30 Haziran 2012 Cumartesi

TARİHİMİZE IŞIK TUTANLAR: MEHMET GENÇ


 Sinan ÇULUK

Doç. Dr. Erol ÖZVAR’ın düzenlediği “Tarihimize Işık Tutanlar” isimli konferans serisinde 12 Mayıs 2006'da Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde Sayın Hocamız Mehmet Genç’in arşiv çalışmalarından ve akademik hayatından kesitlerin soru cevaplarla ortaya konduğu bir program yapıldı. Biz de okurlarımızı bu güzel programdan mahrum bırakmamak için bilhassa arşivlerimiz ile ilgili bazı bölümleri sizlere sunuyoruz. Katkılarından dolayı Doç. Dr. Erol Özvar’a teşekkür ederiz.

Dr. Mehmet GENÇ Kimdir:
 Artvin-Arhavi’de 1934’te doğdu. Haydarpaşa Lisesi’ni 1953’te, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesini 1958’de bitirdi. Kısa bir süre Ankara Valiliğinde maiyet memurluğu ve Şereflikoçhisar kazasında kaymakam vekilliği yaptı. 1960’ta İ.Ü. İktisat Fakültesi-Türk İktisat Tarihi asistanı olarak Ömer Lütfi Barkan’ın yanında çalıştı. 1983-1999’da Öğretim görevlisi olarak Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde İktisat Tarihi ve Tarih Metodolojisi dersleri verdi; 1999’da emekli oldu. Ayrıca İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde Yüksek Lisans ve Doktora sınıfında Tarih ve Sosyal Bilimler dersleri ile İ.T.Ü. de İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümünde Osmanlı İktisat Tarihi dersleri verdi. Evli ve iki çocuk sahibi Hoca’mız kırk yıldır Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde araştırmalarını sürdürmektedir. 1996 yılında İstanbul Üniversitesi tarafından fahri doktora payesi verilmiştir. Osmanlı İktisat Tarihi sahasında çok sayıda makale ve kitabı  olan Hoca’mızın Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi  isimli eserine, Aydın Doğan Vakfı özel ödülü verilmiştir.


«...Bütün batılı kaynakların bana öğrettiklerinin Osmanlı’nın ekonomisini (Osmanlı’nın yalnızca ekonomisini, başka taraflarını öğrenmeye hiçbir şekilde yetmez) anlamaya yetmediğini gördüm ve neticede Mayıs 1966’da arşive girdim. O sıralarda ben seyahatnameleri, yabancı literatürü bulmak için on kadar kütüphanede çalışmıştım. Kütüphanelerimizi size anlatayım… Kütüphaneye girdiğinizde memurun mutlaka abus bir çehre ile “yine bir Allah’ın belası geldi bakalım ne yapacak, ne isteyecek” tarzındaki bakışları yüzünden okunur. Kataloglara bakarız üç-beş kitap tespit ederiz.  Bir tane fiş doldurur veririz. O kitap gelir, bir daha isteriz o da  gelir, ama öyle yavaş ve sallanarak ki, üçüncüsünü yazmaya cesaretin kırılır. Ama ne çare, ihtiyaç var, kitap lazım, üçüncüsünü de yazarız. Kütüphaneci “Yoo, bu ikisini oku, ondan sonra” der. İstisnasız bütün kütüphaneler böyleydi.

Arşive girdim, bambaşka bir iklimdeydi. Osmanlı dünyasından bir bahçe... Müdürü, muavini, müstahdemi, vefat edenlerine Allah rahmet eylesin, hepsi bu kütüphane atmosferinden tamamen uzak, son derece anlayışlı insanlardı. Bu iklimi daha sonra Amerika’daki kütüphanelerde de gördüm, gidenleriniz bilir. Oraya gider gitmez bir kart çıkarırlar. Serbestçe girip çıkarsınız. Kütüphanecinin “bir insan geldi ve şimdi işimi yapma fırsatı buluyorum” diye gözleri parlar. Etrafınızda pervane olur. Yüz kitap isteseniz yüzünü de getirir. Ayrıca bilirler de keratalar; “sizin konu ile ilgili şu kitaplar da var, ayrıca şu eserler de var ama onlar bizde yok. Eğer kalacaksanız biz onları Şikago’dan Kaliforniya’dan getirtiriz” de derler. Bizim arşiv bu tipteydi. Son derece anlayışlı, yardım etmek için çırpınan insanlardı.

İlk çalışmamı, “Malikâne”yi, arşive girdikten yedi sene sonra, 1973’de yaptım. Çalışma esnasında askere gittim. 15 günlük rapor-izin aldım. Bir seminere tebliğ hazırlıyordum. Bir ayda olması mümkün değil. Çok sayıda defter lazım… Şimdi bile vermezler o kadar defteri. Bir Zührap Efendi vardı, bana bir günde otuz belge ve defter getirirdi. Daha istersen getirebilirlerdi. Müthiş anlayışla yardım için düzenlenmiş bir muhit vardı.

Küçük bir yerdi, çalışan araştırıcıların sayısı da 15-20’yi bulmazdı. Çoğu yabancılardı o zamanlar. Amerikalılar sayıca başta geliyordu, onlardan sonra Fransız ve Almanlar vardı. İngilizlerden bir tek Caroline Finkel vardı. Onun dışında İngilizler artık çekilmişlerdi arşivden zannederim. 1966’dan 80’lere kadar arşive gelenlerin çoğu yabancı idi. Belki de yarıdan biraz fazla. Bunların da çoğu dediğim gibi Amerikalı idi. Şimdi değişti, Amerikalılar tek-tük, çoğu da Amerika’da çalışan Türkler onların yerini aldı, şimdi birinci sırada artık Japonlar geliyor. Salonda her zaman iki-üç Japon var. Tokyo’daki İslam Medeniyeti Araştırma Merkezi’nden devamlı tez yapmak üzere gönderiliyorlar.

Mehmet Genç - Erol Özvar

Arşive niçin girmek istedim? Osmanlılar çağdaşı olan batı dünyasında meydana gelen değişmeler karşısında ne yaptılar? Özellikle modern iktisadi dönüşüm karşısındaki tavırları ne oldu? Osmanlı ekonomisinin 20. yüzyıl başlarında batıdaki gibi gelişkin bir ekonomi olmadığı muhakkaktı. Bu nasıl oldu da çok yakın oldukları Avrupa ile her türlü ilişkilerine rağmen oradaki değişmelerden nasibini almadı. Bunun için Osmanlı sanayii üzerine araştırma yapmak istedim. Batıda modern iktisadi dönüşüm, sanayi devrimi ile başladı ve oradan bütün dünyaya yayıldı. Osmanlılar bu devrim karşısında neler yaptılar. Osmanlı sanayii nasıl değişti; yok mu oldu, uyum mu sağladı? Bunları araştırmak üzere yabancı kaynaklardan topladığım bilgiler bana yetmedi. Bunlardan 18-19. yüzyıl Osmanlı sanayii ve ekonomisinin değişimlerini ve dönemler arası farkları ortaya koyacak yeterli nicel veriler ortaya çıkmadı. Bunları Osmanlı belgelerinde aramaktan başka bir ümidim kalmadı. Ondan sonra arşive girdim. Basılı kitaplardaki Osmanlıcaları okuyordum ama belgelerden korkuyordum. El yazısı, üstelik siyakat ve divani türlerinin şöhreti var zorlukları yüzünden. Fakat başlangıçta arşivde çok iyi memurlar vardı. Ziya Esrek (herhalde rahmetli olmuştur) son derece iyi okuyordu ve çok yardım ediyordu. Üç kelimeden birini okuyamadığımız oluyordu ve ona gösteriyorduk. Fakat çok hızlı bir şekilde öğrenmek mümkün oldu. Osmanlı kâtipleri çok önemli adamlar, yaptıkları işe çok ciddi şekilde önem verdiklerini ve bu işi iyi bildiklerini bu belgeleri okurken anlıyorsunuz. Diyelim bir kelimeyi okuyamadınız; o kelimede ne vardır? Bir kâf, bir vâv, bir de mim vardır. Garip bir şekilde yazılmıştır ve acemi olduğunuzdan okuyamıyorsunuz. Bir kere okuduğunuzda o hiç mim’e benzemeyen mim’in başka yerlerde de aynı şekilde yazıldığını görürsünüz. Bir iki kelimeyi okuduktan sonra çorap söküğü gibi izlemek son derece kolay... Matbaayı neden almadıklarını o defterlerdeki yazıların intizamına baktığı zaman insan anlıyor. Estetik bir zevkle yazıyorlar. Ayrıca dili çok iyi kullanan kâtipleri var. Bir vesile ile bahsetmiştim, biliyorsunuz Osmanlı cümlesi bitmiyor. Nokta virgül hak getire; yazı başlar, bitince de nokta koymaz, bittiği belli oluyor zaten, diye düşünürler. O uzun cümlelere nasıl kumanda edebildiklerini merak ettim. İstediğimiz belgeler arasında hepsi son nüsha değil, kenarları kırmızıyla çizilmiş müsveddeler de geliyor. O düzeltme nüshalarının ilk müsveddesine baktım, çizilmiş olanları inceledim, acaba orada bir yanlışı mı vardı ki düzelttiler diye. Kırk yıl oldu bu müsveddelerde hiç gramer hatası görmedim ben. Asıllarında zaten yok.

Ben çok çeşitli sosyal bilimden gelen biraz teorik, biraz hipotezlerle bir tarih çalışması yaptım. İlk hipotezim Osmanlı devleti merkezi büyük bir devlettir. Bu devlet vergisiz yaşamaz, herkesten vergi almıştır. Benim araştırdığım sanayiden de vergi almıştır. Bulma ihtimali yüksektir diye arşive girdim. Hakikaten kayıtları buldum, merkezi devlet gayet muntazam cilt cilt defterler tutmuş ve Basra’dan Budapeşte’ye kadar her köyün, her kasabanın, geçidin kayıtları var ve vergileri de belirtilmiştir. Bu benim yaptığım ilk hipotezdir ve doğrulanan tek hipotezdir. Ondan sonraki hipotezlerin hepsi yanlış çıktı. Bulduk verileri ve ondan sonra tamam dedik. Mesela en çok bulunan seri bilirsiniz; Başmuhasebe. En önemli maliye bürosudur ve orada imparatorluğun kenar eyaletleri yer alır. Yumurtanın beyazı ve kabuğu gibi... Bütün kenar eyaletleri Girit, Mora, Bosna, Belgrad, Eflak, Buğdan, Kırım, Trabzon, Erzurum, oradan aşağıya Suriye, Bağdad, Basra ve Kıbrıs, Mısır’la kapanır. Başmuhasebe bu bölgeleri içine alır. Tokat da dâhildir, mesela Tokat’ın meşhur basmahane, boyahane ve çok gelişkin dokuma sanayii vardır. Başmuhasebe defterinin büyüklüğü 500 büyük boy sayfa. Tokat nerede, mesela diyelim 186. sayfadadır. 1700 senesine ait bu defterden 50 sene sonraki defteri alın, yine 186. sayfada görürsünüz. Aynı sistem içinde 200 yıllık seriler var, aradığınızı kolaylıkla buluyorsunuz.

Ondan sonra başıma geleni belki okuyanınız vardır. Bu rakamların hep aynı kaldığını gördüm. 1700’de neyse 1750’de de Tokat Basmahanesi’nden 10000 kuruş vergi alındığını gördüm. 1700’de 10000, 1750’de 10000, 1800’de 10000, 1850’de de 10000 kuruş. Hâlbuki 1700’den 1850’ye yirmi misli enflasyon var. Bire yirmi olması yani 200000 kuruş olması lazım. Bunları anlayıncaya kadar akla karayı seçtim. Bunları kaydediyorsunuz ve hiç böyle bir şey beklemiyorsunuz. Bütün rakamlar dökülsün ondan sonra analiz yapmak ve dalgalanmaları göstermek istiyorsunuz. Hangisi büyüyor, hangisi değişmeden kalıyor. Ama bunlar ölü adamın elektrosu gibi dümdüz gidiyor. Benim hayatımı kaydıran gözlem bu oldu. Bunu düzeltmek için işimi bıraktım. Bu rakamlardan Osmanlı endüstrisindeki değişmeleri inceleyecek ve tez yapacaktım. Burada bir deprem fıkrası vardır. Ben bunu yaşadım. Pasifiklerde müthiş bir deprem olmuş. Muhabir gazetesindeki editörüne olayı anlatıyor. -Caddeler yarılmış, alevler aralardan fışkırıyor, insanlar enkaz altında ve müthiş bir kaos var. Üstelik Tanrı da bir dağın tepesine oturmuş bunu seyrediyor. Editörden hemen bir cevap geliyor. -Depremi falan bırak, hemen Tanrı ile bir mülakat yap, mümkünse bir de fotoğrafını gönder. Benim yaptığım da bunun gibi, hemen tezi bıraktım ve Tanrı ile röportaj yapmağa karar verdim.

Osmanlı bürokratları delirdi mi, niçin böyle aynı rakamları tekrar edip duruyorlar? Bunu sormamızın sebebi de gene Osmanlı bürokratları. Çünkü birkaç sene onların yazdığı belgeleri inceledikten sonra anladım ki son derece akıllı, yetenekli ve işlerini mükemmel yapan profesyoneller. 70 yaşımı geçmiş bulunuyorum. Türkiye’de işini mükemmel yapan çok az insana rastladım. Ama bu belgeleri incelediğim zaman işini iyi yapan insanların bu belgeleri meydana getirdiğini gördüm. Bunların bir bildiği, iki yüz sene değişmeyen rakamları yazmalarının bir sebebi olmalıydı. Beş-on sene sonunda bu durumu çözmek mümkün oldu. Aptallıktan değil, çok akıllı şeyler yaptıkları için böyle kayıtlar tuttukları ortaya çıktı.

Prof. Dr. Ömer Lütfi BARKAN, ben yanına asistan olduğumda artık arşive gitmiyordu. Ama Barkan’ın emrinde bir enstitü vardı ve tüm fotokopiler oraya geliyordu. Arşive gitmesine gerek yoktu. Burada tarih çalışması yapanlar için önemli olabilir; Hoca’nın söylediği bir sözü aktarayım. Dedi ki; “Fotokopileri alıyorum fakat yetmiyor, Arşive gitmek istiyorum ama gidemiyorum. Bir kere koptu mu insan, bir daha zor geliyor...” Onun için ben haftada bir gün, yarım gün, bir saat de olsa arşive giderim.

Osmanlı Arşivi halen büyümekte, genişlemekte olan bir arşiv. Devamlı yeni kaynaklar fonlar ortaya çıkıyor, tasnifi devam ediyor. İlk başladığım zamanlarda arşiv çok küçük bir yerdi. Osmanlı belgelerinin çok küçük bir bölümü tasnif edilmişti ve onlar araştırıcılara sunuluyordu. Sonra arşive devlet müdahale etti. Devlet arşivin farkına vardı rahmetli Özal zamanında.  Bu da çok hayırlı bir şey oldu. Onun da sebebi tabii ki bu giderek yoğunlaşan Ermeni meselesi. Arşivin bütün dünyaya açılması, bütün fonlarının bir an evvel tasnifi ve kullanılması için bunu yaptılar. Aşağı yukarı yirmi yıl oldu. 1985’de başladılar o tarihten bu güne muazzam yeni kaynaklar ortaya çıktı. İlk başladığım zamanlarda bunlar olsaydı çalışmalar çok daha hızlı olurdu. Özellikle iktisat tarihi için önemli olan kaynakları Osmanlı kâtipleri ciddiye alıp yazmışlar, ama sonrakiler onları bir kenara atmışlar. Daha çok önem verdikleri siyasi nitelikteki belgeler. 1985’ten sonra bu tür belgeler tasnif ediliyor ve Osmanlı iktisadi ve sosyal tarihi hakkında yeni ufuklar açılıyor.

Osmanlı Arşivi aslında Babıâli’nin arşivi. Bir de Topkapı Sarayı Arşivi var. Padişahın ve ofisinin ilgilendiği, meydana getirdiği veya talep ettiği belgelerden oluşuyor. Onların bir özelliği de çoğu padişaha sunulan belgeler olduğu için gayet okunaklı, çok düzgün yazılmış olmalarıdır. Padişah okuma-yazma bilmediği için değil, çok büyük, baş bürokrat olduğu için. Biliyorsunuz Yeniçeri Ocağı’nın bir numaralı yeniçerisidir. Bürokrasinin de en çok çalışan memuru gibidir. Padişah sabahtan akşama kadar okur, yazar. Onun için okunaklı olsun diye düzgün belgeler gönderilmiştir. Saray arşivinde az sayıda ama son derece önemli belgeler vardır. Ben Başbakanlık Arşivi’ne geldiğim sıralarda, aynı zamanda Topkapı Sarayı’na da gidiyordum. O zamanlar aynı BOA gibi açıktı, serbestti, kütüphane ve arşiv görevlileri yardım ediyorlardı. Fakat sonra arşiv görevlileri biraz evvel bahsettiğim kütüphane görevlileri gibi oldu. Kütüphanelerin mantığı şudur: Kitapları mümkün olduğu kadar kimseye vermeden kirletmeden yerinde muhafaza etmek. Bu Hoca’nın peynir kavanozunu yalamak gibi bir iş. Topkapı Sarayı Arşivi de bu tip oldu. Bu arşivin fikri, belgeleri saklayarak ve mümkünse kimseye göstermeyerek korumaktır. Belgeleri korumak tabii ki önemlidir ama bu, belgenin kullanılmasını sağlayacağı için önemlidir. Siz onu gizlerseniz, kilit üstüne kilit koyarsanız, onlar kıyamete kadar kapalı kalacaksa, kimse o belgeleri okuyamayacaksa, yakın gitsin. Topkapı Sarayı Arşivi maalesef bu durumda… Arşivine giremezsiniz, izin isteyeceksiniz. Orada birkaç memurun aklına göre buna izin vermiyoruz derler. Diyelim ki verdiler, verilenler anlatıyor, bana izin vermedikleri için bilemiyorum. Bir belge veriyor mesela, diğerini konu harici diye vermiyor. Gerçi o kanunda birileri yazmış, başvuru konusu neyse onunla ilgili belgeleri görebilirler diye. Ama o maddeyi BOA’da uygulamıyorlar. Çünkü araştırıcıdan daha iyi o belgenin kendisini ilgilendirip ilgilendirmediğini kim bilebilir. Topkapı’da diyor ki “bu belge seni ilgilendirmez, senin konuna girmez.” Yahu etme, eyleme, benim konum şöyledir, şöyle bir tarafı da vardır gibi her belge için bir rapor vereceksiniz, arşiv memurunu ikna edeceksiniz, o da size belgeyi verecek. Kısaca Topkapı Sarayı Arşivi fiilen araştırmaya kapatılmış durumdadır. Ama Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Türkiye’nin yüz akı bir kurumudur. Enternasyonal Osmanlı araştırmacıları geliyorlar ve çok rahat bir çalışma ortamı buluyorlar, hatta Avrupa ve Amerika’dan daha rahat bir ortam buluyorlar. Bu da Türkiye lehinde bir tanıtma faaliyetidir.

Başbakanlık Arşivi’nin çok önemli  yayınları da var. Mesela Mühimme Defterleri var ki Osmanlı Divanı’nın, en yüksek Osmanlı organının kararlarını içeren, 1540’lardan 1900’lere kadar 266 ciltlik son derece önemli bir seridir. Bu seriden 8-9 cildi yayınlandı. Fakat bunlar Avrupa’da 19. yüzyılda tamamlanmış olan faaliyetlerdir. Osmanlı tarihi, dünya tarihinin hala kara deliğidir. Bu seriler çok daha evvel, çok daha düzgün şekilde yayınlanmış olmalı idi. Eskiden de zor değildi, yapılabilirdi, ama eskiler yapmadılar. Şimdi yapıyorlar, bilgisayara da geçiriyorlar.

Benim çalışmaya başladığım 60’larda sadece tez yapan insanlar geliyorlardı ve az sayıdaydı. Hiçbir zaman on  kişiyi geçmiyordu. Bunların altı-yedisi de yabancıydı. Araştırma salonunda kahve, sigara içilirdi. Bir tarafta belgeler var, kahveler gelir, sigaralar da yakılırdı. Müteveffa Guboğlu, Gagavuz Türkü, Romen âlimi bir gün kahveyi belgeye döktü. Ondan sonra kahve yasaklandı. Daha sonra bütün dünyadaki sigara yasağı arşive de girdi. Şimdilerde yazları araştırma salonunda çalışanların sayısı seksen kişiyi buluyor. Çoğu da Türk’tür. Yabancı az, olanların çoğu da Japon. Çok büyük çalışmalar da yapılıyor. Fakat Osmanlı Tarihi’ni tanıyor muyuz diye sorarsak başlangıçtayız diyorum. Son zamanlardaki çok sayıda tezin içinde yenilik içerenler az. Daha çok düşünen, daha çok analiz eden zihinlere ihtiyaç var. Arşivde belge çok, onlardan bazılarını seçip yeni yazıya aktarmakla yetinen tasviri tezler yapmak kolay bir şey. Şimdiki tezlerin bu düzeyi aşanları maalesef az, onların çoğalması lazım.

Araştırmaya arşive girmekle başlayanlar vardır. Arşivi okuyarak ilim yapmanın imkânı yok. İnsan daha evvel ne yapacaksa ilmini öğrenmiş olmalı. Arşiv bir okyanustur. Okyanusun hangi kaynağını nasıl kullanacağınızı bilmek lazımdır. Bir teorik formasyon şarttır. Artık klasik deskriptif tarihten biraz çıkılıyor bütün dünyada. Tarih sosyal bilimler grubu içinde yer alıyor, mutlaka sosyal bilimlerden bir ikisine dayanmak, onunla yakın ilişki içinde olmak lazım. Tarihçinin kafasında teorik bir hazırlık mutlaka olmalı, tasavvur olmalı, problem olmalı, bu problem nasıl araştırılır, onu bilmeli, seçmeyi bilmeli, yoksa arşiv müthiş bir umman. Önceden hipotezler kurulmalı, arşiv belgeleri bunları doğrulamazsa yeni hipotezlere geçilmeli, incelediği belgelerle teorik düşünce arasında sürekli geliş gidişler olmalı. Zihnini o belgelere dayanarak ıslah etmeli.

Bugünlerde arşivde Diyanet İslam Ansiklopedisi için Nazır maddesini yazdım. Birikmiş belgelerim de vardı ama yetmedi. Arşive gittim ve topu topu iki sayfalık bir şey için üç ay uğraştım. Birçok deftere baktım. Halen birkaç konu var üzerinde çalıştığım. Kırk yıldır çalışıyorum hiç görmediğim o kadar çok şey var ki, her seferinde yeni bir şey öğreniyorum. Hayretle bu da mı vardı? demediğim gün olmuyor.»

 

"Arşiv Dünyası Dergisi, sayı 8, Haziran 2006, s.48-50" de yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok: