24 Haziran 2012 Pazar

FARMASONLARDAN BAHSEDEN EN ESKİ ARŞİV BELGESİ GÜMRÜKÇÜ MEHMED ESAD AĞA′NIN MEKTUBU



Sinan ÇULUK

 Nizâm-ı Cedîd′in ilanından (1207/1793) Tanzimat Fermanı′nın ilanına (1255/1839) kadar olan süreçle ilgili araştırmalar, bilindiği üzere Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki başlıca belge tasnifleri olan Muallim Cevdet, Ali Emîrî, İbnülemîn, ve Hatt-ı Hümâyûn fonlarındaki sınırlı sayıda belgelere dayanmaktadır. Aynı dönemle ilgili olan Bâb-ı Âsafî evrakının yakın yıllarda tasnifinin tamamlanarak istifadeye açılması, Osmanlı Devleti’nin yenileşme ve batılılaşma çabaları tarihine yönelik araştırmalara yeni açılımlar ve bakış açıları getirebilecek bir gelişmedir. Bâb-ı Âsafî Mektûbî fonunda araştırmaya sunulan bir hayli mektup, resmî belgelerin dışında toplumun duygularını, tepkilerini ve beklentilerini anlamamızı sağlayacak verilerle doludur.

Bu makaleye konu olan mektup, Osmanlı Arşivi Bâb-ı Âsafî Mektûbî Kalemi evrakı arasındadır. Erzurum Gümrükçüsü Mehmed Esad Ağa’dan Halil Ağa’ya gönderilen (1213/1798) tarihli bu mektubun içeriği, Türk İdare Tarihi’ne oldukça farklı bir katkı sağlayacak türdendir. Burada, eski bir üst dereceli memurun dilinden farmasonlar adıyla tarif edilen bir grubun varlığına işaret edilmektedir. Osmanlı arşiv belgeleri arasında farmason kelimesine yer verilen en eski tarihli belgenin, şimdilik kaydıyla birlikte, bu belge olduğu tesbit edilebilir. Aynı mektupta yine üst dereceli bazı idarecilerin suçlandığı satırlar, siyasî tanımlar ve doğal konuşma üslûbuyla kaleme alınan düşünceler, bir makale konusu olarak incelenmeyi gerektirecek değerdedir.

 Gümrükçü Mehmed Esad Ağa Kimdir?
 Mehmed Esad Ağa′nın nereli ve kimin oğlu olduğuna dair esaslı bir bilgi yoktur. Kendisinin kapıcıbaşı unvanı yanında kardeşi Mehmed Said Ağa′nın da Üçüncü Selim’in rikâbdârı[1] oluşu babalarının önemli bir Osmanlı şahsiyeti olduğunu akla getirmektedir. Cizye Muhasebecisi Mehmed Emin Efendi dayılarıdır.[2] Hatice bint-i Abdullâh′ın (2 Receb 1213/10 Aralık 1798) tarihli “Hâlâ Rikâbdâr-ı Şehriyâri Mehmed Said Ağa′nın hemşîresi Nâile bint-i İbrahim′in vefatıyla mahlûl kalan İstanbul Gümrüğüne havâle Mîzân-ı Harîr-i Bursa mukāta‘asından bir sehmin kendisine devrini istediği” arzuhalinden anladığımıza göre kız kardeşleri Nâile Hanım, babalarının adı İbrahim'dir.
Esad Ağa Erzurum Gümrük Eminliği′nde bulunmuş ve “Gümrükçü” lakabıyla tanınmış bir şahsiyettir. Erzurum Gümrük Emaneti′ni veya Maden-i Hümayun Eminliği′ni deruhte edenlerden bazılarına daha sonraki görevlerinde Şark Seraskerliği ve Erzurum Valiliğinin (Veysizade Emin Paşa), Sadaret makamının (Yusuf Ziya Paşa) tevcih edildiği bilinmektedir. Bazı paşaların da Gümrükçü lakabı ile anılması (Osman Paşa, Hüseyin Paşa) bu görevin önemini tebarüz ettirir.

Mehmed Esad Ağa, Gümüşhane Eminliği görevinde iken Erzurum Valisi Seyyid Ahmed Paşa[3] tarafından kendisine saygısızlıkta bulunduğu gerekçesi ile Padişah Üçüncü. Selim′e şikâyet edilmiştir. Padişahın kızkardeşi Hatice Sultan ile evli olan Seyyid Ahmed Paşa Üçüncü Selim′in güvendiği valilerden idi. Görevinden azledilerek sürgün cezası verilmesini talep eden şikâyeti muhtevi telhis, Sadaret Kaymakamı tarafından Padişaha sunulmuştur. Padişah Üçüncü Selim bu telhisin üzerine yazdığı Hatt-ı Hümayun′da “Kaymakam Paşa, Es‘ad′ın müfsid olduğunu aslından berü bilirim. Ne gûne te’dîbe müstahak ise öyle eylesin. Sadrazamın re’yine havâle eyledim, öyle yazasın. Karındaşı Sa‘îd Ağa hâlâ Rikâbdâr değildir. Bir iki mâh mukaddem çerâğ olmuşdur, yazasın. Tarafımdan gidecek hattı yazar sabâh tarafına irsâl ederim.”[4] demektedir.


Bunun üzerine Mehmed Esad Ağa Gümüşhane Eminliği′nden azledilerek kapıcıbaşılık unvanı elinden alınmış ve Samsun kalesinde kalebent cezasına çarptırılmıştır. (Evail-i Receb 1214-Aralık 1799).[5] Ancak halef-selef hesaplarının görülmesi ve muhasebe defterlerinin düzenlenerek İstanbul′a gönderilmesi  için aynı ayda yazılan bir başka hükümden Erzurum kalesinde kalebent olduğunu anlıyoruz.[6] Belki de hesaplarının görülebilmesi için geçici olarak orada tutulmuştur. Ricâl-i devletten Yusuf Âgâh Efendi başkanlığında bir komisyon kurularak, aralarının açık olduğu kardeşi Rikabdar Said Ağa ile alacak-verecek hesapları bu komisyon marifetiyle tespit edilmiştir.[7] Kendisi, konumuz olan mektubunda da bu borç-alacak ilişkisinden yakınmaktadır. Samsun′dan veya Erzurum′dan affına dair bir belge tespit edilemediyse de, kapıcıbaşı unvanının iade edildiği ve 1227’de bu unvanı kullandığı bellidir.[8]


Arşiv tasnif heyeti tarafından 1216 yılına tarihlenen bir telhisde Kapıcıbaşılardan esbak Erzurum Gümrükçüsü Esad Ağa′nın Surre Emini olmak için bir talebi olduğu, Padişah tarafından uygun bulunursa nasbedileceği bildirilmektedir. Bu telhisin üzerine Üçüncü Selim el yazısı ile “Esad Ağa münasib değildir, bir münasibini bulasın” yazarak talebi geri çevirmiştir. [9]



1214-1227 yılları arasındaki görevleri, şimdilik tespit edilemeyen Esad Ağa, İkinci Mahmud'un beyaz üzerine hatt-ı hümayunu ile Kıbrıs'ta Magosa kalesinde ikamete memur edilmiştir. İkinci Mahmûd'un Kaymakam Paşa'ya hitaben kaleme alınan hatt-ı hümayununda "Kapıcıbaşılardan Erzurum Gümrükçülüğü ile ma‘rûf Es‘ad nâm kimesne umûrunda olmayan nice mevâddı tefevvühden hâlî olmayıp şu derecelerdeki küfrân-ı ni‘mete ve dahi eşedd-i kelimâtı nâ-becâsı eğerçi i‘dâmını mûcibdir. Ana bedel bu defa li-ecli't-te’dîb Magosa'ya nefy u iclâ..." edilmesi buyurulmuştur.[10]

Evail-i Zilkade 1227 (5-15 Kasım 1812) tarihli Çavuşbaşı Ali Bey ve Magosa kalesi dizdarına hitaben yazılan bir hükümle emir uygulanmıştır.[11] 11 Muharrem 1228′de (14 Ocak 1813) kalebent cezasını çekmek üzere Kıbrıs′ta Magosa Kalesi′ne konulmuştur.[12] Evasıt-ı Cemaziyelahir 1229′da (1-9 Haziran 1814) Magosa Kalesi′ndeki kalebentlik cezası affedilerek tahliye edilmiştir.[13] Mehmed Esad Ağa′nın hayatının bundan sonraki safhası bizim için şimdilik meçhuldür. Üçüncü Selim ve İkinci Mahmud'un bizzat hatt-ı hümayunlarına muhatap olan, kardeşi de Üçüncü Selim'in en yakın görevlilerinden olan, gümrükçülükten azledildikten on beş sene sonra bile "Gümrükçü" lakabı ile tanınan böyle bir şahsiyetin, tarihte izinin sürülememesi ilginç bir keyfiyettir.

Esad Ağa, Mısır′a Fransızların asker çıkarmasıyla kahve kıtlığının baş gösterdiği sıralarda, Erzurum′daki görevinde epeyce sıkıntılı günler geçirmekteydi. Civarındaki ayan ve mütesellimlerle de sürtüşme içerisindeyken, en büyük emeli “vezir olup Farmasonların canına limon sıkmak” olan Esad Ağa′nın, devrinin konuşma üslubu içerisinde ve rahat ifadelerle, kimliği hakkında bilgimiz olmayan muhatabı Halil Ağa′ya hitaben kaleme aldığı mektubunun çevriyazısı aşağıdadır.




Benim izzet-mendim Halil Ağa

Ba‘de′s-selâm inhâ olunur ki, Bu def‘a Ârif tatar ile tarafından vârid olan mektûbun üzre irsâl eylediğin harclar ve canfes ve birâderimiz zimmetinde olan akçemizden akçesini verüp Dârüssaade Ağası metrûkâtından[14] aldığınız semmur kürk ve iki müsta‘mel kesmeler bilcümle geldi ve Gümüşhâne Emâneti′ne[15] efendimiz râzî olmadığı işâret olunmuş. Ne güzel ammâ senin içün Âsitâne′de ikāmete dâ’ir bir nesne olmayup ve biz dahi ne Gümüşhâne ve ne bir şey’ matlûbum olmadığı ma‘lûmun olup, bundan akdemce senin ıcâleten tarafımıza gelmeni işâret eylemiş idim. Bu def‘a dahi be-her hâl işbu mektûbum vusûlünde bir dakîka te’hîr etmeyüp birâderimiz tarafından, gerek kapu kethüdâsı efendimiz tarafından ruhsata bakmayup elbette gelesin. Payas′a pirince gittiğimiz[16] ma‘lûm oldu. Bize bir şey lâzım değil elbet ıcâleten gelesin. Efendi hazretlerine teslîm olunan mebâliğin kabzını müş‘ir bir tahvîl alup gelesin. Birâderimizden hesâp senedi alurum sanursan alamazsın, ana bakmayup gelesin. Ve sâ’ir işâreti lâzım olan husûsâtın cümlesini bundan akdem tahrîr eylemiş idim. Hattâ birâderimiz hazretlerinin bâd-ı hevâ am sikmek[17] nasıldır bilmeğe* hevesi dahi mesmû‘umuz olup matlûb eylediği câriyenin cevâbını dahi yazmış idim. Hâsılı oğlancığım bize mukadder olan bilâ-sebep ya‘ni tabî‘atiyle gelmen benim muktezâ-yı tecellîmdir. İtlerin olduğu işleri recâyile olmak ne lâzım. Açlıkdan ölmüş yok. Lillâhilhamd sâye’-i pâdişâhîde elbet bir gün olur ki rûzgâr, nihâl-i maksûdı bize de temâyül etdirir. Dîvân efendisinin akçesini vermek sûreti güzel olmuş. Gümüş onbeş paraya imiş, on vukiyye sîm alup gelesin. Altun dokuz buçuk guruşa imiş, beş altı kıyye altun alup gelesin. Tanas′ın eşyâsını gönderdiği paraya almam. Bıçağın mukaddem yedi kîseye haberi Menzilci Ali Efendi ile gelmiş iken sonra yedi buçuk kise ne demek? Sâ‘atler senin ma‘lûmundur. Ve′l-hâsıl bahâsını kat‘ edesin, olmaz ise gönderirim. Mısır havâdisi sizden evvel bizim ma‘lûmumuz olmuş idi. Hâsılı oğlancığım gelesin. Bizim olacak senemiz değildir. Şimdi Külahoğlu[18] ayarda adamların ve Hüdâverdioğlu[19] gibi zâtların seneleridir. Ben bir şey istemem. Elbet gelesin. İnşâ[-Allâh] vezîr olur yine farmasonların canlarına limon sıkarım. Gelelim hâmil-i mektûbumuz Âşık Ömer tatara ki sen anı bilirsin. Efendimiz, Kör Efendimiz[20] Âsitâne′ye teşrîf ederken esnâ-yı râhdan bana ve müsellim Külâhoğlu′na ve efendilere birer mektup yazmış idi. Merâm bu idi ki tarafımda olan yetmiş beş bin guruş nühas akçesine mahsûben Erzurum kantarı olmak üzre ya‘ni beher kantarı 180 kıyyeden beş bin kantar kahve yirmi birer yahud yirmi ikişer guruşa güyâ ben mübâya‘a edüp ve Trabzon iskelesinden pey-der-pey Âsitâne′ye nakl edeyim. Vaktâ ki merkûm tatar Âşık Ömer Erzurum′a geldiği zamanda kahve beher batmanı otuz iki guruşa olup anın dahi bir yük tedâriki muhâl idi. İlleti bu idi ki, kahveyi ekser Erzurum′un vücûhu alup habs eylemişler idi. Bâzergân zimmetinde az idi. Sonra kahveyi yarı recâ yarı zor, hulâsâ hilâf-ı hatt-ı hümâyûn taşra gitmesün deyû yasağ eylemişler idi ve hâlâ yasakdır ve Erzurum fetret üzeredir. Ve Trabzon′da Müsellim Seyfî Ağa muhâsaradadır. Hâlbuki, Âsitâne′de ne Erzurum′un fetreti ve ne Trabzon′un adem-i itâ‘ati kimesnenin ma‘lûmı değildir. Ma‘âzallah ben müsellim bulunsam idi ol sâ‘at derler idi ki elbet Es‘ad Ağa müsellim olduğu mahal öyle olur. Ma‘ahaza bu pezevenklerin olduğı içün bu iki eyâlet fesâda vardı. Ammâ kime ifâde edeyim. Ve′l-hâsıl gelesin bir şey lâzım değildir. Sonra Âşık Ömer kahve içün geldiği gibi müsellim ve sâ’irin etrâfını siğek ya‘ni sinek aldı.* Hulâsa kahve taşraya gitmek üzre efendimize yüz yük kahve göndermemizi tertîb eylediler. Biz dahi yüz yük değil, yüz kıyye tedârik edemedik. Ve Âşık Ömer iki mâh ikāmetden sonra târîh-i kā’imede anlardan ve müsellimden tahrîrâtlarını alup, biz dahi bir arzuhal Sadrazam efendimize yazdık ve gitdi. Gelelim bizim nühas akçesine. Nühas târîh-i kā’imeye dek henüz tarafımıza edâ olunmadı. Bundan böyle Ergani Emîni Hacı İbrâhim Ağa verirse, biz de efendimize deynimizi bi-avnillahi def‘aten hazîne-bend edüp irsâl ederiz. Ve Ma‘den Emîni Kapucubaşı Hacı Ahmed Ağa fevt oldu kā’imeden bir mâh mukaddem. Bakalım ma‘deni kim tütüdür. Alma kürk ve semmur nâfesi kürk bahalı ve yokdur demişsin. İsâbet. Bize de pek lâzım değil yâ. Elhâmdülillâh birer dâne vâr bizimki kellegöz metrûkât işi olmalı sen biliyorsun. Ve kesmeler bahalı ve semmur kürk Erzurum′a göre elverir ammâ Âsitane′ye göre o da bahalı. Ammâ ne mâni‘ alınmış gitmiş zararçığa(?). Acebâ Darüssaade Ağası mezâdında siyah tilki yok mu idi? Elbet olmak gerek idi. Ve câriyeleri râbıta veremedin ise hemşîrede dursun. İnşa-Allah biz de gelürüz. Ve Sâbit Ağa′nın konağına nakl eyledim ve sekiz çift yasdık geldi. Lâkin gâyet bahalı. Bâri bahâsına göre bir güzel resm olaydı a kâfir. Anadolu′dayum deyü taşra harcı yok gibi yasdıkları o bahaya neye aldın. Hoşimdi yâ zarârı yok, olan olmuş, elbet bir an akdem gelesin. Bir şey istemem, ben bu kerre Âsitâne inşâ-Allâh görmedikçe olmaz. Nu′man Paşa[21] gibi âdem elli bin guruşa vezîr oldukdan sonra bizim bir şey olamamamız mâni‘ değildir. Akçe ile ben istediğime nâ’il olamazsam bir Ermeniye vâsıta olup Nu‘mân Paşa gibi tuğ tahsili mümkün yâ. Farazâ bana çok görürler imiş. Pezevenklere ve Ermeniden dönmelere[22] yâhud ta‘yînciyândan bozmalara çok görmezler yâ. Ma‘lûmun oldukda bir dakîka te’hîr etmeyüp gelesin hâ, ve’s-selâm.

Külâhoğlu takrîrini mahalline veresin.
11 Receb sene [12]13
[18 Aralık 1798]

Mühür
[Ola Mehmed Es‘ad dâ’im emân-ı Hakk′da]


Üstteki Derkenar
Ve Çaprastlı Dâmâdından[23] Van paşasına iki senelik penbe bid‘ati[24] vermediğini ve tarafımıza kurd meseli okuduğunu müş‘ir bir mektûb almak münâsibdir ki versün. Van serhad ise Kars ve Ahisha dahi serhaddir. Yahud Mükellefzade Beğ[25] bir ferman yapdırmaz mı? Zira andan alınmışdır. Ve biraderimiz bu def‘a gönderdiği mektûbunda yine câriyeyi kapayım deyü biraz yoklavât [?] olmayacak sohbetler yazmış. Artuk ben ona mektûb yazmak abesdir ve usandım. Lâzım değil ammâ ba‘zı senedâtımız kalem masârifi gider. Ya‘ni rûznâmçe olmadıkça olmaz demiş. Bu nasıl âdemdir, belki on def‘a yazmışım behey âdem Erzurum gümrüğü ve cizyesi ve sâ‘irin min külli’l-vücûh rü’yet-i muhâsebesiçün yedi kise akçe deyn temessükümüze idhâl eylemişdir ki, beher sene muhâsebemi rü’yet eyleyüp, elime muhâsebe kâğıdımı vere. Yine bu âdem ikide birde kalem masârifi gider deyü tahrîr. Buna varup keyfiyeti ağnadasın yahud Çelebi efendiye kendin gidüp ve benim âdemim olduğunu bildirüp ifâde-i hâl edesin. Devletlü efendi hazretlerine bu kenârı istersen okudasın yahud merâmı ifâde eyleyüp ve bir dakîka eğlenmeyüp inşâ-Allâh gelesin.[26]

Âsım Tarihi İle Paralel Okuma

Masonluk mesleğinin Türkiye’deki tarihi 1720′de Fransa′ya elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Mehmed Çelebi ve oğlu Said Ağa′dan itibaren başlatılmaktadır. İbrahim Müteferrika ile birlikte Türkiye′de Türkçe kitap basılan ilk matbaanın da kurucusu olan Yirmisekizçelebizade Said Ağa 1741′de Fransa sefaretinde bulunmuş, Defter Eminliği, Sadaret Kethüdalığı ve Başmuhasebecilik gibi üst düzey görevlerin ardından 1755′de Sadrazam olmuştur. Dolayısıyla Türk idare tarihinde mason olduğu iddia edilen ilk başbakandır. Osmanlı Devleti′nde Batılılaşma hareketlerinin başladığı bu yüzyılda masonların toplumsal değişimdeki etkileri günümüze kadar yeterince incelenmemiştir. Günümüz masonlarının yaptıkları araştırmalarda bile büyük kronoloji hataları ve dönem boşlukları görülmektedir.[27] Mektubun yazıldığı yılların vakanüvis tarihi Ayıntablı Mehmed Âsım Efendi’nin Târîh-i Âsım adlı eseridir. Türkiye′de masonlardan bahsedilen ilk metinlerden biri olarak Asım Tarihi tespit edilebilmektedir.[28] Esad Ağa’nın yakınmalarına yol açacak kadar sayılarının çoğalmış olması gereken bu türden gruplaşmaların izinin bu eserde bulunması da mektuptaki ifadelerle bir paralellik arzetmektedir. Asım Efendi Zikr-i Eser-i Sihr-i Meşhûd-ı Muharrir başlığı altında memleketi Antep′te bir zamanlar şahit olduğu doğaüstü olayı sihir olarak yorumlar. Bunun faili olarak da Hasan Ağa isminde birini gösterir. Hasan Ağa′yı tanıtırken kullandığı ifadeler aşağıda aktarılmıştır.

 “....bir müddet evvel belde-i mezbûreye gelüp hayli zemân ikāmetden sonra etvâr-ı nâ-hemvârı sebebiyle memleketden matrûd olmağla, çok vakt âfâk ve aktârda geşt ü seyâhat iderek memâlik-i Frengistân′da ikâmet ve fî-zatihî aslâ ahkâm-ı İslâmiyye′ye mübâlât eylemez mülhid ve bî-i‘tikâd bir zındîk olmağla, kişver-i Frengistân′da farmasonlukla sihr ve simyâ ve şa‘beze makûlesi katı vâfir fünûn tahsîline müsâberet eden müsemmâ bi′n-nakîz maklûbü′l-ism Hasan Ağa nâm habîs Âsitâne-i Se‘âdet′de fenn-i mezkûr sebebiyle ba‘zı teng-mezheb müteşahhısâna çatmış olmağla, anların himmetiyle Silahşorân-ı Hâssa′ya iltihâk ve istihsâl-i ârâyiş ve tumturâk edüp Ayntâb Emâreti sevdâsıyla ol dahi Nurî Paşa merhûmun kal‘ı husûsuna teşmîr-i sak ve becâyiş olmak kasd-ı fâsidiyle ba‘zı mertebe evâmir ve tahrîrât istishâb ederek müşârunileyh Mustafa Paşa dâ’iresine gelüp hemîşe iğrâ ve tahdîşden hâlî olmaz idi. Ve mezbûr çend sâl mukaddem bir takrîble Haleb-i Şehbâ′da çend mâh mütesellimlik eylemekle nice a‘yân ve esnâf ve paşasının katı vâfir akçesini ekl ü bel‘ eylediğinden bâ-emr-i âlî Haleb kal‘asında mahbûs iken bir gün sihr ve efsûn ile gaybûbet eylemiş olmağla hâlâ Haleb ahâlîsi meyânında Sâmirî kıssası gibi mezkûr ve meşhûrdur.”[29]

Bu metinden anlaşıldığı kadarıyla (maklubü′l-ism tabirinden ismini sonradan aldığı manası çıkarılırsa) muhtemelen ihtida ederek Hasan ismini alan, ancak İslamiyet′e saygı göstermeyen, itikatsız, Avrupa′da sihir, hokkabazlık ve simya üzerine ilim tahsil ederken farmason olan birisi söz konusudur. İstanbul′da karşılaştığı farmasonların kayırmasıyla Hassa silahşörleri arasına girmeyi becermiştir.

Bu sıralarda Avrupa′da Napolyon′un estirdiği fırtına Türkiye′de etkisini göstermişti. Fransızların Hıristiyanlıkla beraber kilise ve ruhbanlara da uyguladığı inkâr ve sindirme politikası, Asım Efendi’ye göre, bizdeki yönetici zümrenin bazılarını “Fransızların millet-i Mesihiyye′den teberrâ ve Devlet-i İslâmiyye′ye tevellâ eylediklerine inandırdı. Fransızlar da bu inancı pekiştirecek şekilde propaganda ve hediyeleri ile Osmanlı rical-i devletini kandırarak politika öğretmeğe başladılar. Fransızca öğrenmenin moda olmasıyla da Fransız usûlü siyaset ve yönetim anlayışını sahiplendiler."[30]. Böylesi bir yönetim anlayışının yerleşmeye başladığı Osmanlı bürokrasisinde, Fransız masonlarının etkilediği yeni bir yönetici sınıfı da ortaya çıkmaya başlamıştır. Halil Hâmid Paşa'nın sadaretten azli ertesinde idam edilmesine düşürülen bir tarihte, en azından bir kısım Osmanlı ricali arasında, sadrazamın masonluğundan şüphe duyulmadığı anlaşılmaktadır.

«Târîh-i Katli Halîl Paşa der-Sadr-ı Esbak»
«Kâtib-i İstavraki Farmason-ı bed-neseb»
«Sadrı telvîs etmek içün mûcib oldu zillete»
«Hâ’in-i dîn ü şerî‘at olduğun îmâ edüp»
«Geldi Paskalya gününde başı bâb-ı devlete»

Hicri 1199 (Miladi 1785) [31]

Fransızlar’ın öncülüğünde Osmanlı ülkelerinde yayılmış olduğu bilinen farmasonluk ve bağlı grupların, Nizâm-ı Cedîd’den Tanzîmât’a uzanan ıslâhat girişimlerindeki rolleri, bürokrasideki ağırlıkları ve diğer etkinlikleri henüz yeterince araştırılmamıştır. Birincil derecede önemli kaynak malzeme sağlayan Osmanlı arşiv fonlarında, bu makaleye konu olan türden yeni belgelerin ortaya çıkması mümkündür. Böylece Osmanlı kültür ve bürokrasi tarihiyle ilgili daha doğru ve doyurucu bilgiler eşliğinde yeni yorumlar yapabilmek söz konusu olabilecektir.


[1] Said Ağa 22 Rebiülevvel 1212′de (13 Ekim 1797) rikabdar olmuş, 22 Safer 1214′de (25 Haziran 1797) Kudüs Tevliyeti ile çırağ buyurulmuş ise de tevliyetten istifa etmiştir. Sırkâtibi Ahmed Efendi, Ruznâme, yay.haz. Sema Arıkan, Ankara 1993. s. 261, 310.; Selanik Koru Ağalığı uhdesinde iken 1222-1223 senelerinde vefat etmiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, BOA. HAT. 21282.
[2][BOA]  HAT. 55315.
[3] Seyyid Ahmed Paşa-Damad Süleyman Paşa'nın oğludur. Şevval 1201 (Temmuz/Ağustos 1787) de Erzurum valisi olup Muharrem 1201 (Ekim 1787) de Hadice Sultan ile düğün töreni yapıldı. Mehmed Süreyya Bey, Sicill-i Osmani, haz. Seyit Ali Kahraman-Nuri Akbayar, İstanbul 1996, c.I, s.206.
[4] HAT. 13263.
[5] BOA. C.DRB. 1398.
[6] BOA. C.DRB. 2927.
[7] BOA. C. İKS 274
[8] BOA. C. ZB. 2294
[9] BOA. HAT 10393.
[10] BOA. HAT. 17779. Arşiv tasnif heyeti tarafından tahmini olarak 1230 yılına tarihlenen bu belgenin tarihi Evail-i Zilkade 1227 olmalıdır.
[11] BOA. C. ZB. 2294
[12] Kıbrıs Vakıflar Arşivi, Kıbrıs Şeriye Sicilleri, no.28, s. 48.
[13] BOA. C.MLY. 3443
[14] Darüssaade Ağası Halid Ağa bu mektubun yazılışından üç ay önce vefat etmiştir. Bahsedilen samur kürk Halid Ağa’nın mezatta satılan terekesinden alınmış olmalıdır.
[15] Gümüşhane Maden Eminliği
[16] Bugün daha çok “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” şeklinde kullanılan bu deyim Şinasi’nin “Durûb-ı Emsâl-i Osmaniye” adlı eserinde de “Payas’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” diye kayıtlıdır. Haz. Süreyya Beyzadeoğlu, İstanbul 2003, s. 200.
[17] Bu iki müstehcen kelime yazının yayımlandığı Arşiv Dünyası dergisinde tarafımdan sansür edilmiştir. 
* Kâf harfi üzerindeki üç nokta “nazal nun”  olarak okunmasını gerektirdiği halde bilmene [bilmeğe] şeklinin tercih ediliş sebebi aşağıda sinek kelimesinin izahında verilmiştir.
[18] . Burada belirtilen Külâhoğlu bir âile olarak muhtemelen devam etmiştir. Meselâ Mahir İz dedelerinin Erzurumlu Külâhîzâdeler olduğunu belirtir (Yılların İzi, Kitabevi Yay., II. Baskı, İstanbul 1990,  s.17), ancak bunun aynı âile olup olmadığı ayrıca araştırılmaya muhtaçtır.
[19] Devrinin önemli bir Ermeni sarrafı.
[20] Erzurum Valisi iken Sadrazam olan Yusuf Ziya Paşa′nın bir gözü görmez olup lakabı “Kör “ idi.
* [mektubun burasında sinek üç noktalı ” nazal kâf”  ile yazıldığı için “ya‘ni” den sonra tekrar “nun”  ile yazılmıştır. Dîvânu Lûgâtit-Türkte bu kelime “sinğek” şeklinde olduğundan acaba Esad Ağa üç noktalı kâfı “ğ” olarak mı kullandı? Eğer öyle ise kelime siğek olarak okunmalıdır.]
[21] Bu sıralarda İnegöllü Numan Bey’e mirimiranlık verilerek Numan Paşa olduktan sonra Pazvantoğlu isyanının bastırılması için Vidin′e, Kaptan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa’nın maiyyetine gönderilmiştir. Bir de Kars muhafızı Numan Paşa vardır, ancak onun vezareti bu mektuptan yıllar önce tevcih edilmiştir. Zikredilen Numan Paşa’nın Erzurum’a yakın olması hasebiyle Kars muhafızı Numan Paşa olması mümkündür.
[22] Devrinden böyle bir örnek için; “Hidayetullah Mehmed Ağa-Ermeni asıllı olup Müslüman olunca gümrükte çalışarak haylice müddet duhan ve İstanbul gümrükçüsü ve kapıcıbaşı oldu. Receb 1244’ de (Ocak 1829)  vefat etmiştir. Mollagüranî'de medfundur. Muhasip ve sadıkdı. Ancak kalpağa kalem silmek âdetini terk edememiş, beyaz imâmeye de silmekle gümrükteki adamları tebeşirle beyazlatırlarmış. Ermeni zevcesinden olan bir oğlu ve bir kızı o mezhebde yaşamış ve hatta oğlu Meclis-i Zabtiye'de aza bile olmuştur. Müslüman olduktan sonra İslâm zevcesinden Ali Bey ve Tevfik Bey olmuştur ki, Tevfik Bey de Maliyede kâtip idi.” Sicill-i Osmani, c.II, s.672..
[23] En son 1202/1788’de Anadolu muhâsebecisi iken savaşta ölen Çaprastlı Dâmâdı Süleyman Efendi için bk. Sicill-i Osmani, c.V, s.1536.
[24] Pamuktan alınan bir vergi türü.
[25] Cezzar Ahmed  Paşa'nın kapı kethüdası iken Arpa Emini olan Mükellefzade Mustafa Bey için bk. Sicill-i Osmani, c. IV, s. 1146
[26] BOA.A.MKT 457/95
[27] Kemalettin Apak ve Suha Umur gibi önde gelen masonların çalışmalarında İkinci Meşrûtiyet devri öncesi masonluk tarihi sığ bir şekilde anlatılmıştır. bk. Kemalettin Apak, Ana Çizgilerile Türkiyedeki Masonluk Tarihi, İstanbul 1958. ; Suha Umur, “Meşrutiyetten Önce Türkiyedeki Masonluk”, Şakul Gibi, sayı 7-9, Ekim-Aralık 1988.
[28] Bir diğer matbu eser  için bk. Ahmed Resmi Efendi, Hulâsâtü’l-İ‘tibâr, s.120,  Kütübhane-i Ebuzziya, Kostantiniyye 1307. ;Yazma eserlerde farmasonluk kelimesinin kullanıldığı çalışmaların sayısı birden fazladır. Bu tür eserlerden ikisiyle ilgili atıflar için bk. Fikret Sarıcaoğlu, Kendi Kaleminden Bir Padişahın Portresi Sultan I. Abdülhamid (1774-1789), İstanbul 2001, s. 149.
[29] Tarih-i Asım s.242-243. Bu kaynağın sayfa numarası Kemalettin Apak′ın Ana Çizgilerile Türkiyedeki Masonluk Tarihi, İstanbul 1958 adlı eserinde s.241 olarak gösterilmiştir. Kemalettin Apak′tan nakleden İlhami Soysal Türkiye ve Dünyada Masonluk ve Masonlar, İst. 1978,  s.170. ve Orhan Koloğlu da Abdülhamit ve Masonlar, İst. 1991, s.26 isimli kitaplarında Asım Tarihi s.241′i referans göstermişlerdir. Oysa sayfa 242-243 olmalıdır.
[30] Metin sadeleştirilerek alınmıştır. Tarih-i Asım, c.I,  s. 375.
[31] Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, “Sadrâzam Halil Hâmid Paşa”;Türkiyat Mecmuası, V, İstanbul 1935, s. 213-256.;  Bu dönemde Sadrazam Halil Hamid Paşa için farmason denmiş ve Sadaret Kethüdalığından birdenbire Sadarete getirilmesiyle daha önce görülmemiş bir şekilde Bab-ı Asafi ve Defterî bürokrasisini kendi ekibiyle doldurduğu tesbit edilmiştir. Sofya seraskerliğine getirdiği Raif İsmail Paşa ve Yenişehirli Nişancı es-Seyyid Osman Efendi  ve emsalinin  zaten farmason olduklarına dair kayıtlar bulunmaktadır. Halil Hamid Paşa'nın en büyük nasihatçileri ise İsveç elçiliği tercümanı D'ohsson, Fransa elçileri Saint Priest ve Choiseul-Gouffier'dir. Halil Hamid Paşa'nın idamından sonra Cezayirli Gazi Hasan Paşa bu ekibi büyük ölçüde tasfiye etmiştir (Sarıcaoğlu,  Kendi Kaleminden Bir Padişahın Portresi,  s.144-156).

Bu konuyla ilgili daha yeni bir yazım aşağıdaki adreste:

http://sinanculuk.blogspot.com.tr/2014/12/farmason-kelimesine-rastladigim-en-eski.html



"Arşiv Dünyası Dergisi, sayı 12, Kasım 2009, s. 108-112" de yayınlanmıştır.