Mehmet EMRE
Öncelikle İngiliz müstemlekecilerinin taktığı bir isim olan “Ortadoğu” kavramına bir tahsis koymak lazımdır. Biz bu coğrafyaya her ne kadar “Güneybatı Asya” demeyi tercih ediyorsak da, artık alem olmuş bu isimden kurtulmak, bizden sonraki nesillerin işi gibi gözüküyor. Şimdilik biz de naçar bu tanımla coğrafyayı belirliyoruz.
Yıllardır ABD’nin Ortadoğu politikalarının
yönlendiricisi, bazı Türk aydınlarına göre Türk dostu! tarihçi Prof. Bernard
Lewis ilerlemiş yaşına rağmen Amerikan yönetimi üzerindeki etkisini henüz
kaybetmediğini geçenlerde ortaya attığı iddiası ile gösterdi. Güya “İran, Miraç
Kandili gecesinde ortalığı kasıp kavuracak ve insanlığı dehşete düşürecek bir
saldırı hazırlığı içinde imiş”. Bu iddianın daha aslı-astarı sorgulanmadan
İngiltere’nin yine İslamcı teröristlerin uçaklarla gerçekleştirecekleri bir
saldırı tehdidine maruz kaldığı ve Pakistan’lıların ihbarıyla zanlıların
yakalanarak saldırının önlendiği iddia edildi. Üstelik basına yansıdığı
kadarıyla İngiliz vatandaşlarından bile, oynanan oyundan şüphelenenlerin
sayısı, inananların sayısını geçmişti. Ülkemizde anlı-şanlı birçok şahsiyet bu
palavralara bakarak, emperyalistleri saldırılarında haklı gösteren bir üslup
kullanarak, içeriye dönük ahkam kesmeye devam ediyor. Yüzlerce yıldır süren bir
mücadelenin tarafı oldukları halde bilinç düzeyleri itibarıyla bir Bernard
Lewis kadar kendi tarihlerine vakıf olmadıkları anlaşılıyor. Eğer bunlar
Selahaddin Eyyubi’nin 27 Receb 583 - 2 Ekim 1187’de bir Miraç Gecesi Kudüs’ü
Haçlıların elinden kurtardığını bilselerdi böyle mi davranırlardı acaba?
Levis’in korkularının kaynağı ve ABD’yi tahrik metodu böyle rumuz ve simgelerle
anlaşılıyor ki sadece “İslam”dır.
Kudüs, Hz. Ömer tarafından fethedildiği 638 yılından,
Haçlılar tarafından işgal edildiği Temmuz 1099’a kadar bir İslam toprağı idi.
Herkesin bildiği gibi Hz. Ömer’in bizzat Kudüs Patriğinden savaşsız teslim
aldığı Kudüs’te Hıristiyan ve Museviler de “ahd ü eman” içinde Müslümanlarla
birlikte yaşamışlardır. Haçlılar işgal sırasında ve ertesinde sadece
Müslümanlara değil, bu bölgedeki her din ve mezhepten insanlara büyük acılar ve
katliamlar yaşatmışlardır. Ortadoğu insanının birlikte yaşama tecrübe ve
isteğine büyük zarar veren, günümüzde hâlâ aynı merhametsiz saldırıların
gerçekleştirildiği bu topraklar, öncekilerde olduğu gibi yine zalimlerin
elinden kurtulacaktır. Şunun şurasında İsrail Devleti’nin mazisi, Haçlıların
buralarda geçirdikleri zamanın ancak çeyreğine tekabül ediyor. Öncekiler nasıl
gittilerse, bunlar da öyle gidecekler.
ABD başkanı Bush 11 Eylül sonrasında “Haçlı Seferi’ni
başlattığını” ilan ederken de bu B. Lewis onun akıl hocalarından en önde
geleniydi. Aynı zamanda bizden de bir çoklarını, kastedilenin bildiğimiz Haçlı
Seferi olmadığını, uzun ve sürekli bir savaş kastedildiğini inanmamıza yönelik
bir üslup geliştirmeye yönlendirdiler.
Haçlıların 13. yüzyılda Ortadoğu’dan kovulmaları ve
1571’de Kıbrıs’ın fethi ile tamamen İslam coğrafyası olarak şekillenen bu
topraklarda, Napolyon’un Mısır’a asker çıkarmasına kadar batılı olarak sadece,
ahidnamelerle korunmuş konsolos ve tüccarlar gezebiliyorlardı. Darülharb
kültürünün unutulduğu (ki günümüz müslümanlarınca sadece bazı fıkhi hükümlerin
uygulanabilirliliği tartışmalarının ötesinde bir anlamı olmayan, ama Osmanlı
döneminde SERHAD olarak adlandırılan bölgelerdeki tarz-ı hayat), askeri
faaliyetlerin sadece ufak tefek ayaklanmaların bastırılması şeklinde cereyan
ettiği “emin” sıfatını taşıyan Ortadoğu topraklarının sakinleri, yüzyıllarca
ecnebi orduları ile karşılaşmadı. Toplumsal refleksleri itibariyle
barındırdıkları şiddetin enerjisini, kendi kardeşleri ile ihtilaflarında
döktükleri kanla dışarıya attılar. Gün oldu mezhep kavgası, an oldu aşiret
savaşları yaptılar. Osmanlı Ordusu bayraktarlığını yaptığı dünyanın, her zaman
sinsi batılı düşmanlarına uçlarda, cephelerde bir an nefes aldırmadan mücadele
ettikçe, insanlığın en eski savaş kültürlerinden birine sahip Arap dünyası,
İbn-i Haldun’u yalanlamak istercesine hep bedevi kaldı. Kendi içinden çürüyen
bir toplum halinde uyuşuk, etkisiz ve teslimiyetçi politikalar geliştirdi.
Osmanlı’nın güvenliği sağladığı bu emin ortamda
birdenbire Fransız Ordusunu Mısır’da gördük. Mısır’daki askerî çıkartmayı haber
alan III. Selim karşı tedbirleri almakta gecikmedi, ama bu topraklara tekrar
musallat olunabildiğini anlayan batı dünyası da, o günden bu güne, karşı
harekatı daima genişletti. Napolyon bu çıkartmayı yaparken beş yüz parçalık
donanmasından üç geminin Fransızların arkeoloji, filoloji, güzel sanatlar ve
tarih gibi alanlarda temayüz etmiş ilim adamlarıyla dolu olduğu biliniyor.
Fransızlar bu topraklara sadece işgal için değil, aynı zamanda yüzyıllarca
mağlubu oldukları doğuyu her yönüyle çözmeye geliyorlardı. Besmeleli, kelime-i
tevhidli duvar ilanları ile Mısır Müslümanlarının çoğunu kandırmayı başardılar.
İşgalci değil, kurtarıcı olduklarını, insanları özgürleştirmek için burada
bulunduklarını söylüyorlardı. Bugün için de takipçileri aynı şeyleri
söylemiyorlar mı? Ancak yine de Ezher Medresesi’nin öğrenci ve müderrislerinden
buna itiraz edenler vardı. Halep'teki Hz. Ömer Camii imamının oğlu, Halep
Türkmenlerinden, Medresetü’l-Ezher talebesi Kubatoğlu Süleyman, canı bahasına
Fransız generali Kleber’i hançerleyerek dengeleri alt-üst etmişti. Gelişen
olaylarla pılını-pırtısını toplayan Fransızlar Mısır’ı terkettiler. 80’lerde
Lübnan’daki Amerikan deniz piyadeleri üslerine, Filistinli Leyla ve arkadaşları
tarafından yapılan saldırıların ardından Amerikalıların Lübnanı terketmeleri
gibi. Anlaşılan, batılıların çözmek istedikleri doğu için, çalışacakları
çok dersleri vardı. Ataları Haçlılara korkulu anlar yaşatan bu “fedai”
geleneği, Hasan Sabbah’ın müridlerinden mi miras kalmıştı? Neden, Fransızların
Mısır’da döktüğü kanlar kurumadan, 1809’da Silvestre de Sacy Fransız
Enstitüsü’ne Haşişiler Hanedânı ismiyle bilimsel bir bildiri sundu. Ünlü
müsteşrik Hammer acaba Mısır’daki bu olaydan mülhem olarak mı 1818’de
“Haşişiler Tarihi” adlı üç ciltlik eserini yayınlamıştı? Soru soruyu getiriyor;
Acaba B. Lewis 1967 de neşrettiği “The Assassins, A Radical Sect in Islam”
(Türkçesi- “Doç. Dr. Ali AKTAN, Haşîşîler Ortaçağ İslâm Dünyasında Terörizm ve
Siyaset, İstanbul 1995.”) adlı eserini hazırlarken bugünün Filistinli intihar
eylemcilerini öngörerek, bunu çözmek için mi çalışmalar yapmıştı. Kitabında
sonuçlarının ne kadarını kamuoyu ile paylaştı, servis verdiği birimlerde farklı
raporları da var mı? Yoksa Haçlı seferlerindeki haçlı tarihçiler tarafından Haşhaşiler
ve kafaları haşhaşla bulanmış intihar eylemcileri denilenler de bizim
için farklı algılanması gereken insanlar mıydı? Üstelik hiçbir metinde
görülmeyen bu Haşhaşi kelimesinin de etimolojik olarak batıda yakıştırıldığı
bilinirken. Öyle ya; benzer ifadeleri Türk askeri için de kullandıkları çok
sayıda metin bugün elde mevcut. Bizim ceffelkalem Hasan Sabbah’ın müritleri
deyip geçtiklerimiz de farklı direnişçi kimlikler olmasın? Doğuda hiç
bilinmeyen, batıda “katil” anlamında kullanılan “assassin”, kelimesi, günümüzün
terörist yakıştırması gibi Müslümanlara çalınan bir iftira mıydı?
Osmanlı ordusundaki Azap askerleri, yoldaşlarının kendi aziz naaşları üzerinden
kale bedenlerine tırmanmalarını sağlamak gibi ulvi bir duyguyla, sadece şehit
olmak için canlarını feda edebiliyorlarsa, bu duygu “Hasan Sabbah’ın fedaileri”
genel tanımı içine sokulan gerçek direnişçiler için niye mümkün olmasın. Tabii
ki burada sıraladığımız soruların cevapları şimdiye dek bilinenlerden farklı
olmayabilir. Ancak tarihçiliğimiz açısından bu dönemlerin, günümüzün
algılamaları ile yeniden değerlendirilmesi gerektiğine inancımız tamdır.
Bugün Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da mücadele
edenlerin sîmalarına bakarsanız, o yüzlerin Anadolu Türkü’nden hiçbir farkı
olmadığını göreceksiniz. Anadolu’dan önce Cezire, Irak-ı Acem bölgelerine,
giderek Trablus ve Kahire’ye kadar yerleşen Türklerin torunları hala o
bölgelerde. IV. Murad’ın Bağdad’ın fethinden sonra Şii tehlikesine karşı Baküba
ve Hanikin’e yerleştirdiği binlerce Anadolu Türkü neredeler. Yoksa bugün
Irak’ta Sünni direnişin en yoğun olduğu bu bölgelerde Arap direnişçi olarak
bilinenler bu Türklerin torunları mı? Halep Türkmenleri, Trablusşam Türkmenleri
bizim ilgisizliğimiz ile bilhassa son yüzyılda Türkçe’yi tamamen unutarak
Arapça konuşur hale gelmişler. Oralarda unuttuğumuz akrabalarımız şimdi bize
ileri karakol vazifesi görmekteler. Bugün yoğunlukla nerelerde yaşadıklarını
bile bilmiyoruz. Ama Türkiye’deki Musevi Cemaati, İsrail’i protesto eden
tavrından dolayı Doğu-Batı Divanı’nın Türkiye programının sponsorluğundan
çekilebiliyor. Yirmi yedi bin kişilik bu cemaat İsrail ile ilişkileri güçlü
olduğu içindir ki, bu cesareti bulabiliyor. Bizim sınırlarımız ötesinde iki
Türkiye nüfusu kadar soydaşımız varken bi-haber yaşıyoruz. Bence burada
sorulması gereken en acı soru; biz Türklerin, yüzyıllardır bulunduğumuz bu
topraklarda, bugün olan bitenlerin geçmişteki izlerini takip edebileceğimiz
donanımımız var mı?
Emperyalist dünyanın bu coğrafyaya ilgisini sadece
“petrol ve enerji havzalarına sahip olma” fikri ile izah etmek biraz
materyalist bakış açısı olmuyor mu? Hani, Haçlı sürülerinin doğunun
zenginliklerini yağmalamak için kilise tarafından dini duyguları istismar
edilerek kutsal topraklara yönlendirildikleri tezi vardır. Hakikaten hiç mi
manevi veya kutsal tarafı yok? Öyleyse niçin I. Dünya Harbi’nde İngiliz ordusu
Kudüs’e girince müttefikimiz Almanya’da bu olay kiliselerde çanlar çalınarak
kutlandı. Bugün de aynı ideal birliği devam ediyor. Lübnan’a otuz dört gün
süren acımasız İsrail saldırısı süresince Birleşmiş Milletler sesini bile çıkaramadı.!
Aslında bu Birleşmiş Milletler meselesini de
kurcalamak lazım. Anlaşılan Amerika bu uluslararası yapıyı değiştirmek istiyor.
II. Dünya Savaşı sonrasının çok kutuplu dünyasının şartlarına göre şekillenen
güvenlik konseyi ve daimi üyelerinin veto hakları, ABD’yi rahatsız ediyor. Bu
yüzden Birleşmiş Milletler gözden düşürülüp, yeni bir yapılanmanın kapısı
aralanmaya çalışılıyor. Herhalde yeni yapılanmada da sadece ABD’nin veto hakkı
olacak, diğer devletler de geçen yüzyıllarda olduğu gibi birbirine eşit olacak.
Nasıl, bir yerlerden tanıdık geliyor değil mi? Osmanlı Devleti azametli
devirlerinde, kendinden sonra gelen hiçbir devleti kendine eşit tutmamıştı. O
devrin Osmanlı’dan sonra en önde gelen devletleri olan İran ve Babürlü Devleti
hükümdarları, Avusturya İmparatoru protokolde ancak bizim sadrazamımıza tekabül
ederdi. Elçi kabullerinde Hünkârın eşiğini öpmeyen İngiliz elçisinin,
çavuşların güçlü kollarıyla havalandırılıp yere çalındıktan sonra burnunun
kırılarak eşiğin öptürüldüğü malumdur. ABD’de ufak ufak, çuval giydirmeler,
kazayla! uzaktan atılan roketlerle BM binaları, zırhlı gemilerin kaptan
köşklerinin vurulmaları gibi olaylarla bunun alıştırmalarını yapıyor.
Bu noktada tarihçiler ve arşivciler bilirler ki; Büyük
Ortadoğu Projesi, Osmanlı Arşivi olmadan gerçekleşemez. Arşivde korunan bilgi
hazinesi Cihan Devleti olmanın sırlarını bugüne aktaran yegane kaynaktır.
Uluslararası ilişkilerde ABD’nin yapmaya çalıştığı, Osmanlı Devleti’nin
dünyanın en güçlü devleti olduğu zamanlardaki, Devlet-i Ebed Müddet felsefesini
hayata geçirmektir (materyalist açıdan). Bu doğrultuda yıllarca müsteşriklere
özel bir önem veren, Osmanlı tarihi alanındaki tüm çalışmaları destekleyen ve
mercek altına alan ABD’nin, bizim zaaflarımızı tespit etme yönündeki bu
çalışmalarına, biz de arşivlerimizde sade suya tirit çalışmalar yerine
devletin ve milletin önceliklerine göre belirlenmiş, en önemlisi bu coğrafyanın
istikbalini şekillendirecek, stratejik hatalardan uzaklaşmamızı sağlayacak
bilimsel çalışmalarla karşılık vermeliyiz.
Arşiv Dünyası, Haziran 2006, Sayı 8, Sayfa 11-12'den
iktibas edilmiştir.