24 Haziran 2012 Pazar

ÇERKES HATIRALARINDAN: BİR FIRTINA

Hazırlayan: Sinan ÇULUK
Yazan: Hamdullah Subhi

Muhterem İshak Beyefendiye;
Tarihin 1286 senesiydi. Şeyh Şamil esir olduktan sonra biz itaat etmeğe mecbur olmuştuk. Bir zamanlar onun gazalarını kız kardeşinin düşmanlara esir olmamak için nehre atılarak kendini öldürdüğünü türkülerle söyleyerek esirliğimizi avutmağa çalışıyorduk. Fakat sonraları bu kifayet etmemeğe başladı. Bizim düşmanlarımıza karşı yıldırımlar fışkıracak toplarımız, binlerce metrelik mesafelere ölümler yağdıran tüfeklerimiz yoktu. Muharebeye çakmaklı tabancalarımızla kılıçlarımızla gider, dağları kırları siyah bulutlar gibi örten düşman askerlerini ekseriya bozar dağıtırdık. Garb-i cenubideki vatandaşlarımız bizden geri kalmıyordu. Ruslar "Rayevski" isminde bir general göndererek, 'padişah sizi çara hediye verdi' dedikleri zaman, nimet-i istiklalin ne olduğunu bilmez zannettikleri o adamlardan, 'biz de size şu karşı dağların üstünde uçan kartalları verdik, onları tutunuz' cevabını almışlardı. Ruhlarımız memleketimizin sarp dağlarıyla, o vahşi iklimin geniş havalarıyla mütenasipti. Biz kadınlarımızla beraber, yirmi beş sene Ruslara karşı muharebe ettik iki yüz bin kişilik ordularla senelerce çarpıştık. Lakin Muhammed Mollalar, Şamiller, kendilerinden yüz kat ziyade düşmanlara karşı İslamiyetlerini, hürriyetlerini bu kadar müdafaa edebilirlerdi. Nihayet karar verdik, din kardeşlerimizle beraber yaşamağı, ölmeği, kemiklerimizin İslam toprağında çürümesini, memleketimize, evlerimize, sevdiğimiz her şeye karşı tercih ettik. O zaman hicret başlamıştı.
Ben birinci defa gemiye bindiğim zaman kardeşim sahilde beyaz atının boynuna başını dayamış ağlıyordu. Ben de ağlıyordum, iddia edebilirim ki karşıda, şahikaları semaların a'makına sokulan o aşina, o kadim, dost dağlar, onlar da bizi anlıyor, onlar da ağlıyordu.
Geminin yelkenlerini açtılar. Meçhul ufuklara pervaz için girilen bu büyük, beyaz kanatları rüzgar dolduruyordu. Ben o aşina, o kadim hava-yı hürriyeti kurumuş dudaklarımla yavaş yavaş içiyor, göğsümü ağır nefeslerle şişiren nefhalarında, ocaklarımızın sıcak küllerinden gelen harareti, bir velvele-i umman-ı huruşan ile uğuldayan azim ormanlarımızdan taşan esrarengiz kokuları duyuyordum. Her sabah, bulutlardan başlarına bir sarık dolayan dağlarımıza veda ederken o demir, mert lisanımızla yemin ettim. 'Bir gün Osmanlı Ordusu'yla beraber gelir elbet ben intikamımı alırım' diyordum.
Sahilde yavaş yavaş kardeşim, beyaz atı küçülmeğe başladı. Biz artık uzaklaşıyorduk. Aradan kırk üç sene geçti, elan bu harap ciğerlerimden çıkan her nefeste, o memlekete, o feyyaz iklime ait bir meali bulabilirsiniz. Hala zannediyorum ki kardeşim beyaz atıyla beni sahilde bekliyor.
O akşam güneş bulutların arkasında görünmeden gurûb etti. Semanın dumanları, büyük dalgalarla köpüren muzlim, yeşil suların üstüne gecelerin gubar-ı zulamını alıyor, biz garip, hafi bir aydınlık içinde ilerliyorduk. Gemimizin katranlı bir kabukla örtülen teknesinin iki tarafından ince dalgalarla bir zaviye açılarak uzaklara gidiyordu. Biz artık uğultulu büyük denizlere girmiştik. Artık nefsimi hatıralarıma tevdi ettim.
Kış geceleri çıraların titrek ışıklarında gümüş işlemeli kadife cepkenleriyle saatlerce bir raks-ı sekran içinde oynayan genç kızlar, alevlerin bir teyakkuz-ı cinnetle kükreyen uzun saçlarına bakarak Kazak muharebelerini anlattığımız geceler, nefti dağların üstünde yeşil bir aydınlık veren mehtaplarda uzak köylerden avdetlerimiz, çocukluğum, annemin hastalığı, bütün hatıralar kalbime anlaşılmaz bir şeyler fısıldayarak geçiyordu. Arkada yığın yığın gölgeler halinde kalan heyulay-ı afaka nazarlarımla mezc oluyordum. Bu umman-ı metrukiyet üstünde ben yalnız değildim. Kafkasya'nın gülzar-ı hüsnünden koparılan iki kadın iki Çerkes kadın daha vardı. Geminin arkasında şahin gözleriyle ağlayan genç çocuklara beyaz sakallarından yaşlar süzülen ihtiyarla bakmıyordum bile. Şimdi etrafımızı karanlıklar dolduruyordu. Müphemiyetler, sisler arasında zail olan uzak ufuklardan çözülen bulutlar, uzun dalgalarla bu açık denizlerin üstünden geçiyor, geçiyor. Bilinmez bir boşluğa akan bu denizlerin, bu semaların arasında biz daima uzaklaşıyorduk. Bilmem ki bu akşamın gam-âlud sükûnetinde, bir erganun matemin nevhât-ı elîme benzer bir neşîde-i uzlet çalan dalgalar bizim için bir hiss-i terahhüm duyuyor muydu?
Gemimizin üstünde bir hava-yı hasret toplayan hatırat arasında hep kendimizden geçiyorduk. Nihayet büsbütün karanlıklara girdik. Direğin üstünden kızıl bir ziya düştü. Şimdi her zamandan ziyade yalnızdık. Başımı karanlıklara rüzgârlara uzatarak geçmiş zamanları düşünüyorum: evimden üç saat ötede bir köye gidiyordum. Badem ağaçları henüz çiçek açmış, hendeklerde bir yığın sulara akşamın pembeliği vurmuştu. Sevdiğimin evine yaklaştığım zaman, atımdan inerek onu bir ağaç dibinde beklemiştim.
Gümüş tellerle işlenmiş çizmeleriyle, gümüş kalpağıyla, gümüş tokalı kalın sırma kemeriyle o yanıma geldi. Ceviz ormanının üstünde sallanan bir altın hilali göstererek 'bu ayın beşinci sabahı ilk horoz öttüğü vakit' diyordum, 'seni "Magoş" ırmağı kenarında beklerim.'
Şimdi o yerlerde kimler geziyordu? Mazinin hatıratından, mazinin enkaz-ı saadetinden bu karanlıklar üstüne solgun bir güneş yapmak ne müellim bir teselliydi. Gecenin boşluğunda azim bir nefes-i hüsran gibi uçan rüzgârlar kırmızı bir ziya ile aydınlanan yelkenleri dalgalandırıyor, geminin iplerine sürünerek üstünde ihval ve hayalat uçan semalara bu rübab-ı felaketten acı, muharriş sesler koparıyordu. Zulmetleri köpüren bir ummanın ortasında zail olan bu musiki-i şikâyet ne müessir, ne muzlimdi.
Karşıda karanlıklar bir hatt-ı âteşîn ile çatlayarak kapandı, sulara seri bir ziya düşerek döndü. Demek ölüm bizi denizlerde de takip ediyordu. O zaman kapalı bir iniltinin durarak, yuvarlanarak ufuklara doğru uzaklandığını duyduk. Kim bilir bu yüksek denizlerin ne derin bir uçurumunda sallanıyorduk. Bir haçaba kayığıyla hırsızlığa çıkarak avdet etmeyenlerin fecia-i sergüzeşti, korsanlar tarafından esir edildiklerine dair rivayet olunan hikâyeler, bütün bu hatıralar, müfekkiremde birer birer  intiba  ediyordu. Denizin hain dalgalarına bir ışık daha düştü, bizim esatirimizdeki "kodoş" ağacının dalları kadar uzun bir yıldırım, korkunç bulutların arasında kıvranarak karanlıkları tutuşturmuştu. Zulmetler tekrar kapandı. Yüzüme dalgaların rutubetli, soğuk nefesleri serpiliyor, direkler gıcırdıyor, rüzgâr iplere dolaşarak uzun bir sada-yı tehevvürle boşluklara haykırıyordu. Tekrar gökte bir şeyler şakırdadı. Bir ses sağır bir taraka-i tehdid ile bulutlardan yuvarlanarak iniyor, iniyor, meçhul bir ufka azim iniltilerle yığılıyordu. Biz korkarak dinliyorduk. Sonra bir hamle-i nagehaniyle yüksek bir dalga geminin kaburgasına çarparak patladı, artık bayırlardan iniyor, yamaçlara yükseliyorduk. Deniz öten, böğüren, uluyan, uğuldayan, meş'um rüzgârların altında kâbuslu bir şeyler sayıklıyordu.
Ne kadar defa rüzgârlar, yükseklere gönderdiğimiz duaları denizlere çarpmış, ne kadar defa göklere uzanan ellerimiz, yıldırımlara karşı titreyerek gözlerimize kapanmıştı. Başımızda bir sema-yı esatirin ateş yılanları uçuyordu. Göklerin, denizlerin rüzgârların bu feryad-ı umumiyesi içinde siyah garip ışıklarla parlayarak hücum eden dalgaların arasında üstümüze yıldırımlar yağarak biz nereye, hangi meçhul ufuklara gidiyorduk? Bize o zavallı memleketimiz ne kadar uzak, mezar ne kadar yakındı. Her şey baş döndüren bir hareketle koşuyor, koşuyordu. Artık sersem olmuştum. Hatırıma geldi. Ben gemiye binmeden evvel, kardeşim bana 'safran dönerse ağzına koy' diye bir kurşun parçası vermişti. Dilim adeta dönmüş gibiydi. İniltiler hala devam ediyor, hala yıldırımlarda parça parça ışıklar düşüyordu. Babamdan yadigâr kalan eğri bir kılıçla senelerce Moskoflarla dövüşmüştüm. Yalçın kayalar gibi başım ölüme karşı eğilmemişti. Şimdi yanımda annemin göğsünü arıyor, on sene evvel onu toprağa gömdüğüm halde karanlıkların arasından siyah gözleriyle bana bakıyor zannediyordum. Hışırtılarla kalkarak bir canavar nefesiyle soluyan azim dalgalar üstünde çalkalanarak eğilen, kayan bu zavallı gemiye, Kafkasya'nın uçurumlarda sürüklenen bu bedbaht muhacirlerine yıldırımlar ışık tutuyor, yıldırımlar yol gösteriyordu.
Uzakta bir yeşil fener gördük. İstimdat etmek mümkün değildi. Kadınlar ağlıyordu. Rüzgâr dalgalar o kadar taşmış, o kadar çoğalmıştı ki biri nefeslerimizi tıkıyor, öbürü siyah pençelerini takarak bizi uçurumlara çekiyordu. Moskofların elinde kalmadığıma yine memnun yine müteşekkirdim. Buna şaşmaz mısınız?
Bulutların arasında şimşekler kımıldıyor, bir saniye bir aralıktan sonra yıldırımlar tekrar tekrar dalgaları kamçılıyordu. Simsiyah bir boşluğun içinde görülmez şeylerin sanki ifritlerin ıslıklar çalarak geçtiğini, dalgaların sönük seslerle teneffüs ederek köpürdüğünü, taştığını duymak, başında bir yıldırım, ayaklarında uçurumlarla ölümü beklemek, İslam toprağına sakladığımız kemikler için pek istenilir şeyler değildi. Beynimde ölümün soğukluğunu duyuyordum. Kalbim çarpmaktan dudaklarım münacat etmekten yorulmuyordu. Karanlıklardan nagehan inerek denizin göğsüne keskin bir kılıç gibi saplanan her yıldırım, bizi girdaplar içinde savuran fırtına, git gide ürperen bir sar'a-i gayz ve tehevvürle dikilen beyaz saçlarını açarak koşan dalgalardan belki yerimizde bir parça köpük, muhtasar, sönük bir feryattan başka bir şey kalmayacaktı. Bu deniz ne kadar derin, ne kadar müthişti. Uzun siyah paltomun göğsündeki gümüş çubuklarda biraz barut vardı. Ne anlaşılmaz bir hisle bunun ıslandığını istemiyordum. Bilmem ki bu ölüm tehlikesi karşısında elan gemilerle muharebe etmek için onu saklıyordum. Ah bu unutulmaz bir dakikaydı. Heyecanlı bir ses uzun bir çatırtı arasında çırpındıktan sonra dalgalar karışarak onu uzaklara götürmüştü. Şimşeklerin kesik ziyaları içinde boğulan o bedbaht kadını son defa görmek için başımı çevirmeksizin bakmıştım. Yarı tenvir eden katranlı, müheyyip dalgalardan başka bir şey kalmamıştı. Yalnız uzaklarda yeşil bir fener, ölmüş bir âlemin ıssız, siyah ufuklarına düşen, donuk, gamkin, mütefekkir bir güneş gibi ağır ağır sallanıyordu. Onlar da bizim gibi Çerkesler miydi?
Tahtalar gıcırdayarak ayrılıyordu. Üstümüzde bezgin bir ziya ile yanan fener sönmüştü. Artık batıyorduk, hiçbir şey düşünmüyordum. Beynim ağrıyarak dönmüştü. Dalgalar geminin kenarından eğilerek teknede parçalanıyor, biz sarsılıyor, iniyor, iniyorduk. Bir yıldırımın bakır renkli ışığında ön direğin kırıldığını görmüştüm. Yeşil fener yakınlaşıyor gibiydi. Rüzgârlar parça parça insan sesleri getiriyordu. Bulutlar çarpışıyor, gökler titriyor, sarsılıyor, hadid-i mütehakkim bir sada-yı ahenin ile homurdanıyor, gürlüyor, sarsılıyordu. Geniş bir hande-i meş'um ile zulmetler eridi. Birden kollarım açılmıştı, haykırarak dalgalara düşmüştüm. Ben bir tahta üstünde uğraşıyordum, çırpınıyordum. Dalgalar beni sürüklüyor, nefeslerimi boğuyordu. Yüksekten sesler 'tut, bu ipi tut' dediler. Hala kollarımda bir az kuvvet kalmıştı. Peşimden dalgalar hücum ederken beni gemiye çektiler. Etrafa çarpan bir ziya arasında onları tanıdım, onlar da Çerkes'di.
Bak, dikkatli bak oğlum, bu kalbi yanık ihtiyar adamın gözlerinde o büyük geceden kalmış bir karanlık bulabilir misin?
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu yazı 3 Aralık 1908 - 20 Teşrinisani 1324 tarihli Musavver Muhit gazetesinden transkribe edilmiştir. Kapağında hikâye spotuyla ve müellifi Hamdullah Subhi olarak belirtilmiştir.  Annesi de bir Çerkes olan Hamdullah Suphi Tanrıöver'in hayal gücünü kullanarak bu hikâyeyi yazdığını düşünebiliriz. Eğer başka bir Hamdullah Suphi var ise [metin içinde geçen 43 sene evvel ifadelerini dikkate alırsak, yaşanmış bir olay anlatılmakta gibidir] bu zat tarafımızdan tespit edilememiştir.
Metnin çok sade ve aynı zamanda edebi bir Türkçe ile yazılması sebebiyle üslubuna zarar vermemek için, az sayıda kullanılan bugün anlaşılmayacak kelimelerde de sadeleştirilmeye gidilmemiştir. Anlaşılmayan kelimeler için sözlüklere müracaat edilebilinir.
Çerkeslerin büyük sürgününün yâdına bir katkı olması dileğiyle...



Kevser
ktopkar33@gmail.com
78.176.80.211
Dünyaya gözlerini açan insanoğlu sürgündedir. Artık o ana dek yaşadığımız mekanı terk etme mecburiyeti gelip dayanmıştır. Zorunlu bir mekan değiştirmesidir insanoğlunun şu yeryüzü sürgününde.
 Sürgünü tatmayan ruh var mıdır. Medeniyetlerin başlangıcı, medeniyetlerin tükenişidirler. Bazen katlanılabilir olurken bazen de tahammül sınırlarını aşar. Ruhu kapatır. Karanlıklara terkeder.
 Mekansız göçlerimiz, sürgünlerimiz vardır.
 Zamanın başlangıcıdır göç. Hicrettir, muhacirliktir hepsinden önemlisi ENSAR olmaktır. İstanbul Ümraniye’de Halil’ür Rahman Caminin bodrumunda 12 senedir yaşayan Çeçen muhacirler var. Biraz evvel gözyaşlarıma hakim olamayarak okuduğum bu sürgün hikayasine eş, geride şehit olmuş ailelerini, arkadaşlarını, eşlerini, kardeşlerini bırakarak İslam coğrafyası diye bin bir dolambaçlı yollardan kaçarak geldikleri ülkemizde hayata küskün yaşıyorlar. Ensarlığımızdan her gün bizleri utandırarak, sessiz sedasız ve çaresiz. Bazen mahcup bir telefonla soğan pateteslerinin tükendiğini anlaşılması güç bir şiveyle söylüyorlar. Paravanlarla bölünmüş iki adımlık hücrelerinde tuvalet dahi yok. Bir üst kattaki umumi tuvaleti gece gündüz, kışın beton zemini donduran soğuğunda kullanmak zorundalar. Sarışın güzel yüzlü bebekleri var bu topraklarda doğmuş ama yarınları olmayan. Meslekleri var yetişkinlerin, icra edemedikleri. Hemşire, mühendis, öğretmenler. Fakat vatandaş değiller… Bu sebeple mesleklerini icra edemiyorlar. Sadece günlük temizliğe gidiyorlar. İnsaf ehline denk gelmezlerse yarı fiyatına çalışıyorlar. Çünkü mecburlar ve haklarını koruyacak kimseleri yok. Erkekler amelelik gibi gündelik işlere mahkum. İçlerinde uçak mühendisi ve doktor olanlar dahi var. Gündelik iş talebi var mı diye bizim hiç anlayamayacağımız bir ruh haliyle bekliyorlar. Bu işleri yapmazlarsa ailelerinin karnını doyurmak için belediyeden gelen bir öğün yemek ve İBB’nin gönderdiği kahvaltılık ile idare etmek zorundalar. Ölmeyecek kadar bir sınırda. Kız çocuklarının kırmızı ayakkabı, oğullarının oyuncak araba talebi olmayan babalar onlar. Karınlarını doyurmak ve ilaçlarını temin edebilmek uğraşındalar.
 Kadınlar Türkçe ve Kur’an öğrenmek istiyorlar. Bu talebi ilettiğim bir İslami cemaat içlerinde ajan bulunduğunu bu sebeple Kur’an öğretemeyeceklerini söylediler. Bilmem bu satırlarımı okuyan muhataplarım var mı? Var ise, sizlere ne söyleyeyim. Benim aldığım cevap karşısında kelimelerim bitti. Neyi savunayım bilmiyorum. Ne yazayım. Bana umutla bakan sarışın, güzel yüzlü bebelerin gülücüklerini mi yoksa umutlarını kaybetmiş kadınların karanlığa bakan dalgın bakışlarını mı? islamın bu kadar dar bir sokakta kaybolup gidişini mi? Kendilerini hakim ve savcı makamına koyup da dedikodu ile hüküm veren din adamlarını mı? Etrafı yüksek ve pahalı binaların bulunduğu komşu sitelerin huzurla uyuyan sakinlerini mi? Umutla geldikleri topraklarımızda yaşama mücadelesi veren bu insanlara uzatmadığımız ellerimizle cennet hayalleri kuran hatta bundan emin olan gönüllerimizin pervasızlığını mı? Ne yazsam… Bizler de Ensarız. Lakin Medineli Ensar ile hiç bir benzerliğimiz yok. Muhacirlerle paylaşacak hiç bir şeyimiz yok. Bakışlarımız dahi. Onları görünce başımızı çevirip gözlerimizi sımsıkı yumup içimizden şu nakarat geçiyor. Bunlar ajan…Kalıp da savaşsaydılar ya. Resule ve beraberindekilere Medinelilerin söylemediği bir sözü biz kolaylıkla bu muhacirlere sarfediyoruz. Kendi vazifemizi, Kardeşliğimizi unutarak.