Sinan ÇULUK
Günümüzde
ecnebi lisanlarına olan eğilimin artması ile yüzlerce yıldır lisanımızda mevcut
olan güzelim kelimelerin yerlerine ithallerinin ikame edildiğine şahit
olmaktayız. Bu türden bir kelime de “bodyguard” olarak kullanılanıdır. Bu
kelime aynı isimli bir amerikan filminin Türkiye'de epeyce izlenmesiyle kısa
sürede yayıldı. Filmde bir şarkıcının koruması ile olan duygusal ilişkisi
canlandırılıyordu. Aktörün rolünde ülkemizde seksenlere kadar yaygın olarak kullanılan,
“fedai” kelimesinin ruhuna uygun olan bir canlandırma vardı. Buna rağmen yeni
yeni gelişen ve imaj değişikliğine ihtiyacı olan güvenlik sektörünün bazı
mensupları bu nev-zuhur kelimeye can havliyle sarıldılar ve yaygınlaşmasına
katkıda bulundular. Uzun bir süre “koruma” ve “bodyguard” kelimeleri bir arada
kullanıldı. Son zamanlarda ithal kelime epeyce mevzi kaybetse de yine bir
fırsatını kolladığına eminim. Bütün bu olan biten arasında bizim tarihten gelen
bir kelimemiz vardı ki hiç kimsenin dikkatini çekmeden boynu bükük bir kenarda
bekliyordu.
Yasakçı:
1-Vaktiyle
bir resmi adamın önünden geçip herkesin takarrübünü (yaklaşmasını) ve memerri
(yolu) üzerinde durmasını yasak eden adam, yaver. 2- Sefir ve konsolos ve saire
muhafızı , kavas.
Kamus-ı Türki’de
bu şekilde tarif edilen “yasakçı” aslında asayiş tarihimizin en önemli
simalarındandır. Yeniçeri Ocağı’nın içinden çıkan bir görevlidir. En eski
sözlüğümüz olarak Türkçe’yi Araplara öğretmek iddiasındaki Kaşgarlı
Mahmud’un Dīvānü Lugāti′t-Türk kitabında, yasa ve yasak
kelimeleri yer almaz. Umumiyetle Moğolca’dan geldiği kabul edilen bir
kelimedir. “Cengiz Yasaları” denince kanun anlaşılır. Türkçe’ye girişiyle
birlikte “yasaya uygun olmayan” manasına bir kelime olarak yasak
denmiştir. Haliyle bu yasak uygulamasını gerçekleştirene de yasakçı
denilir. XV. Yüzyıl kaynaklarından Enveri’de
Anda
fevtoldu yasakçısı bile
Zī-saadet
Hakk yolunda kim öle
mısralarında
yer alır.[1] Moğolların hakim karşılığında kullandığı yasavulun
anlamı değişmiş olarak bazen yasakçı manasına kullanıldığı da olmuştur.
XVI. Yüzyılın en önemli sözlüklerinden Dekayıku’l-Hakayık’ta durbaş
kelimesi izah edilirken “Yasavulların elindeki alet-i zecrdir (önleyici alet)
ki ırak durun deyü halkı beğlerin önünden defederler” diyerek
yasakçıların işi ve bugün kullandığımız cop kelimesi tarif edilmektedir.[2]
Bu yazıda
hakkında pek araştırma yapılmayan, bilhassa Tanzimat Fermanı’ndan (1839) önceki
durumu bilinmezlerle dolu bir müessese olan “Yasakçılık” hakkında, elimizdeki
kaynaklardan ulaşabildiğimiz malumatı aktarmaya gayret edeceğiz.
Osmanlıda
Tanzimat uygulamalarından önce güvenlik işleri çoğunluk kadı ve subaşılar ile
maiyetlerinde olan personel eliyle yürütülürdü. İlave olarak asesbaşı gibi
asayişi sağlayan görevliler de Yeniçeri Ocağı’nın mensuplarıydı. Bostancıbaşı
daha çok İstanbul ve Edirne gibi payitaht şehirlerinde kendine ait bölgelerin
güvenliğinden sorumluydu. Tüm bu görevliler sonuçta ordu mensubu idiler. Devlet
çatısı altında örgütlü toplumun güvenliğini de devlet sağlardı. Eyalet
valilerinin, sayıları bin ila üç binlere varan kapı halkı tabir edilen
mensupları, bir anlamda özel güvenlik örgütü idi. Mensup oldukları valinin
zamansız ölümü ile boşta kalan kapı halkının eşkıyalık faaliyetlerine
giriştiğine dair örnekler mevcuttur. Bunun önüne geçmek için bazen vefat eden
valinin kapı halkı, diğer valilerin maiyetlerine taksim edilerek oralarda
istihdam edilirlerdi.
Yeniçeri
mensuplarının zamanla esnaflık ve diğer zanaat dallarında serbest girişimci
olarak faaliyet göstermesi ile bir anlamda doğal meşgaleleri olan güvenlik
sahasına el atmamaları düşünülemezdi. Yasakçıların genellikle sefaretlerde
görevli olduğu söylenmektedir.[3] Yüzeysel bir araştırma ile dahi
bunun yanlış olduğu, aslında bu görev alanlarıyla sınırlı olmadıkları
anlaşılmaktadır. Gümrük sahaları, maden ocakları, kasaba dahili ve şehir
kapıları gibi ticari faaliyet alanları yanında patrikhane ve Müslüman mabetleri
çevrelerinde dahi yasakçılık görevini ifa ettikleri görülmektedir.
Evasıt-ı
Zilhicce 1109 (18-28 Haziran 1698) tarihli İngiltere elçisinin arzuhali üzerine
yazılan bir hüküm tezkiresinde, Mısır ve İskenderiye iskeleleriyle diğer
Osmanlı bölgelerindeki İngiltereli tüccarlardan yüzde üç gümrük vergisinin
haricinde ahidnameye aykırı olarak mahzen hakkı ve diğer bahaneler ile avaid
namıyla akçe talep eden yasakçıların önlenilmesi istenilmiştir. [4]
16 Zilhicce
1147 (9 Mayıs 1735) tarihli bir arzuhal üzerine buyrulduda Şam’daki Emeviyye
Camii’nin yasakçısı Mustafa’nın ölümüyle bu göreve talip olan Hacı İbrahim’in
durumu biraz farklılık arz etmektedir. Hacı olduğuna göre Yeniçeri olamayacağı
ihtimali varsa da, önceki yasakçı Mustafa’nın Anadolu Muhasebesi’nin derkenarında
kayıtlı olan ismindeki Odabaşı unvanı bunların da yeniçeri olduğunu
düşündürmektedir. Görevde istihdamı Şam kadısının hücceti ve vakıf
mütevellisinin tezkiresiyle olmaktadır. Üstelik altı akça olan yevmiyesini
Ocak’tan değil de Emeviyye Camii vakfından alması özel bir güvenlik sistemini
akla getirmektedir. Görevine başlayıp ücretini alabilmesi ancak tuğralı berat
ile olacağından merkezin otoritesinin kabulü de söz konusudur. Belgede
yasakçının camide ne gibi bir koruma faaliyeti sağladığının ayrıntıları mevcut
değildir. [5]
Evasıt-ı
Zilkade 1197 (6-16 Ekim 1783) tarihli Adana İhtisab Mukataası yasakçılık
aidatının tahsil edilemediğine dair şikayeti havi Yeniçeri Ocağı Saraçbaşı
ihtiyarlarının gönderdiği arzuhal ve Nişan Kaleminden yazılan derkenar,
yasakçılık teşkilatına dair birçok bilgiyi bize sunmaktadır. Her şeyden önce
burada Yeniçeri kulluklarındaki yasakçılara, değnek tabir edildiğini ve
her kazadaki kullukların yasakçılarının Kul Kethudasının mektubuyla tayin
edildiğini bildirir. Yasakçılar için toplanan caize tabir edilen aidatlar postalbaha
namıyla Yeniçeri Ocağı’na tahsis edilmiştir. Adana’da mevcut beş aded yasakçı
değneğinin aidatları Adana İhtisab Mukataasını malikane suretiyle işleten
mültezimler tarafından tahsil edilmektedir. Biri kapıcıbaşı diğeri de hacegandan
olan nüfuzlu mültezimler tüm ısrarlara rağmen topladıkları aidatları Ocağa
teslim etmemişlerdir. Ocağın saraçbaşısı tarafından hesapları görülen
postalbaha aidatının ve diğer ocak tahsisatlarının önemi vurgulanarak,
ödemelerin yapılmaması halinde yasakçılık hizmetinin ortadan kalkmasına sebep
olabilecek bu gibi ihmaller şikayet edilmektedir. [6]
Yeniçerilerin
özel müteşebbis ruhuna ve güvenlik sektöründe rekabetçi unsurlara dair İstanbul
Rum Patriği’nin arzuhali önemli bilgiler içermektedir. Rum Patriği yasakçısı 7.
bölükten Ahmed Beşe adlı yeniçeri yedi-sekiz senelik hizmetinde patrikhane
mensuplarını ve patrikhane çevresindeki kadın-erkek herkesi memnun etmiştir.
Patriklere kendi istedikleri yeniçeriyi yasakçı olarak istihdam etme hakları
ferman ile verilmiştir. Buna rağmen yeniçeri taifesinden bazıları patrikhaneye
gelerek “size yasakçı oluruz” diyerek tacizde bulunmaktadırlar. Bunu önlemek
için verilen eski fermanın yenilenmesi talep edilmektedir.[7] Fener’deki Rum Patrikhanesi
yasakçıları Fener Kapısı tarafındaki kolluk tabir olunur odada otururlardı.[8] Rum patriklerinin metropolid ve cemaatlerinden
bazı şahısları yanlarına getirip götürmek için yasakçıların refakatini talep
ettikleri anlaşılmaktadır.[9]
İtalyalı
tabip Kostanti maiyyetine tayin olunan 59. bölük yeniçerilerinden Yasakçı
Mehmed’e hazineden aylık 80 kuruş maaş bağlanmıştır.[10] Maaşının Yeniçeri Ocağı veya
hizmetinden sorumlu olduğu kişi tarafından ödenmesi yerine Miri Hazine’den
ödenmesi devlet için önemli görevlilerin de yasakçı marifetiyle yakın korumaya
alınmasına iyi bir örnektir.
Kaçakçılıkla
mücadelede de Başyasakçı’nın oldukça etkili bir görevde olduğunu, zahire
kaçakçılığı yaparken yakaladığı kişileri Seddülbahir kalesinde kalebent
cezasına çarptırmasından anlıyoruz.[11]
Buraya kadar
çeşitli istihdam alanlarından örnekler verdiğimiz Yasakçıların sefaretlerdeki
hizmetlerine geçmeden önce ilginç bulduğumuz bir göreve değinmek gerekmektedir.
1797 senesinde İzmir’de büyük karışıklıklara sebep olan ve İzmir’in Frenk
mahallesinin yakılmasıyla sonuçlanan bir olay vuku bulmuştur. Venedik
Konsolosunun himayesinde bir canbazlar grubu gösteri icra etmek maksadıyla
İzmir’e gelmişlerdir. İzmir’deki Venedik konsolosunun yasakçısı 31. bölükten
yeniçeri Bilal, gösteri merkezinde biletsiz içeri girmek isteyenlere mani olmak
isterken Venedikli bir gemici tarafından öldürülmüştür. Katledilen Bilal’in
yeniçeri arkadaşları katilin devlet tarafından cezalandırılmasını talep
etmişlerdir. İzmir kadısı ve erkanı, katili Venedik konsolosundan teslim alıp
cezalandıramayınca, arkadaşlarının kanının davasını güden yeniçeri, kalyoncu,
pasban ve boşta gezer takımı hep birlikte harekete geçmişlerdir. Şehirdeki
yabancı gemici ve diğer ecnebilere karşı harekatlarında şiddetli karşılık
gördüklerinden, uzun süreli çarpışmalar neticesinde İzmir yangın yerine
dönmüştür.[12] Burada ayrıntıya gerek görmediğimizden, sadece
yasakçının görev yerleri arasında eğlence merkezlerindeki kapı koruma
görevlisi olma unsurunun bugün ile uyum sağladığını belirtmek istiyoruz.
Yasakçıların
en yaygın ve en çok bilinen görev yerleri her zaman sefaretler olmuştur.
Osmanlı’nın azametli devirlerinde tenezzül etmediği ikamet elçiliği ve
konsolosluklarını Osmanlı topraklarında çok eski tarihlerde kuran Avrupa devletlerinin,
çeşitli ahidnamelerle bir anlamda dokunulmazlık kazanan elçi ve konsolosları
vardı. Bunlar yanlarında çalıştırdıkları Osmanlı tebaasından tercümanlar
yanında, korunmaları için de Yeniçeri Ocağı’ndan yasakçı istihdam ederlerdi.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde sefirlerin veya kendi tebaalarından tüccarların
Osmanlı topraklarında seyahatleri esnasında refakatlerinde yasakçıların
görevlendirilmesine dair taleplerini havi çok sayıda sefir arzuhali (takriri)
ve karşılığında verilen yol emri mevcuttur.
III.
Mustafa’nın saltanatından itibaren görevlendirilen ecnebi askeri uzmanların,
orduda ve askeri teknolojide yenilikler yapılmasına dair raporlarındaki
Yeniçeri Ocağı’nın ıslahı ve alternatif orduların kurulması tavsiyesi, Osmanlı
ulemasının düşüncelerine de yansımıştı. III. Selim devrinde yapılması düşünülen
ıslahata dair, ulemaya sipariş üzerine yazdırılan layihalarda da ecnebilerle
paralel düşünceler görülmektedir. Bu süreç sonunda yeniçeriler kanlı bir
şekilde tarih sahnesinden kaldırılmışlardır. Osmanlı Devleti’nde politik
muhalefetin ve iktisadi kuvvetlerin en önemli dayanak noktalarından birisi de
Yeniçeri Ocağı idi. Yeniçeri Ocağı ve ortadan kaldırılması günümüze kadar
hakkıyla incelenmemiştir. Ocağın ilgasının genellikle Osmanlı modernleşmesinde
en önemli dönüm noktalarından biri olduğu söylenmektedir. Yeniçerilerin ortadan
kaldırılmasından sonra yapılabilen düzenlemelerin, ülkemizin emperyalist
politikaların hedefi haline gelmesinde ne kadar etkisi olduğunun tespiti
gereklidir. Ülkemizi günümüzde de her alanda destabilize etmek isteyen dış
güçlerin bu olaydaki etkisi ve ocağın kaldırılmasıyla doğan boşluğun hangi
politik muhalefet ve iktisadi aktörlerce doldurulduğu araştırılmalıdır.
II.
Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı 1826 senesinde kaldırmasına kadar sefaretlerde
Yeniçeri Ocağı’nın bir parçası olan yasakçılar kullanıldı. Osmanlı Devleti’nin
başlangıcından itibaren çok önemli görevlere ve toplumsal etkiye sahip olan bir
kurumun aniden ortadan kaldırılmasıyla doğan boşlukta devletin de refleksi
zayıflamıştı. Sefaretlere Ocağın ilga edildiği ve yasakçı sınıfının da doğal
olarak kaldırıldığı tebliğ edildi. Bundan sonra sefaretlere sadece Galata
Voyvodalığı’ndan voyvoda neferatı namıyla nöbet usülüne göre hizmetliler
tayin edilecekti. Öncelikle İngiltere ve Fransa elçileri bu duruma itiraz
ettiler. Kendilerinin eskiden beri ahidname ile Osmanlı ordusunun en itibarlı
sınıfından olan Yeniçeri Ocağı’ndan yasakçı istihdam ettiklerini ve şanlarına
uygun olmayan voyvoda neferatını kabul etmeyeceklerini bildirdiler. Osmanlı
Devleti ahidname hükümlerini kabul etmekle birlikte fiili durumda yeniçerilerin
ilgasının ahidnameye aykırı olmayıp, devletin içişlerini ilgilendiren bir
mesele olduğunu ve sefaretlerin emniyetinin eskiden olduğu gibi şimdi de devlet
tarafından tahsis edilen kuvvetlerle sağlanacağını bildirdi.[13]
Avrupa
devletlerinin önceleri kaldırılması için çalıştıkları Yeniçeri Ocağı’nın,
kendileri için en itibarlı bir konumda olduğunu söylemeleri, diplomatik
kriz çıkarmak için hiçbir fırsatı kaçırmadıklarının bir göstergesidir. Hatta
İngiltere ve Rusya, 1821 deki Yunan isyanından beri sahiplendikleri Rumlar
üzerindeki etkilerini arttıracak düzenlemeler için, yasakçı ihtilafını koz
olarak kullanmaya kalktılar. Fransa elçisi daha da ileri giderek Tophane
Ocakları, Tersane-i Amire veya yeni kurulmakta olan Asakir-i Mansure’den
kendilerine yasakçı tayin olunmasını; aksi takdirde maiyyetine Fransa’dan Mustahfız
neferatı[14]
getirteceğini bildirdi. Bu niyetinin gerçekleşmesi için aslında bir ticaret
gemisiyle dokuz Soltat[15]
neferi zaten Osmanlı karasularına gelmişti. Bu duruma sert tepki gösteren
Osmanlı hariciyesi Soltatların İstanbul’a çıkmasına mani olarak onları
Çanakkale’deki Fransa konsolosuna teslimen tevkif etti.[16]
II. Mahmud
Yeniçeri Ocağı’nı hatırlatan her şeyi ortadan kaldırmak istiyordu.
Mezarlıklarda yeniçeri serpuşlarından börklü, üsküflü kabir taşlarını
bile yok ettirmişti. Dolayısıyla yeniçeri kıyafetlerini hatırlatan her türlü
giysiden de hoşlanmıyordu. Sadrazamın takriri üzerine yazdığı bir Hatt-ı
Hümayun’da “ ...vüzera dairelerinde kavas tabiriyle bir takım neferat olup
bunlar ahz u habs hizmetlerinde istihdam olunurlar ise de Serasker Hüseyin Paşa
mukaddem Boğaziçi’nde ikamet eylediği esnada dairesinde istihdam eylediği
kavaslar beraber gelmiş olduklarından yine eski hey’etle onları istihdam
ediyor. Ancak bunlar sa’ir askerî kıyafetinde olmayıp gümüş göğüs çaprastı ve
bütün kılabdan işleme nimten ve tozluk istimal ve telebbüs ederek her birinin
biner bin beş yüzer guruşluk elbisesi olduğu mesmû‘ ve meşhûd-ı şâhânem oldu.
Sair askerî bunları gördükçe tavrından çıkacağı zahir olduğuna mebni buna
ziyadesiyle takayyüd ve ihtimam lazım gelir.[17] şeklinde uyarılarda bulunur. Zira
Serasker Hüseyin Paşa’nın kavaslarındaki yeniçeri kıyafetlerini hatırlatan
gümüş göğüs fişekliği, ipek sırmalı mintan ve sırmalı tozluklar pek bir
ihtişamlı olduğundan diğer askerlerin de rağbet göstereceği kıyafetler idi.
Bu uyarıyı
dikkate alan sadrazam diğer bir takririnde bu kıyafetlerin asla yeniçeriliği
hatırlatmak olmayıp saltanatın şan ve şevketini göstermek maksadıyla ihtişamlı
tutulduğunu üstelik kıyafetleri bu nitelikte olmayan kavasların sefaret
dairelerinde istihdam edilmeyip geri gönderildiklerini bildirir. Hatta eski
devirlerden beri teamülün böyle olduğunu bir örnekle belirtir “...düvel
süferası mukaddema ocağ-ı mülga takımından verilen orta ve yasakçıların güya
kendilerine şan olmak üzere kıyafet ve elbiselerine pek dikkat edip hatta bir
kere elçinin biri, verilen yasakçıların birini saatinin kösteği gümüş zincir
olmayıp, kaytan olduğu için geri göndermiş.” [18]
Gitgide
yumuşama eğilimleri gösteren Osmanlı ve ecnebi devletlerin diplomatları orta
yolu bularak, itibarları her türlü hademeden üstün olan Sadaret kavaslarının
sefaretlerde görevlendirilmeleri konusunda anlaştılar. Sefaretlerde görevli
yasakçılara Tanzimat’tan sonra kavas tabir edildiğine dair yaygın ve
yanlış olan malumatın bundan kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bu dönemde kavas ve
yasakçı kelimelerinin ikisi de kullanılmakla beraber, yasakçı her zaman daha
yaygın olarak kullanılmıştır.[19] Daha sonra Babıali ve vezir
dairelerindeki kavasların bu süslü kıyafetleri sade bir hale getirildi.
Sefaretlerde görevlendirilecek kavasların sadece görev esnasında gümüş göğüs
fişekliği, ipek sırmalı mintan ve sırmalı tozluklar giymelerine izin verilerek
bu kıyafetler kavaslara zimmetlendi. Bu takririn üzerine II. Mahmud el
yazısıyla “...bunlara bir libas-ı mahsus mu verilmek münasibdir? Velhasıl
acele iktiza etmez. Etrafıyla mülahaza ve erbabıyla müzakere ederek bir hüsn-i
surete ifrağına ihtimam ve dikkat eyleyesin” hattını yazarak kavaslar için
bir üniforma tespit edilmesini istemiştir.[20]
Yeniçeri
sınıflarının ortadan kaldırılmasıyla eski yasakçıların birçok görev alanı
başkaları tarafından dolduruldu. Bu sıfat da sadece konsolosluklarda eskiden
olduğu gibi bu isimle çalıştırılan, ama ruhunu tanzimattan alan bir görevliye
münhasır kaldı.
1838 yılında
imzalanan Baltalimanı Ticaret Muahedesi ile İngiltere’ye verilen ticari
imtiyazlardan, bilahare diğer Avrupa Devletleri de yararlandırıldı. Türklerin
ticaret, zanaat ve sanayi erbabını ortadan kaldırıp bir avuç azınlık tebaa ve
ecnebinin sermaye biriktirmesine sebebiyet veren, kapitülasyon dediğimiz
bu imtiyazlar çerçevesinde, Osmanlı Devleti’nin en küçük hacimde ticaret
yapılan merkezlerinde bile ecnebi konsoloslukları açıldı. Buralarda gerekli
olsun olmasın çok fazla sayıda yasakçı ve tercüman istihdam edilerek, Osmanlı
tebaasından bir hayli yerli nüfusun askerlik ve vergi problemleriyle devleti
karşı karşıya getirdiler. Zamanla kapitülasyonlara dayanarak Osmanlı yerel
mülki amirlerini dışlayan ve Osmanlı tebaası olan gayrimüslim azınlıkları himaye
iddiasıyla devletin egemenlik haklarını bile ihlal eder hale gelen ecnebi
konsolosluklar meselesi bir nizamnameye bağlanılmak istendi. Bunun neticesinde
Osmanlı diplomatları ile sefaretler arasında uzun süren müzakerelerin ardından
hazırlanan nizamname, 8 Muharrem 1280 (25 Haziran 1863) tarihinde Sadaret’ten
Mabeyne gönderilerek padişahın iradesi talep edildi. Ertesi günü bu irade
istihsal edilerek ilk defa olarak konsolosluklar ve dolayısıyla konumuz olan
yasakçılar bir kanuna bağlandı. Önemine binaen sadaret tezkiresi, irade metni
ve Konsolosluk Nizamnamesi’nin günümüz Türkçe’siyle yazılışını aşağıda
veriyorum.
Atufetlü
Efendim Hazretleri
Osmanlı
Devleti’nde bulunan dost devletlerin konsolos ve konsolos vekilleri Devlet-i
Aliyye vatandaşı birçok kimseyi konsoloshane hizmeti vesilesiyle himaye altına
almışlardır. Bu yüzden çeşitli uygunsuzluklar meydana gelmektedir. Bu
fenalıklara bir son vermek ümidiyle sefaretlerle yapılan müzakereler üzerine
kaleme alınan nizamnamenin tercümesi padişahımızın dikkatine takdim kılındı. Bu
hayırlı işin vücuda gelmesi devletimize pek çok yarar sağlayacaktır. Devlet-i
Aliyye memurları ile ecnebi devletlerin memurları arasında meydana gelen
ihtilaflar ve tartışmalar ortadan kalkacaktır. Bu nizamnamenin çoğaltılarak
taşra memurlarına da gönderilmesi ve bundan sonra hükümlerinin kanun olarak
kabulü hakkında padişahımızın iznine göre hareket edilecektir.
Sadrazamın
bu tezkiresine bir gün sonra mabeynden verilen cevap:
Maruz-ı
Çaker-i Kemineleridir ki
Sadaret
tezkiresi ve adı geçen nizamname tercümesi padişahımızın takdirlerine sunulmuş
ve tezkirenizde belirtildiği gibi çoğaltılarak taşra memurlarına gönderilmesi
ve bundan sonra kanun olarak kabulü padişahımızın iradesiyle uygun görülmüştür.
9 Muharrem
1280 (27 Haziran 1863).[22]
Şimdi de
nizamnamede yasakçılarla ilgili olan maddeleri veriyorum:
Osmanlı
Devleti’nde Bulunan Yabancı Devletlerin Konsoloslukları Hakkında Düzenlenen
Nizamnamenin Tercümesidir.
Birinci Bend
Konsolosluklar
aşağıda belirtilen miktarda Osmanlı vatandaşlarından imtiyazlı memurlar
istihdam edebilirler. Baş konsolosluklar veyahut eyalet merkezinde bulunan
konsolosluklar dörder ve baş konsolosluklara tabi konsolosluklar üçer ve
konsolos vekaletleri veyahut konsolosluk memurları ikişer tercüman ve yasakçı
istihdam edebileceklerdir. Yukarıda belirtilen sayı yeterli olmadığında
konsolosluklar İstanbul’daki sefaretlerine müracaat edecek, sefaretler de
durumu aktaracakları Babıali ile birlikte karar vereceklerdir.
İkinci Bend
Baş
konsolosluklar ve konsolosluk memurları birinci bentte bildirilen sayıdan fazla
tercüman ve yasakçı istihdam edebilir. Ancak bunlar diğerleri gibi imtiyazlı
sayılamazlar. Fakat birinci bentte belirtilen sayıdan fazla yerliden istihdam
edilmesine, Babıali ve sefaretlerin birlikte karar verdikleri de imtiyazlı
sayılacaklardır.
Dördüncü
Bend
İstanbul’da
olduğu gibi başkonsolosluklar tayin edecekleri yasakçılarını eyalet valilerine
bildirip valiler de bunların nizami adede kadar olanlarının isimlerini
kaydettirip sıfatlarını tasdik edecektir. Konsolos ve konsolos muavinlikleri de
tayin edecekleri yasakçıların tanınması ruhsatını havi başkonsoloslukları
vasıtasıyla eyalet valilerinden yerel mülki memurlara hitaben yazı
aldıracaklardır.
Beşinci Bend
Geçici
himaye altında bulunan konsolosluk görevlileri de diğer himaye altındakilerin
haklarından istifade edeceklerdir. Cinayet davalarında taşradaki konsolosluk
görevlileri de Dersaadet’de geçerli olan usule göre muhakeme edileceklerdir.
Yerel mülki amirler bu gibi suçlarda, tabi oldukları ülke hükümetlerinin
konsolosluk görevlilerine yardımına mani olmayacaklardır.
Konsoloslukların,
imtiyazlı görevlilerine hamiliği şahıslarla sınırlı ve görevlerine bağlı
olduğundan görevden ayrılma veya vefat ile bu imtiyaz ortadan kalkar.
Sağlıklarında akraba ve taallukatına, ölümlerinde mirasçılarına intikal etmez.
Emlak vergisi ile bizzat veya bedelli askerlikten muaf tutulamazlar.
Altıncı Bend
Yerliler
ecnebi devletlerin konsolos vekili veya memuru olamayacaklardır.
Onuncu Bend
Konsolos
vekilleri ve memurları Devlet-i Aliyye tebaası dükkancılar ve dükkanlar
hakkında himaye icra edemeyeceklerdir.
Onikinci
Bend
Konsolosların
yerli görevlileri imtiyazlı sınıftan bulunmadıklarından himayeye hakları
olamayacaktır. Saygı nişanesi olarak, bir suç işlediklerinde tutuklanmaları,
hizmetinde bulundukları konsolosa haber verildikten sonra icra edilecektir. [23]
Bu nizamname diğer ülkelerin sefaretleriyle yapılan işbirliği neticesinde ortaya çıkarılmasına rağmen, düvel-i ecnebiye elçileri her fırsatta yorum farkı sebebiyle Osmanlı Hariciyesini uğraştırmaya devam etmiştir. Bu çekişme II. Abdülhamid, II. Meşrutiyet, İttihat-Terakki ve mütareke hükûmetleri döneminde de devam etmiştir. Cumhuriyet devrinde de eski dönem kıyafetleriyle yasakçı istihdam etmişlerdir.
Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’yı tanımamaya çalışarak sefaretlerini bile İstanbul’da tutmakta direnen elçilerin bu azmi, Ankara Hükûmeti’nin İstanbul Murahhası sıfatıyla görevlisi olan Dr. Adnan Adıvar sayesinde kırılmıştır. Hatıralarında şöyle bahseder:
“ Elçiler
murahhaslığa geldikleri veya gezmeye çıktıkları zaman arabalarının üzerinde bir
kavas ama sırtında sırma işlemeli üniforması ve belinde kılıcı ve rovelveri ile
bir kavas da gelirdi. Onlar kapitülasyonların ayakta gezen bir alameti idi.
Elçi bey hâlâ kendini muhafaza için kendi kuvvetine dayanıyordu. Bunu kaldırmak
lazımdı. İngiltere fevkalade komiserine fikrimi söyledim. (aman efendim bundan
ne çıkar bu bir süsten ibarettir) dedi. Ben de (bu süsü biz de aynen
Londra’daki sefirimize yaptırsak nasıl olur?) deyince (pek âlâ olur, kimse bir
şey demez) demez mi! Fakat ben hiç düşünmeden (Orada bizim elçiler böyle bir
kavas taşırlarsa adeta bir operet tesiri yapar. Biz böyle bir şey yapamayız.
Sizin de bunu kaldırmanızı isteriz) dedim. İlkönce İtalya yüksek komiseri Mösyö
Maisa adındaki babacan ihtiyar diplomat kavası bıraktı.”[24] Böylece yüzlerce yılın mahsûlü bir
kelime, mefhûmuyla birlikte tarihimizdeki yerini aldı.
Osmanlı’nın
son dönemlerinde İtalya Elçiliği Baş Kavası olan Said Ağa’yı yakından tanıyan
Said N. Duhani’nin kaleminden bir kavasın portresini aktararak yazımıza son
verelim. “Said Ağa elçi kavaslığından emekliliğinden sonra belediye memuru
olmuştu. Birkaç dil bilen, birçok yabancı madalya sahibi Said Ağa, büyük tören
günlerinde elçiliklerin, resmî binaların ve kiliselerin önünde, trafiği düzenliyordu.
Bütün misyon şefleri onu tanırdı ve görmelisiniz, arabaları kapılara ve
binaların çevresine doluşan çağırılıların ve kalabalığın hayhuyu ortasında,
emrindeki sıradan görevlilere, nasıl da yüksekten, kibirle bakardı! O kendi
“çevre”sini selamlar ve vezir elleri, Bâb-ı Âli’den kişilerin elleri de ona,
son derece koruyucu işaretler çakarlardı... Said Ağa işte buydu, bir Yeniçeri
Ağası kadar gururlu.”[25]
***
[1] Tanıklarıyle Tarama Sözlüğü, c.III, Ankara
1954, s. 777.
[2] Keza
[3] Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve
Terimleri Sözlüğü, c.III, İstanbul 1993. s. 606.
[4] Başbakanlık Osmanlı Arşivi=BOA. AE. SMST. II,
25/2487.
[5] BOA. C. EV, 24891.
[6] BOA. C. AS, 34467.
[7] BOA. C. ADL, 3626. Belgede mevcut derkenardaki
Evahir-i Receb 1139 (13-23 Mart 1727) tarihi, eski fermanın tarihidir. Cülus
münasebetiyle tecdid-i ferman talep edildiğinden, vesikanın tarihi III.
Ahmed’in yerine geçen I. Mahmud’un cülus tarihi olan 1143 (Ekim 1730) den
öncesi olmamalıdır.
[8] BOA. HAT, 15708.
[9] BOA. C. ADL, 1876, 3167.
[10] BOA. C. SH, 460
[11] BOA. C. ZB, 3521
[12] Necmi Ülker, 1797 Olayı ve İzmir’in Yakılması, Tarih
İncelemeleri Dergisi II, İzmir 1984, s. 117-157.
[13] BOA.HAT, 23985
[14] Kırk yaşını geçmiş yedek asker.
[15] Fransız askeri sınıflarından biri.
[16] BOA.HAT, 23978 (Ecnebi tebaadan yasakçı istihdam
edilmesine dair bu hassasiyetin ileriki yıllarda ortadan kalkarak sefaretlerin
kendi tebaalarından yasakçı istihdam ettiği 28 Ağustos 1866 tarihli bir
mütalaaname müsveddesinden anlaşılıyor. BOA.HR.TO, 504/22)
[17] BOA. HAT, 23978
[18] BOA. HAT, 23963
[19] Üstelik ileride gösterileceği üzere ilk defa
düzenlenen konsolosluk nizamnamesinde bile kavas tabiri yerine yasakçı
tabiri kullanılmıştır.
[20] BOA. HAT, 23963
[21] BOA. İ.HR, 201/11440
[22] Keza
[23] Keza. (Bu nizamnamenin Düstur’daki metni (I. tertip
I. Cilt, s.772) 33 Safer 1280 tarihlidir ve dizgi hataları ile doludur.)
[24] Adnan Adıvar’dan naklen, Mehmet Zeki Pakalın, Tarih
Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c.III., s.606
[25] Said N. Duhani, Beyoğlu’nun Adı Pera İken, çev. Nihal
Önol, İstanbul 1990. s. 44.
"Arşiv Dünyası Dergisi, sayı 8, Haziran 2006,
s.34-38" de yayımlanmıştır.