30 Haziran 2012 Cumartesi

TURGUT IŞIKSAL

Yaşayan En Eski Arşivcimiz: Turgut Işıksal


Derleyen: Sinan ÇULUK*




Başbakanlık Osmanlı Arşivi'ne yıllarca emek vermiş arşivcilerden olan Turgut IŞIKSAL, yeni nesil arşivcilerin tanımaları gereken önemli simalarından birisidir. Kendileri de eski arşivcilerden olan Arşiv Uzmanı İbrahim Âdil SİVRİKAYA ile Prof. Dr. Özcan MERT ve son dönemin pek kıymetli arşivcilerinden Sinan ÇULUK, bu maksatla ve dergimiz için Turgut Bey'in hanesini ziyaret ettiler ve onunla bir söyleşide bulundular. Biz de bu sayıda, Turgut Bey'in hatıraları çerçevesinde derlenen bilgileri sizlerle paylaşmak istedik. Turgut Bey'in kızı Sema Hanım'ın da hazır bulunduğu bu söyleşi metnini aşağıda takdim ediyoruz:

Tarihe Olan Merakım
- Küçüklüğümden beri tarihe çok meraklıydım. Buna en çok tesir eden rahmetli babamdı. Babam Mustafa Bey daha sonra kapanan bir Fransız okulunda Fransızca öğretmeniydi. On kadar kitap tercümesi de vardır. Aslında babam tarihe çok meraklı idi. Geceleri Çaldıran muharebesi gibi muharebeleri eski usule göre hikâye ederdi. Şimdiki tarih anlayışına uymaz ama, anlattıkları ile tarihe epey merak sardım. Annem de öğretmendi. Onlar Balıkesir'de görevliyken 1336 senesinde dünyaya gelmişim. Aslen İstanbulluyuz. Bizim esas soyadımız Işıksal olacakken bizden önce davranan birileri bu soyadını almış. Aynı soyadını iki aileye vermediklerinden de bizimkiler mecburen Işıksel'i kabul etmişler. Ancak uzun süre Işıksal olarak kullandığım için bu soyadı ile bilindik. Gerçekte soyadımız bugün Işıksel'dir.
Arşivde göreve başlamadan bir aralar Haydarpaşa İstasyonu'nun arkasında geniş bir arazide bulunan Sokollu Köşkü'nde kurulu Anadolu Lisesi'nde öğretmenlik yaptım. Burası zengin insanların çocuklarının rağbet ettiği bir yer idi. Sınıf geçmek bilgiden ziyade paraya bağlıydı. Baktım ki burası bize uygun değil. O yüzden arşivde göreve başladık, kimselere karışmadan kuzu kuzu oturduk, haddimizi bildik.
Herhalde 1942-43 senelerinde Ankara'da yedek subay okulunda idim. O zamanlar lise mezunları da teğmen olurdu. Ben de eğitim okulunda talim yapıyordum. Bir hafta sonu Ankara'ya gezmeye giderken rastladığım Orhan Veli sarhoş olarak birliğe dönünce, onunla beraber bulunduğum için beni de nezârete attılar. Nezarette de Hayri Çobanoğlu diye Fransa'da tarih okumuş bir arkadaş vardı. Bize sabaha kadar Napolyon'un bazı seferlerini anlattı durdu. Bir de bir yerlerden tebeşir buldu, Waterloo Savaşı'nda İngilizlerin durumunu, Fransızların durumunu savaş meydanının özelliklerini plan çizerek anlattı. Ben bu harbi, ağzım bir karış açık ilk kez dinliyorum. Komutanların isimlerine, hangi saatte, nerede ne olduğuna kadar, bir güzel hikâye etti. Sonra İspanya seferine geçti, sabaha kadar durmadan anlattı. Sabah olunca “artık vakit doldu” dedi. Bu sefer de Orhan Veli tutturdu: “Biz buradan hiç çıkmayacağız” falan diye gürültü patırtı yapmağa başladı. Subaylar falan geldi falan ama Orhan Veli hâlâ hapisten çıkmamakta direniyordu. Neyse, orada Hayri Çobanoğlu'nun anlattıkları o kadar hoşuma gitti ki; anlattıklarını ve çizdiklerini ezberledim.
Daha sonra İngiltere'de iken Tarih Fakültesi'ne gitmiştim. Konu da Waterloo olunca oraya gidelim dediler. Ben Waterloo Avrupa'nın ortasında bir yer zannediyordum. Meğer İngiltere'nin karşısında Fransa'da bir meydan imiş. Yol param yetişmez falan diye mırın kırın ederken arkadaşım Salih (Özbaran) geldi. “Hadi gidiyor musun?” derken 45-50 dakikada Dover Kanalı'nı geçtik, Fransa kıyılarına vardık. Bir yere geldik, “Burası Waterloo” dediler. Harp meydanı tıpkı bizim Hayri Çobanoğlu'nun yaptığı plan gibiydi. İngiltere'den birlikte geldiğimiz Tarih Fakültesi ekibinin hocası Prof. Pery isminde biriydi. Bir anlattı, bir anlattı ağzımın suyu aktı. Bir binada o savaştan kalmış tüfekler, şapkalar gibi bazı malzemeleri korumaya almışlar, velhasıl göre göre bir eğitim aldık. Bu geziden çok memnun kaldığım için Salih'e “Austerlitz'e ne zaman gideceğiz?” diye sordum. O da “Abi hayale kapılma, orası Avrupa'nın ortasında, gidemeyiz” dedi. Bizim Waterloo macerası da böyle geçti.

Sinan Çuluk, İbrahim Sivrikaya, Turgut Işıksal, Prof. Dr. Özcan Mert


Yedek subay öğretmen okuluna Vefa Lisesi'nden sonra gittim. Tarih Bölümü'ne girdiğimizde elli öğrenci kadar mevcudumuz vardı. Biz daha ziyade halk çocuklarının meydana getirdiği bir sınıftık. II. Dünya Savaşı'nın zorlu, sıkıntılı senelerini de düşünerek şartları gözünüzün önüne getirin. Bizim sınıftan pek öyle meşhur tarihçiler çıkmadı. Arkadaşlarımızın çoğu öğretmenliği seçti. O devirde herkesin hayran olduğu hoca Mükrimin Halil Yinanç idi. Benim haricimde herkes bilgili biri olduğu için onu çok beğenirdi. Benim en çok beğendiğim hoca ise, eskiçağcı Arif Müfid Mansel idi.
Mansel'in dört kere imtihanına girdik, hâlâ hatırlarım. Aktüel mevzular değildi. Sicilyalıları soruyor, anlatıyorsun anlatıyorsun, laf arasında: “Komutanları kim?” diye soruyor. Benim de aklımdaydı: “Glippos” dedim. Hemen kesti imtihanı: “Çıkabilirsiniz” dedi. Yine ilk imtihanların birinde Anadolu medeniyetlerinde ilk mezarları soruyordu. Ben de konuyu anlatmağa başlayınca: “Bu anlattığın mezarları gördün mü?” dedi. “Ankara'da Türk Tarih Müzesi'nde gördüm” cevabım üzerine “Peki çıkabilirsiniz” dedi. Böylece imtihanı geçtim. Ama maatteessüf onunla pek bir konuşmuşluğum olmadı. Keşke olsaydı. Birikimli adamdı.
İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümünü 1948'de bitirdim. Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu ve Mübahat Hanım da bizim zamanımızın talebelerindendir. Mübahat Kütükoğlu benim için çok enteresan bir bilim adamıdır. İktisat Tarihinden Dicle-Fırat nehrinin işletilmesi üzerinde çok kıymetli bir tez yaptı. Suların yükselmesi-alçalması, İngilizlerin etkisi, gemiler nereye kadar geliyordu, gibi konuları ele aldı. O zamanlar gençliğimde o tezi çok okumuşumdur. Hâlâ kitaplarımın arasındadır o tez.
Arşive Girişim

Ben mezun olduktan sonra tarih hocası olacaktım ama nasip olmadı. Maarif Vekili, “Sıra gelmedi” diyerek bir türlü öğretmenliğe tayinimizi yapmadı. “73. sıradasın, 74. sıradasın” falan diye geçiştiriliyorduk. Müzeci olmak için Topkapı Sarayı'na müracaat ettim. Topkapı Sarayı'nda müdür Tahsin Öz vardı, beni çok severdi. “Kadro yok ama Cumartesi'ye gel de Osmanlı Arşivi'ne bir bakalım.” dedi. Öylece Rauf Tuncay Bey ile aynı sene 1948'de Arşiv'de göreve başladım. 1977'de emekli oldum.
Arşiv'e ilk başladığımda herkes maddi sıkıntı içinde idi. Herkes birbirinden borç para bulmağa çalışırdı. Bir arşiv memuru ayın sonunu ancak borç parayla getirebilirdi. Bizim aileye bir yerden para geldi de bir miktar elimiz rahatladı. İşimi seviyordum ama maddi eksiklikleri yanında manevî olarak da pek tatmin edici bir şeyler yoktu. Bu yüzden bazı makaleler kaleme alarak geçimimize katkıda bulunuyorduk. Telif ücretleri açığımızı biraz dengeliyordu. Belgelerle Türk Tarihi Dergisi'ne yazdığımız makalelerin muntazaman parasını alırdık. Personelden epey makale müellifi vardı. Mithat Bey de bizi yazmağa teşvik eder, araştırmada zorluk çıkarmazdı. Daha serbest bırakılsaydık ve yazma nosyonu alabilseydik daha da iyi yazabilirdik. Benim başıma gelmedi ama, bazı arkadaşlarımız üniversite camiasından iyi tepkiler almadı. Araştırma izni iptal edilenler oldu.
O zamanlar zannederdim ki çok çalışırsan Arşiv'e genel müdür olursun. Sonra anladım ki adamın varsa Arşiv'e genel müdür olursun. Devrin makbul adamları genel müdür oluyordu ama, muhakkak tanıdık falan olması gerekiyordu. Ben ilk başladığımda Genel Müdür Kenan Tuna idi. Kenan Tuna, Arşiv'e genel müdür olacak çapta bir adam da değildi. TBMM Başkanı Abdülhalik Renda'nın yeğeni idi. Osmanlı Arşiv Dairesi olan kurumun adı bile, onun yüzü suyu hürmetine Başvekâlet Arşivi Umum Müdürlüğü'ne çevrilmişti. Bir de Prof. Halil Demircioğlu vardı. İstanbul Üniversitesi'nde paleografya dersine girerdi. O da Arşiv Genel Müdürlüğü yapmıştı.

Osmanlı Arşivi'nin 1960'lı yıllarından bir resim. Ortadaki gözlüklü şahıs Genel Müdür Mithat Sertoğlu. Ayaktakilerden soldan ikinci Turgut Işıksal.

Genel müdürlerimizden Mithat Sertoğlu, arşivi ve Osmanlı tarihini çok iyi biliyordu. İdarecilik yönü de gayet güçlüydü. Mithat Bey ne söylerse yapılırdı. Öyle pek sormazdık. Mithat Sertoğlu'nun Genel Müdürlüğü zamanında Osmanlı Arşivi'ni bir enstitü yapmak niyetleri dile getirilirdi. Mithat Bey de enteresan bir şekilde genel müdür olmuştur. Kendi anlatmıştı; 27 Mayıs arefesinde meşhur 555 K hâdisesinin olduğu gün onun kararnamesini imzalayacak yetkili de olaylardan etkilenmiş, imzaları sonraya ertelemiş. Mithat Bey de kapısında bekliyor, belge içeri girip imzalanacak. Hademe de imza föyünü içeri götürmüş: “Aman efendim imzalanacak önemli belgeler var” diyerek. Arada Mithat Bey'in Genel Müdürlüğü de onaylanıyor. Mithat Bey medeni cesaret sahibi, âlim bir adamdı ve onu çok severdim. Ailece görüşür, gidip gelirdik. Konuşurken formaliteye çok dikkat ederdi, çok ciddi bir adamdı. Ben idarî görevlerde pek bulunmadım. Bir ara formaliteden ibaret bir şube müdürlüğüm vardır.
Yurt Dışında Arşivcilik Eğitimi
İngiltere'ye arşivcilik konusunda eğitim almak, görgü ve bilgisini arttırmak için birinin gitmesi gerekti. Lisan bilen adam aradılar, kimse çıkmadı, ben İngilizce biliyordum ve beni İngiltere'ye gönderdiler. 1961'de üç aylığına İngiltere'de bulundum. Daha sonra aynı gayelerle 1975'de iki aylığına Amerika'ya gittim. Amerika'da her şeyin en büyüğün, en hacimlisinin peşinde koşarlardı. İngiltere tam bir ilim muhiti idi. Orada beni öyle iyi karşıladılar ki: “Yahu ben neymişim?” dedim kendi kendime, o kadar önem verdiler. Burada kendimi hademe gibi hissederdim. Arşiv binalarını gezdirdiler. Özellikle arşiv için yapılmış muazzam binalardı. Bizde öyle arşiv binaları nerede, zaten öyle binamız olsa Arşiv'e de vermezler ya... Ufak bir ünitesi bile bizim binalardan daha büyüktü. Amerika ve İngiltere'de arşivcilik üzerine yaptığım çalışmalarda oralardaki teknolojiyi ülkemize getirmek azmindeydim. Ne var ki bana para harcama, satın alma yetkisi verilmedi. Şimdiki gibi alışveriş teknikleri olmadığı için, elimde para olmadığından alamadığımız makineleri yakından seyrettik. Ben de bol bol Londra'daki saatçi dükkânlarının vitrinlerine baktım. Amerika'da Chicago Üniversitesi'nde Osmanlı Arşivi üzerine konferans verdim.
Arşivde Yapılan İlk Ciddi Çalışmalar
Bizde ilk defa ciddi arşiv araştırmasını, zannediyorum Tahrir Defterleri üzerine, Ömer Lütfi Barkan yaptı. Ondan sonra o çalışmalar genişledi. Esas tarihçilik zaten budur. Öyle iki ordu karşı karşıya geldi, biri öbürünün kafasını yardı tarzında tarihçilik olmaz. Nüfus çalışmaları, yaşayış tarzı gibi çalışmalar önemlidir. Ömer Lütfi Bey de Tahrir Defterleri ile bir kasabayı ele aldığında; nüfusundan gelirlerine, verdiği asker sayısına kadar istatistikî sonuçları ortaya koyardı. Barkan'ın bu çalışmaları daha sonra Avrupalı araştırmacıları Türkiye'ye celbetmiştir. Yabancı ilim muhitlerinde “Türkiye'de esaslı bir arşiv var” propagandasını yürütmüştür. Fakat bu propagandayı iyi mânâda kullanamadık.
Yurtdışında bulunduğum zamanlarda bunu iyice fark ettim. Meselâ Türkiye'den İngiltere'ye Arşive geliyorsun, araştırma yapacaksın: “Hoş geldiniz” ile karşılanıyorsun. Neye ihtiyacınız var ise ilgileniliyor. Önce kendine bir ev tutacaksın. “Biz sana kiralık bir ev bulalım” diyorlar. Adamlar Londra'daki bütün kiralık evleri arşiv bürolarındaki müracaata kaydetmişler. Git hangisini istersen beğen. Ne kadar tramvay parası vereceksin, ne kadar otobüs, tren parası vereceksin onu bile hesaplamışlar. Hangisi işine gelirse seç, beğen. Bizde araştırıcı böyle bir talepte bulunsa: “Deli mi bu adam?” gözüyle bakılırdı. İngiltere bambaşka bir memleket. Biz o zamanlar neredeyse yabancı araştırıcıyı: “Niye geldin?” diye azarlıyorduk. İngilizler ise araştırmacılardan para kazanmanın yolunu bulmuş, yemeğini, kitabını, eşyasını satmak için hizmette kusur etmiyor. Bizde bu nosyon hâlâ yok. İngiltere'de arşiv binaları yirmi tane. Türkiye o sene Arşive dört-beş kişi yollamış, İtalyanlar, Bulgarlar da araştırmacı yollamış. Dünyanın her yerinden araştırmacı var. Salona giriyorsun, hep dışarıdan araştırıcıları görüyorsun. Bir istida yazıyorsun, araştırmaya hemen başlıyorsun. O yıllarda bizim arşivlerde araştırma yapmak için müracaat etmek bile çok zordu.
Kıbrıs Arşivi'ni Tasnif Görevim
Arşive, “Kıbrıs arşivini araştırın” diye bir yazı geldi. Benden başka bir talip çıkmadı. Barış harekâtından önce Kıbrıs'a gittim. Kıbrıs arşivini biz bilmiyorduk. Kıbrıs havaalanına indik, her taraf Yunanlı kaynıyordu. Otomobile bindik yine etrafta Yunanlılar. Arşive gittim, ne göreyim; tasnif falan hak getire. Lefkoşa'da el sürülmemiş büyücek bir arşiv binası vardı. Matbu kâğıtlar, el yazılı kâğıtlar karmakarışık. Bir kişinin altından kalkacağı iş değildi. Yine de muhtevayı hülâsa olarak yazdım. İngilizler daima oradaki Türklerin aleyhine çalışmışlar. Orayı işgal ettikleri zaman bî-taraf davranmamışlar. Türk mallarını Rumların üzerinde göstermeye çalışmışlar. Bir de Rumların ne kadar haklı olduğunu ispatlamak için “Mavi Kitap” çıkarmışlar, paket paket yığılıydı. Arşiv bu gibi taraflı, kasten bırakılmış malzeme ile doluydu. Rauf Denktaş ile görüştük, benim gibi onun da eli kolu bağlıydı. Bir ay Kıbrıs'ta kaldım ama pek bir şey yapamadan döndüm. Daha sonra Kıbrıs'tan dört görevliyi görüş alışverişi için Arşiv'e tavsiye ettim. İstanbul'a gelip birkaç ay çalıştılar, bir miktar belge fotoğrafını da Kıbrıs'a götürdüler. Bir şeyler yapmağa çalıştım ama netice yok. Başbakanlıkta bana yardım eden bir adam olsaydı, Kıbrıs Arşivi tasnif edilirdi ama öyle olmadı, kimse ilgilenmedi. Muhakkak ki Kıbrıs'ta epeyce Osmanlı evrakı o dönemde zayi edilmiştir.
Geçmişte Osmanlı Arşivi'nin İçerisinde Bulunduğu Durum

Gerçi bizde de birçoğu zamanla zayi edildi. Alemdar'ın Bâbıâli'yi infilak ettirmesinden beri defalarca evrakın başına bir şeyler gelmiştir. 1916'dan sonra da ecnebi nüfuzunun arttığını ve sanki Bâbıâli'ye kilit vurulduğunu görüyoruz. Harb-i Umumî'ye ve o döneme ait vesikalarımız yoktur. Bulgarlara satılan evrakı da bana İbrahim Hakkı Konyalı anlattı. Konyalı'nın dediğine göre arabalardan birtakım kâğıtlar düşüyor, yollara saçılıyor, bakıyor bunlar bizim Tapu Defterlerinin parçası. Onun üzerine Başbakanlığa yazı yazıyor. Kimse ilgilenmiyor. İnönü'ye kadar yazıyor. Sonuçta ilgileniliyor, sevkıyat durduruluyor ve bir kısım satılan belge de geri alınıyor.
Stanford Shaw da anlattı: “Ben Bulgaristan'da bu belgeleri gördüm ve çok güzel tasnif etmişler. Bu tasnifi kimseye göstermiyorlar, fakat ben gördüm.” demişti. Shaw'un da vefat ettiğini duydum. Shaw çok kısa ve özlü yazardı. Makaleyi tam kıvamına oturturdu. Shaw, çok dikkatli adamdı. Dikkatli çalışır ve az yazardı. Okunması çok kolaydı. İngilizce iki ciltlik Türkiye Tarihi yazdı. O kitapla mukayese edilebilecek Mithat beyin II. Meşrutiyet ile ilgili bir kitabı vardır. Mithat Bey çok kolay yazar ve yazdığını okuturdu. Çok dikkatli bir çalışma sonucu Shaw hiçbir şey atlamamıştır. Çalakalem yapılan çalışmalar değildir. Bizde arşivde çok kişi çalışma yapmıştır ama, vesikalara dayanarak yapılan bu çalışmaların çok azı kitaplaştırılmıştır. Zaten bizde arşiv araştırması da çok yeni bir şeydir. Yıllar içerisinde Heath Lowry, Machiel Kiel gibi birçok araştırıcı ile kalıcı dostluklar tesis ettik. Heath Lowry hakiki bir Türk dostudur. Amerikan kültür ataşesidir. Benim o zamanlar Amerika'ya gitmem için şahsî olarak birtakım kolaylıklar gösterdi.


Turgut Işıksal, Machiel Kiel araştırma salonunda

Arşiv'e girdiğimden itibaren kimse bir şey sormadı, öğretmedi. Ben İngiltere'ye gidince arşivciliği öğrendim. Orada arşivcilik tahsil ettiğim için de müftehirim. Bizim zamanımızda depo memurları çoktu. Bizden öncekilerden bir Niyazi Bey vardı depocu olarak. O bütün depolara hâkimdi. Depoları iyi bilir istediğini çıkarır, istemediğini çıkarmazdı. Sonraları depo görevlilerinin sayısı arttırıldı. Arşivin eski Hazine-i Evrak deposu çok soğuk olurdu. Belge çıkarmak için de İbrahim (Sivrikaya) koşardı depoya. Okuyucular da gelmezler, gelmezler, en soğuk günde gelirlerdi.

Eskiden Cumartesileri öğleye kadar çalışılırdı. Böyle bir Cumartesi günü kar diz boyu idi. Bugün okuyuculardan kimse gelmez diye düşünürken bir de baktık ki Seyfettin Özege çıkageldi. Özege âlim adamdı, kitaplarını da Erzurum Atatürk Üniversitesi'ne bağışlamıştı. Arşive o sıralarda her gün gelirdi. O soğuk karlı günde de bir tek o gelmişti. Eskiden çaylar, kahveler araştırma salonunda içilebilirdi. Tedkikçi bir binbaşı emeklisi vardı. Bir gün elinde sigara ile belge incelerken uyuya kalmış, bir gümbürtü koptu, bir de baktık adam yerde. Oturduğu sandalyeden yere düşmüş.
Arşiv'e Emeği Geçmiş Bazı Simalar
Benim yetiştiğim eskilerden Musa Adıga çok yaşlı bir adamdı. Kavalalı Mehmed Ali Paşa sülalesinden bir prens de vardı arşivde çalışan. Salih Amca denirdi. Mısır adına Paris'te görevli iken bir suikasta da maruz kalmış, ama atik davranarak suikastçıdan önce davranarak adamı haklamış. İlk başlarda pek genç yoktu çalışan. Çok yaşlı zar-zor yürüyen eski adamlarla çalışırdık. Murtaza Dede bizden önceki nesildendi. Bizden önceki neslin, bizim nesil kadar arşivciliğe hâkim olmadıklarını düşünüyorum. Bizim devremizde artık kendini geliştirmiş, dünyayı ve arşivi tanıyan bir nesil yetişmişti. Sayıca az olsalar bile nitelikliydiler. 

Turgut Işıksal, Rauf Tuncay iş önlükleriyle beraber

  Rauf Tuncay bizim cemiyette kıymeti anlaşılmamış büyük bir adamdır. Kendisi eski eserlere, yazıya çok meraklıydı. Siyakat, sülüs gibi yazıların derslerini alır, çalışırdı. Minyatür yapardı, ressamlığı vardı. Bursa'da medfun Osmanlı padişahlarının türbelerindeki nakışların estampajlarını almıştır**. Çok bilgili adamdı. Benden bir sene ileri idi ama İstanbul Tarih'ten aynı sene mezun olduk. Fransız konsolosluğuna gitti, Fransızca dersi aldı ve orada Türk sanatı üzerine rahatlıkla Fransızca konferans verdi. Kendisi, zannediyorum Haydarpaşa Lisesi'nden mezun idi.
Ziya Esrek eski yazıya çok düşkün biriydi. Tıp Fakültesi'ne girmiş ama tıp onu cezbetmeyince ayrılmış. Eski yazılarla uğraşmaya başlamış. Tesadüfen Arşiv'e gelmiş ve onun tam da aradığı yer olduğundan huzur içinde çalışmaya başlamış. Arşivde sürekli yazılarla haşır neşir olurdu.
Ziya Eşrefoğlu diyebilirim ki arşivi yeniden kurmuş olan adamdır. Beş numaralı depodaki karmakarışık vesikaları düzenlemiş tasnif etmiştir. Çok büyük emeği vardı ve hiç takdir edilmemiştir. Bir ara Genel Müdür Yardımcılığı da yapmıştı. Bursalı Eşrefoğlu Rumî sülalesindendi ve bizim ev komşumuzdu. Oğlu Eşref Eşrefoğlu ile ben de birlikte çalıştım. Çok hürmete lâyık bir adamdır. Daha sonra Arşiv'den ayrıldı ve öğretmenliğe intisap etti. 1987'de yeniden Arşiv'e müracaat etmiş ama Osmanlıca bilmiyor gerekçesi ile imtihanı kazanamamış. Çok yazık etmişler.
Fazıl Işıközlü asker kökenli idi. Talimlere çıkarken elinde defter, İngilizce, Fransızca çalışırmış. Bu adam askerliğe yaramaz diye bir anlamda kovulunca soluğu Arşiv'de almış. Askeri maaşı 30 lira olduğu hâlde tenzilen 25 liraya ile Arşiv'e geldi. Çok iyi belge okurdu. Çok güzel siyakat bilirdi. Mithat Bey onu Genel Müdür Muavini yaptı. O zamanlar siyakat bileni parmakla gösterirlerdi. Fazıl Bey çok iyi arşivistti ve Osmanlı tarihini de çok iyi bilirdi. Yurtdışında arşivi temsilen epeyce kongreye gitmiştir.
27 Mayıs'dan sonra da birtakım emekli askerler Arşiv'de çalışmıştır. Bunlar on kişi kadar vardılar. Süvari Albay Nusret Bey, Albay Haydar Bey gibi isimleri hatırlıyorum. 1960'lı yıllarda Arşiv'de otuz kişi kadar çalışan emekliler heyeti vardı. Dündar Günday da 27 Mayıs'tan sonra gelmişti. Kendini göstermek için kitap hazırlamaya çalıştı. Aslında bu işlerin adamı değildi. Benim sevdiğim adam Prof. Dr. Cengiz Orhonlu idi, ömrü vefa etmedi genç yaşta vefat etti. Bizden sonraki nesilden Tülin Aren vardı, Sadun Aren'in gelini, çok akıllı bir kızdı. Voleybol takımımızın esaslı oyuncusuydu. Başkaptan olan lakâbını ona ben takmıştım. İstanbul Üniversitesi'nden emekli oldu.

Oturanların sırasında ortadaki
 hanımefendi Turgut Bey'in eşi Cavide Hanım. 

Bizim dönemimizde Arşiv'de sürekli tasnif yapılıyordu. Bütün fonların tasnifinde çalıştım. Hatt-ı Hümayun tasnifinde çalışırken eski yazı katalogları eşim Cavide yeni yazıya çeviriyordu. Biz de ona yardım ediyorduk. Böylece yeni Hat Kataloglarını meydana getirdik. Ben 2 Numaralı Depo'da çalışırdım, eşim de orada çalışır ve katalogları daktilo ederdi. Rahmetli eşim Cavide Hanım, Tarih bölümünden sınıf arkadaşımdı. Ben fakülteyi bitirip arşive girince Cavide de bana özenerek Arşiv'e girdi ve işe başladı. Orada arkadaşlığımız ilerledi ve evlendik. İki çocuğum var, oğlum Derya ve kızım Sema. İki de torunum var. Cavide'nin bilhassa daktilo işleri mesaiden sonraya sarkardı. O sıralarda Fatih'te oturuyorduk. Mesaiden sonra eve gider çocukları alır ve belediye otobüsüyle Arşiv'e geri dönerdim. Çocuklar da bahçede koşar oynardı.
Bunca yıl sonra geri dönüp baktığımda bir arşivci olarak çalıştığım için çok mutlu oluyorum.
 “Arşiv Dünyası Dergisi, sayı 11, Temmuz 2008, s.23-28″ de yayınlanmıştır.
[Bu röportajın yayınlanmasından sonra 26 Mayıs 2010 tarihinde vefat eden Turgut Işıksal'a Allah'tan rahmet diliyoruz]


*   Başbakanlık Osmanlı Arşivi - İstanbul.
**   Estampaj: Metal, tahta vb. üzerine resim basma, çoğaltma usulü.

Hiç yorum yok: