırılmış belgelerden, muhtevası ilgi çekici olanları basına akseder. Araştırıcılar da her sene dört gözle bu belgeleri beklerler. Bunun dışında bu ülkelerin arşivcileri her sene katalog neşreder, dergi, kitap yayınlarlar. Araştırma, restorasyon üniteleri mükemmel çalışır, çünkü maddi kaynaklar buralara aktarılır. Biz de ise Türk arşivcilerinin bütün gayretlerine rağmen maalesef bir arşiv politikası hâlâ yoktur. Yirmi birinci yüzyılın başındaki Türkiye’de tasnifi tamamlanmamış milyonlarca Osmanlı Evrakı bizlerden himmet beklemektedir. Ama bu beklentiye ilaç olacak irade, zuhur etmemektedir. Bazılarına göre Osmanlı Arşivi, Ermeni meselesi gündeme geldikçe “arşivlerimiz açık” tekerlemesiyle hatırlanan, bazılarına göre “büyükçe bir odayı ancak doldurabilecek belge yığını”dır. Siyaset ve bilim dünyasından bazıları Avrupa, Amerika gibi yerlerde arşivleri de ziyaret ettiklerinde Türkiye′dekilerin o tipte kurumlar olmamasına yıllardır samimi olarak üzülmüşler ve yaptıkları incelemelere göre raporlar düzenleyip o doğrultuda faaliyete geçilmesini sağlamışlardır. Ne var ki ithal modellerle nasıl başarıya ulaşabiliriz. Bu zevatın büyük çoğunluğu Osmanlı yazısından ve teşkilatından habersiz olduklarından önerileri çerçevesindeki faaliyetlerde Fransız ekolü-İngiliz ekolü arşivcilik tartışmasından öteye gidilememiştir. Bazı çevrelerin siparişleri ile bina projeleri geliştirenler de yabancı modelleri proje olarak önerdiklerinden iyi ki dikkate alınmamış diyorum. Böyle bir örnek için şu iktibasa dikkatinizi çekerim.
OSMANLI ARŞİVİ BİNASI İÇİN PROGRAM TASLAĞI


1  Depolar (4 Kat X 600 m²)  2500 m² 
2  Kütüphane (Kitap rafları – memur )  300 m² 
3  Okuma Salonu (Büyük Salon)  200 m² 
4  Katalog-İsteme-Bilgisayar  200 m² 
5  Matbaa  200 m² 
6  Müze-Sergi-Konferans  600 m² 
7  Osmanlıca Enstitüsü- Kitaplık-Okuma Salonu-İdare-Dershane  300 m² 
8  Cilt ve Onarım; Konservasyon  200 m² 
9  Yönetim  200 m² 
10  Hizmetler-Vestiyer, WC, Bekleme, Merdiven, Asansör,  500 m² 
11  Personel-Giriş-Soyunma-Duş-Yemekhane (Mutfak)-Bina Sorumlusu  200 m² 
12  Teknik Hizmetler- Isıtma-Jeneratör-Tamirhaneler-Garajlar  300 m² 
TOPLAM  5700 m² 

Bu proje taslağı 1985’teki Osmanlı Arşivleri ve Osmanlı Araştırmaları Sempozyumunda Prof. Dr. Feridun Akozan tarafından sunulan tebliğde yer almaktadır. Samimiyetinden asla şüphe etmiyorum. İnceleyince göreceğiniz gibi bu taslakta tasnif personeli için çalışma birimleri yer almamaktadır. Çünkü model alınan ülkelerin milli arşivlerinde bizim gibi milyonlara baliğ olan tasnif edilmemiş belge ve onların tasnifinde çalışan yüzlerce personel yoktur. Dolayısıyla yüzlerce tasnif personelinin çalışacağı mekânlara da ihtiyaç yoktur. Buradan acaba model alınan ülkelerin merkezî arşivlerinde çok sayıda tasnif personeli olmayışından dolayı mı bizim arşivimizde geçici mahiyette sözleşmeli tasnif personeli istihdam edildi sorusu akla gelmektedir. Bunun cevabını veremiyorum.

Günümüzde halen süren tasnif faaliyetlerine Osmanlı devrinde Hazine-i Evrak binasının inşa edilmesiyle hemen başlanmıştır. Arşivin ilk müdürü olan Muhsin Efendi′den itibaren tasnif usulleri belirlenmiş ve bu ilkeler doğrultusunda gayet düzenli ve provenans sistemine uygun çalışmalar yapılmıştır. Öncelikle Hatt-ı Hümayun, İrade belgeleri ve Divan-ı Hümayun defterleri ele alınmıştır. Vaka dosyaları oluşturulmuş ve torbalara vaz‘ edilmişlerdir. Ne yazık ki bu torbalardaki belgeler muhtemelen Fekete zamanında veya onun önerileriyle dağıtılarak bugün hala tasnifi tam olarak bitirilemeyen tasnifsiz Merkez Evrakı paketlerinde karşımıza çıkmaktadır. Başlangıçta Sadaret kalemlerinin arşivi olarak kurulan bu müessese dışında Hariciye, Şura-yı Devlet daireleriyle Maarif, Nafia, Adliye gibi nezaretler de arşivlerini zamanla oluşturmuşlardır. Bunun dışında Yıldız Sarayı′nda biriken evrakın tasnifi için 1911 yılında komisyon kurulmuştur. Yıldız Arşivi ancak 1949-50 yıllarında Osmanlı Arşivi′ne intikal etmiştir. Bu türden düzenli tasnif komisyonlarına ihtiyaç hissedildikçe Ali Emîrî Efendi ve İbnülemin Mahmud Kemal Bey′in isimlerine izafe edilen komisyonlarda tasnif edilen belgeler 1921′den başlayarak arşivde araştırma izni verilen ilk araştırıcılara sunulmuştur.

Başbakan Turgut Özal, Osmanlı Arşivi′nde yeni dönemde hazırlanan katalogların açılışını yaparken. 1988. (Tarih ve Medeniyet Dergisi sayı.55′ten alınmıştır) 

1984 senesinde çıkarılan Başbakanlık Teşkilat Kanunu ile oluşturulan Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü 1987′den itibaren yeni personelin istihdam edilmesiyle, Hazine-i Evrak′ın kuruluşundan beri tasnif edilen evrakın kat kat fazlasının tasnif edilerek araştırmaya açıldığı ve bu güne kadar en istikrarlı arşivcilik faaliyetinin sürdürüldüğü bir kurum olmuştur. 1987 yılından itibaren hamle üstüne hamle yapan arşivlerimiz tasnifi bitirilen fonlar, İnternet ortamında konu sorgulaması yapılabilen yüzlerce katalog ve sayısal ortama aktarılan belge görüntüleri ile tüm dünya tarihinin yeni baştan ele alınmasını gerektirecek verileri ilim dünyasına sunmuştur.

Arşiv Enstitüsü′ne Doğru

Türkiye’nin idari tarihinde yönetim birimlerinin birkaç yüzyıl devşirme-kapıkulu sınıflarına münhasır oluşunun tarihi gelişimi yeterince incelenmemiştir. Devlet-i Aliyye’yi kuran hakim sınıf olan Türklerin “idraksiz”liklerine dair zamanla üretilen deyimler bir vakıa olarak karşımızda durmaktadır. Üstelik Osmanlı devrinde bir kısım Türk köylüsü dahi kendilerine Türk sıfatı ile hitap edildiğinde “estağfurullah” nidalarını yükseltmekteydiler. Ulus devlet olarak hayatiyetini sürdüren Türkiye Cumhuriyeti’nde, bugün de “kendini öncelikle Türk olarak nitelendirenlerin” sayısının yapılan anketlerde azaldığı belirtilmektedir. Bu noktaya nasıl gelindiği sosyoloji ve sosyal bilimlerin tümünü ilgilendiren bir konudur. Ne var ki ülkemizde yıllardır iş başında bulunan teknokrat ve mühendis hükûmetleri, sosyal bilimler sahasındaki araştırma ve çözümleme eksikliğinin bu topluma verdiği zararların büyüklüğünü anlayamadılar. Bu topraklarda bulunuş gayesinden uzak, geleceği yok edilmeye çalışılan, kendine biçilen roller haricinde sesi çıkmayan bir cemm-i gafir oluşturuldu.

Cumhuriyet′in ilanının hemen akabinde 12 Kasım 1924’de bu ülkede Türkiyat Enstitüsü kuruldu. Prof. İlber Ortaylı’nın tabiri ile “o yıllarda tahılla beslenen bu ülke” Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi, sosyal, siyasal alanda yapacağı çalışmalar ve yetiştireceği dimağlarla, bu topluma çok şey kazandırması beklenen kurumları inşa etti. Emperyalizme savaş vererek kurulmuş bir ülkenin çocuklarından beklenen, tabiî ki tam bağımsız ve ülkenin istikbalini şekillendirecek milli şuura sahip çalışmalardı. Maalesef beklentileri boşa çıkaran, farklı rüzgârların savurduğu fikirlerle Marksizmin kalesi olmuş eğitim kurumları, Türk Tarihi′nden başka her ulusun, bilhassa Bizans ve eski Anadolu medeniyetlerini ihyaya çalışan bir Tarih Kurumu, yaşayan Türkçemizi unutturan, ana lisanımızı değiştirmeğe çalışan bir Dil Kurumu karşımıza çıktı. Bunların tahribatı herkes tarafından fark edildiğinde iş işten çoktan geçmişti.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra bu kurumlar neredeyse yeni baştan teşkilatlandırıldığında akademik yapıya YÖK eliyle yeni bir çehre kazandırıldı. Devlet-i Aliyye geleneğinde bile vesayet altında olmayan yüksek eğitim ve öğretim, YÖK devrinde bilimsel gerçeklik ve özerkliğine vurgu olmadığından, universal karakteri dış dünyada kimseler tarafından ciddiye alınmayan, lise sonrası “yüksek liselere” dönüştürüldü. Gelinen durumda araştırma ve projeleriyle bu toplumun ufkunu açacak, bilimsel sıçramayı gerçekleştirecek bir noktadan çok uzaktayız. Üniversitelerimizden hiçbirisi, dünya bilimsel yayın istatistiklerinde ilk 500′e giremiyor. YÖK′ün resmi internet sitesinde “2005 yılında devlet+vakıf üniversiteleri tarafından yayımlanan yayınların alanlara göre dağılımı” diye bir liste mevcut. Buna göre 77 adet devlet ve vakıf üniversitesinin toplam 18855 adet yayınının 9225′i Fen Bilimleri, 8505′i Sağlık Bilimleri, 642′si ise Sosyal Bilimler alanında gerçekleştirilmiş. 2005 yılının tüm akademik yayınlarının sosyal bilimlere ait kısmının sadece yüzde 3.5 gibi akıl almaz bir düzeyde oluşu, sosyal çelişkileri tahrik edilerek karıştırılmak istenen bir ülke bunu hak ediyor mu diye düşündürüyor. Yine aynı sitede yer alan YÖK′te mevcut tezlerin (kapsadığı yıl aralığı verilmemektedir) istatistiklerinde daha da ilginç sonuçlara ulaşıyoruz. 62101 adet yüksek lisans tezinin 1238′i, 16680 adet doktora tezinin 343′ü tarih dalında yapılmış. Tarih üzerinden uluslararası hesaplaşmaların yürütüldüğü coğrafyamız için ne muazzam rakamlar!. YÖK kanununun rektör seçimine dair esaslarından faydalanan tıp fakültelerininin akademisyen sayısının üstünlüğü sebebiyle, birçok üniversitenin yıllardır Tıbbiyeli rektörler tarafından idare edilmesi, bizzat YÖK başkanı Doğramacı′dan itibaren YÖK′te Tıp ve Mühendislik kökenli rektörlerin hakim olması bunda etkili olmuş olabilir. Sosyal bilimler üvey evlat muamelesi görüyor, ama bu ülkenin strateji belirleyen kurumları ne yapıyor, ihtiyaçlarımızı nasıl belirliyor.

Coğrafyamız üzerindeki emperyalist emellerin gün geçtikçe kuvveden fiile geçtiği günümüzde, vaktiyle terkettiğimiz bölgelerle irtibatımızı kesip, içe dönük bir hayat yaşamamızdan dolayı hala sıkıntıdayız. Batı dünyası en büyük rakibi olan bizleri yüzyıllarca tahlil edip, bilgi dağarcığına ilave ettiği malumatı emperyalist politikalar uğruna kullandı. Bunun için “Dil oğlanları” mektebinden başlayarak “Oryantalizm” diye müstakil bir disiplinle neticelenen uzun soluklu bir faaliyet yürüttüler. Lawrence’nin Arapça’yı lehçe farklılıkları ile ne kadar iyi bildiğini tekrara gerek yok. Ama bu sayımızda Abdülkadir Altın’ın çeviriyazısını verdiği belgeye bir kez daha bakarsak, Mısır’ın Fransızlar tarafından saldırıya uğradığı dönemde, İngiliz Donanma Komutanı olan William Smith’in de Türkçe üslup ve yazıya ne kadar hakim olduğunu görebiliriz. Demek ki bir bölgede bir iddia sahibi olabilmek önce malumat sahibi olmaya bağlı. Bizler TC. sınırlarını korumayı öyle bir iş edindik ki, aslında sınır muhafızlığının tarihi doğal sınırlarımızdan başladığını göremez olduk. S.S.C.B. nin dağılmasıyla Bosna′dan başlayıp, Çeçenistan, Cezayir, Tunus, Somali, Afganistan, İran ve Irak′ta devam eden ve belki yıllarca sürecek “BOP” projesini kapsayan bu coğrafya ile irtibatımız ne alemde. Bu sıkıntıları gidermek ve ufuk açmak için kurulduğu söylenen TİKA gibi bir kuruluş neden “Deniz Feneri Derneği” gibi çalıştırılıyor.

Son zamanlarda ülkemizde de Amerika′daki “think tank” kuruluşları gibi, uluslarası ilişkiler ve dış politika stratejileri geliştiren “düşünce enstitüleri” görülmeye başlandı. Bunların mevcudiyetine bir itirazımız yok ama gözden kaçırılan bir hususu vurgulamamız gerekir. Yılların ihmali ile bizim uluslararası antlaşmalardan doğan haklarımızı temin edecek bir veritabanı oluşturulmadı. En basitinden Kıbrıs′ta ve Ege adalarında, Londra ve Lozan Anlaşmalarından doğan haklarımızın çoğunu elde edemiyoruz. 1878 Berlin Anlaşması′nda zikredilmediği için Lozan Anlaşması′na kadar elimizde tuttuğumuz, Avusturya′nın oldu-bittiye getirip işgal etmesine diplomasi ile mani olduğumuz Romanya′daki Adakale örneği ortadadır. Burada arşiv ve anlaşma kullanılarak diplomasinin gereği yerine getirilmiştir. Baltalimanı Ticaret Anlaşması ile ülkemizdeki İngiliz tüccarlara nasıl perakende ticaret hakkını kaptırdığımız biliniyor. Prof. Mübahat Kütükoğlu “Osmanlı-İngiliz İktisadi Münasebetleri” kitabında anlatır. Bizim anlaşma metnimizde “perakende ticarete dair” hiçbir kayıt yok iken, tasdik edilen İngiliz metninde bulunan “oradaki her türlü ticaret” ibaresinin koca bir imparatorluğun kaderini nasıl değiştirdiğini unutmamalıyız. Bu olayda da İngilizler arşiv ve anlaşmayı kullanarak bizi dize getirmişlerdir. Sayın Yaşar Yakış′ın Dışişleri Bakanı olduğu sıralarda “Musul petrolleri üzerinde hakkımız olup olmadığının incelenmesi” maksadıyla İngiliz Arşivleri′ne bir heyet gönderilmişti. Sonuçları kamuoyu ile paylaşılmadı ama umuyorum epeyce belge bulmuşlardır! Bu haklarımızı öncelikle kendi arşivlerimizde aramamız gerektiğini söylemeğe gerek var mı? Uluslarası anlaşmalardan doğan hakkımızı kullanmak için öncelikle veritabanımızın belirlenmesi gereklidir. Bu nedenle zikredilen düşünce kuruluşu mensupları hâlihazırdaki akademik verileri kullanmaya kalktıkça bir tekrar döngüsünden kurtulamayacaklardır.
Buraya kadar sıraladığımız hususlar daha da çoğaltılabilir. Ülkemizde sosyal bilimlere ilgisizlik, araştırma kuruluşlarının yetersizliği bizi yeni arayışlara yönlendirmelidir. Toplumumuzu çeşitli etnisitelere bölme peşinde olanlara, Ermeni Sorunu′nu uluslararası siyaset alanında aleyhimize kullanmağa kalkanlara cevap verebilecek kuruluşlarımız olmalı. Daha Aralık 2006′da Amerika′daki oldukça etkili ve yaygın iki Ermeni örgütlenmesine bir üçüncüsü (USAPAC) eklendi. Bizde ise bu doğrultuda Türk Tarih Kurumu′nda iki kişinin yanında çalışan bir üçüncü kişi yok. TTK başkanı Prof. Halaçoğlu bir beyanatında (Şubat 2006) Azerbaycan′dan Ermenice bilen araştırmacı getireceklerini bildiriyordu. Heyhat ki yıllardır Osmanlı Arşivi′nde Rumca, İbranice, Ermenice, Bulgarca, Rusça ve Gürcüce bilen personel yetiştirilmesi mümkün olamaz mıydı? Malzemenin kaynağındaki arşivcileri konjonktüre uygun teçhizat ile donatmak neden düşünülmüyor?

Eski Başbakanlık Müsteşarımız Sayın Hasan Celal Güzel′in beyanlarına göre Başbakanlık Osmanlı Arşivi aslında Dünya Şarkiyat İlimleri Merkezi haline getirilecekti. Bu maksatla alınan personel yirmi sene önce uzman yardımcısı olarak işe başlatıldı. Kişilerin şahsi tasarrufları ile oluşturulan ve kurumsallaşamayan bir oluşumun yansıması olarak, sonradan gelen değişik zihniyetli kişilerin tasarrufu ile verilen haklar ellerinden alındı. Ücret politikaları, çalışmada çıkarılan belirli zorluklar ile sanki arşivden kaçış istendi. Bu yönde daha masum ama kasıtlı olduğuna inandığım bir uygulama ile 90′larda yeni açılan üniversitelere geçiş için Osmanlı Arşivi personeli özendirildi. Ayrılarak üniversiteye intisap edenlerin çoğu bugün doçent ve profesör olarak kariyerini sürdürmektedir. Her şeye rağmen burada kalmağa direnen personel de sözleşmeli olarak mesaisine devam etmektedir. Belirli yönetim kademelerinde, ara sıra meşruiyetinin sorgulandığına inandığım kurum personeli için, hiçbir yetki ve sorumluluk verilmeyecek bir yapılanmaya gidilmesi, yirmi yılın ardından bakıldığında Türkiye′nin kaybına olmuştur. Tüm olumsuz şartlara rağmen bu personel (Ek: IV), kişisel gayretleri ile 66 yüksek lisans ve 13 doktora tezi vererek, şahsi çalışma olarak yüzlerce makale ve kitaba imza atarak (Ek: 1 ve II), kurum neşriyatı olarak 159 kitap neşrederek (Ek: III), yüzlerce katalogu araştırmacıların hizmetine sunarak Türk kültür tarihindeki yerini almıştır. Arşivleri tasnif ederken, aynı zamanda gayrı resmi bir araştırma enstitüsü hüviyetinde çalışan, toplumun gizli kahramanları olan arşiv personeli, bundan sonra da kadrosuz, Arşiv Kanunsuz çalışmalarını yürütecektir ama “Türk Milleti arşivlerine çok önem vermiştir” diyenleri de tebessümle karşılayacaktır.


Ekler Sonraki Sayfalarda Verilecektir.






Arşiv Dünyası Dergisi, sayı 9, Ocak 2007, s.9-38″ de yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: